Erdoğan'ın hedefindeki “Mankurt Aydınlar”ın kökeni nerede?
Medyaradar medya-siyaset analisti Atilla Akar, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Mankurt” olmakla suçladığı aydınları ve onların gerçek “tarihsel kökenleri”ni yazdı…
Biliyorum; herkes şu sıralar daha ziyade Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Almanya Başbakanı Angela Merkel’le birlikte yaptığı basın toplantısındaki “Hilalli Koltuklar” ya da kimilerinin benzetmesiyle “Hilalli taht” olayına odaklanmış durumda. Belli ki Merkel’i de “Nereye düştüm ben Ya Rabbim!..” dercesine şaşırtan “Taht” misali koltuklar hakikaten ilginçti. Sanırım Erdoğan’da bir tür ”psikolojik savaş” olarak bu devasa ve janjanlı koltuklar sayesinde Merkel’e aslında “Biz bir imparatorluğun devamıyız, bu bölgede bizimde borumuz öter”in subliminal mesajını vermek istemişti. Küçük bir “ayrıntı” gibi gelebilir ama mekânın “Yıldız Sarayı” olarak seçilmiş olması da ayrıca manidardı!
Mevcut durum bana daha ziyade düğün ve nikah salonlarında yeni moda bir tür zevksizlik örneği sayabileceğimiz acayip “Gelin-damat koltukları”nı hatırlatsa da tabii ki işin rengi bambaşkaydı. Olsun, sonuçta Merkel’le ne görüşüldüğü, nelerin masaya yatırıldığı değil de koltukların ön plana çıkması daha önemliydi elbette. Tabii işin “magazin”i dururken “içerik” kimin umurundaydı ki?
Neyse; bazı şeyler tarihin ironik ve acı bir şekilde yeniden tekerrür ettiğini düşündürüyor bana. Ancak böyle düşünmeme asıl sebep söz konusu “taht-koltuk”tan (?) ziyade bir kısım akademisyen ve aydınının Almanya başbakanının ziyareti öncesi Merkel’e bir “Açık Mektup” yayınlamasıydı. Aralarında Zeynep Gambetti, Fisun Üstel, Nuray Mert, Mehmet Karlı, Koray Çalışkan, Özgür Mumcu, Cengiz Aktar, Baskın Oran, vb gibi “liberal” ve “sol” aydınların bulunduğu 100 isim ziyareti yadırgadıklarını belirtip, bir anlamda Erdoğan’ı ve hükümeti Merkel’e şikâyet etmişlerdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ise buna tepki göstererek bu gibi düşünen kişileri “Mankurt” olmakla suçlayacaktı. Erdoğan, “Almanya Başbakanı Türkiye’ye geliyor. Bir güruh çıkıp ‘Gelmeyin, bu Erdoğan ve Davutoğlu’na destek anlamına gelir’ diyor. Bu girişimin adı 5’inci koldur. Bu girişimdekilere ben ‘mankurt’ diyorum” demekteydi. Bilindiği üzere “mankurt” kavramı belli zihin kontrol işlemleri sonucu “öz benliğini yitirerek kendisini kimliksizleştiren, düşmanının kuklası haline gelmiş, düşman adına düşman gibi düşünüp, davranan kişi” anlamına gelmektedir.
Şüphesiz Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konudaki tepkisinde haklı görünüyordu. (Eyvah, “Vay sen Erdoğan’a nasıl haklı dersin?” diye birileri bana da saldırabilirler şimdi!) Ancak onunda tarihsel ve ironik çelişkisi şuydu ki; hem çok önceden iradesini AB’ye devretmeyi taahhüt etmiş bir devletin cumhurbaşkanı oluşu hem de bir vakitler “AB’ciliği” neredeyse bayrak edinmiş, her şeyi AB’ye göre düzenleyen, “bizi niye almıyorlar” diye şikâyet eden, en büyük hedefini “AB’ye katılmak” olarak tarif eden bir partinin eski genel başkanı bulunuşuydu.
O yüzden hem kendi bağımsız devletinden vazgeçip hem de bu durumun sonuçlarından şikâyet edenleri anlamıyorum. Birisi kendi devletini tedricen ortadan kaldırmanın, yabancı iradelere tesliminin projesini yapıyor ötekiler ise buna dayanarak “asıl irade” belledikleri AB liderine yakarışta bulunuyorlar. Hangisi daha kötü bilemiyorum! Nitekim Erdoğan’ın Merkel’le yaptığı görüşmenin gündem maddelerinden birinin de “AB fasılları” olduğu anlaşılıyor. O halde “Mankurt aydınlar”ında buna sığınarak Merkel’e seslenmesi bir anlamda “normal” olmuyor mu?
BU AYDINLARIN ZİHNİYET KÖKLERİ TANZİMATÇILIKDA!
Şimdi biraz geriye gidelim ve bu “yeni model” aydınların ve anlayışın daha eski modellerine yani ilk kaynağına inelim…
Efendim malum; önce Tanzimat sonra da Meşrutiyet “ilericiliği” aslında belli bir “aydın sınıfa” yaslanır. Bu aydın sınıf her şeyi” memleketin ve milletin iyiliği” için istese ve çoğu kez samimi olarak bu hissiyatta olsa da dayandığı güç yabancı sefaretler (Elçilikler) ve gene bir o kadar yabancı Carbonari Masonları’dır. Bu dönemin tüm klişeleri efsaneleştirilmiş isimler eliyle ve sonra da “hürriyet mücadelesi, zindanlar, vatan aşkı” gibi idealize edilmiş kavramlarla bizlere safça benimsetilmiştir. Gerçekte ise şu veya bu yabancı elçiliğe, şu veya bu ülkeye yamanan ve onlar eliyle bir “ilericilik” dayatmaya çalışan, içinde bulunduğu topluma “yabancılaşmış” bir aydın-sınıftı bu. Bu model aydın sınıf bize yıllarca “ilericiliğin taşınması” adı altında batıyla işbirliğinin hatta ajanlaşmanın bahanesi olarak yutturulmuştur.
Bu anlayışın izlerini (Önce Yeni Osmanlılar, daha sonra ise Jön Türkler olarak) bizzat 3 Kasım 1839’da Tanzimat’ı ilan eden Koca Mustafa Reşit Paşa’nın çizgisinde bulabiliriz. Zaten fermanı ona telkin ve tavsiye eden ise İngiliz Elçisidir. Nitekim fermanın Gülhane’de yabancı elçiler önünde okunması bile bu tarz bir “ilericilik”in hangi dinamiklerden güç aldığı gösterir. Halktan ümidi kesen Osmanlı yöneticileri ve aydın sınıfı “değiştirici güç”ü yabancı sefaretlerde arar. Trajedi hatta ihanet adım adım başlar. Bu yönetici ve aydın sınıf “yabancı yardımı” olmaksızın hiçbir değişimin olmayacağına inanmış veya inandırılmışlardır. Oysaki ortadaki tamamıyla “yönlendirilmiş” bir düşüncedir. “Yeni fikirler” adı altında yutturulmuştur. O zaman aynı döneme dair şunu sormak lâzımdır; habire propagandası yapılan “Vatanseverlik” nasıl bir “Vatanseverlik”tir ki yabancılarla işbirliğini “normal” ve hatta “gerekli” gösterebilmektedir?
İlgili süreçte Türk aydınının ana rahmi sayabileceğimiz “Babıali Tercüme Odası”nda tümüyle batı kültürüne göre yetişen ve ona hayranlıkla dolu, batıyı “model” alan söz konusu kuşağa dahil öykünmeci aydınlar “Avrupa’nın himayesinde” bir dönüşüm peşindeydiler. kendileri de “tercüme” olan aydınlar o yüzden bu topraklara ait orijinal bir düşünce geliştiremeyeceklerdi. Aralarındaki tek fark ise ve tartışma ise kimin “İngilizci”, kimin “Fransızcı”, kimi “Rusçu”, “Almancı” vb oluşu idi. Eğer Avrupa “ilericilik” ise ve “geri kalmak” ona ulaşamamak ise onun korumasında hareket etmek niçin ters ve ayıp olsundu ki? Bugünün AB’cileriyle ne kadarda benzeşiyorlar değil mi?..
Hürriyet aşkıyla batıya ve bilhassa Fransa ve İngiltere’ye giden tercüme aydınlar o ülkelerin himayesinde iş görür bir pozisyona düşerler. Bu işlerin organizasyonu ise yabancı elçilikler sayesindedir. Yönlendirme altındaki Tanzimatçı aydınlar “Batı tarafından desteklenen” bir hareket hüviyetine bürüneceklerdir. Adına önce “Yeni Osmanlılar” sonra da “jön Türkler” denilen hareket aslında tümüyle batı destekli ve kontrolünde bir harekettir. Kimilerinin hoşuna gitmese de acı ama gerçek olan budur. Artık bunları sansür etmek yerine bunları tartışmanın vaktidir!
Burada yabancılardan medet ummak, yabancılarla “organik ilişkide” olmak, ülkeyi ve yönetimi sürekli yabancılara şikâyet etmek (İstibdat söylemi üzerinden) bu aydın tipi için “normal” ve olmazsa olmaz bir “gelenek” haline gelmiştir. “Medeniyet sevdası” uğruna batıya teslimiyet bu çizginin esas yönelimidir.
Sonuçta karmaşık ilişkilerden “İki Meşrutiyet” çıkmıştır. Birincisi tam bir “İngilizci” olan Mithat Paşa tarafından bir tür darbe ile sağlanmış (Sultan Abdülaziz devrilerek yerine İngiliz elçisinin oluruyla Şehzade Murat geçirilmiştir.) İttihat Terakki eliyle yürütülen 2. Meşrutiyet ise daha ziyade ve asker kökenli “Almancılar” tarafından gerçekleşmiştir. Bu tür klikleşmeler bugünde sürmektedir!
Bu aydın zihniyeti bir anlamda müsebbibi oldukları Osmanlı’nın çözülüşü sonrasında ve Kurtuluş Savaşı’nda tam bir teslimiyete, mandacılığa, himayeciliğe ve vatanı bu güçlere dayanmadan kurtarmak isteyen Kuvvayı Milliyeciler’e düşmanlığa dönüşecektir. Ne yazık ki Namık Kemal’ler Ali Kemal’lere doğru evrilmiştir. Aralarındaki tek fark tıpkı ilk ataları gibi kimi “Amerikan mandası” isterken kimi “İngiliz mandası” özlemektedir!
Şüphesiz aynı konuda daha çok şeyler söylenebilir. Ancak okumakta olduğunuz tarihi olsa da sadece güncel bir hatırlatma yazısı. Yüzleşmekten korkulan, belli nedenlerle istenmeyen bir konuda biraz “aykırı ve “ezber bozan” bir yazı. O gözle de okumanızda ve düşünmenizde yarar var…
“NEO-TANZİMATÇILIK”IN İYİCE SEFİLLEŞEN ALGI DÜNYASI!
Bu arada önemle vurgulamalıyım; hiç şüphesiz çoğu idealist özellikler gösteren “Jön-Türk aydınlar”ı küçümsemek ve yenileriyle kıyaslamak istemem. Haksızlık olur. Çünkü söz konusu kuşak aydınlar kendi sınırlı koşulları altında davranmışlardır. Şimdikiler ise önlerinde böyle bir tarihsel örnek olduğu halde ve günümüzün dünyası çok daha fazla düşünme imkânı sunsa dahi onlar ısrarla böyle davranmaktadırlar. Burada asıl vurgulamak istediğim; Jön-Türk, Tanzimatçı aydınlarla bunlar arasında sadece bir “zihniyet bağı” olduğudur. “Batıcılık”da ve batıya yaranmakta yarışmaktadırlar!
Muhakkak ki sözüm ona bu aydınların yaptıkları utanç verici bir şeydir. Kendi ülkelerini, hükümetlerini yabancı iradelere şikayet etmekte ve dahası ondan medet ummaktadırlar. Demek ki söz konusu emperyal güçler yarın öbür gün Saddam’a, (Bush’un “demokrasi getirmesi” gibi!) Kaddafi’ye ve şimdilerde Esad’a yapıldığı üzere “Diktatörlük” bahanesiyle buraya da müdahale etmeye kalksalar, işgale yeltenseler en önde bunlar gideceklerdir. “Yaşasın Merkel”cilikten “Biji Obama”cılığa geniş bir yelpazedeki bu zihniyettekiler -bilerek veya bilmeyerek- “işgalin yedek gücü” , gönüllü “ikna ajanları”, “zihniyet taşeronları” olacaklar demektir. Şimdilik ısınma turları atıyorlar!
Dün “Abdülhamid istibdatı”nı bahane edenler bugün “Erdoğan diktatoryası”nı bahane ederek (Zaten artık iyice marazi bir hal alan “Erdoğan nefreti” bunları her tür günahı işlemeye kışkırtıyor!) batılı güçlerle kolkola girmenin, teslimiyetin, kendi halkına güvenmemenin, o güçlere dayanarak iktidar devirmenin, ülkeyi aynı güçlerin istekleri doğrultusunda restore etmenin, hatta ülkeyi parçalamanın “teorisini” yapma peşindedirler!
Her gerçek Bağımsızlıkçı-Türk aydını bunlarla arasındaki sınırı dikkatle korumalı ve daha da kalınlaştırmalıdır…
20. 10.2015.
atillaakar@gmail.com
Mevcut durum bana daha ziyade düğün ve nikah salonlarında yeni moda bir tür zevksizlik örneği sayabileceğimiz acayip “Gelin-damat koltukları”nı hatırlatsa da tabii ki işin rengi bambaşkaydı. Olsun, sonuçta Merkel’le ne görüşüldüğü, nelerin masaya yatırıldığı değil de koltukların ön plana çıkması daha önemliydi elbette. Tabii işin “magazin”i dururken “içerik” kimin umurundaydı ki?
Neyse; bazı şeyler tarihin ironik ve acı bir şekilde yeniden tekerrür ettiğini düşündürüyor bana. Ancak böyle düşünmeme asıl sebep söz konusu “taht-koltuk”tan (?) ziyade bir kısım akademisyen ve aydınının Almanya başbakanının ziyareti öncesi Merkel’e bir “Açık Mektup” yayınlamasıydı. Aralarında Zeynep Gambetti, Fisun Üstel, Nuray Mert, Mehmet Karlı, Koray Çalışkan, Özgür Mumcu, Cengiz Aktar, Baskın Oran, vb gibi “liberal” ve “sol” aydınların bulunduğu 100 isim ziyareti yadırgadıklarını belirtip, bir anlamda Erdoğan’ı ve hükümeti Merkel’e şikâyet etmişlerdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ise buna tepki göstererek bu gibi düşünen kişileri “Mankurt” olmakla suçlayacaktı. Erdoğan, “Almanya Başbakanı Türkiye’ye geliyor. Bir güruh çıkıp ‘Gelmeyin, bu Erdoğan ve Davutoğlu’na destek anlamına gelir’ diyor. Bu girişimin adı 5’inci koldur. Bu girişimdekilere ben ‘mankurt’ diyorum” demekteydi. Bilindiği üzere “mankurt” kavramı belli zihin kontrol işlemleri sonucu “öz benliğini yitirerek kendisini kimliksizleştiren, düşmanının kuklası haline gelmiş, düşman adına düşman gibi düşünüp, davranan kişi” anlamına gelmektedir.
Şüphesiz Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konudaki tepkisinde haklı görünüyordu. (Eyvah, “Vay sen Erdoğan’a nasıl haklı dersin?” diye birileri bana da saldırabilirler şimdi!) Ancak onunda tarihsel ve ironik çelişkisi şuydu ki; hem çok önceden iradesini AB’ye devretmeyi taahhüt etmiş bir devletin cumhurbaşkanı oluşu hem de bir vakitler “AB’ciliği” neredeyse bayrak edinmiş, her şeyi AB’ye göre düzenleyen, “bizi niye almıyorlar” diye şikâyet eden, en büyük hedefini “AB’ye katılmak” olarak tarif eden bir partinin eski genel başkanı bulunuşuydu.
O yüzden hem kendi bağımsız devletinden vazgeçip hem de bu durumun sonuçlarından şikâyet edenleri anlamıyorum. Birisi kendi devletini tedricen ortadan kaldırmanın, yabancı iradelere tesliminin projesini yapıyor ötekiler ise buna dayanarak “asıl irade” belledikleri AB liderine yakarışta bulunuyorlar. Hangisi daha kötü bilemiyorum! Nitekim Erdoğan’ın Merkel’le yaptığı görüşmenin gündem maddelerinden birinin de “AB fasılları” olduğu anlaşılıyor. O halde “Mankurt aydınlar”ında buna sığınarak Merkel’e seslenmesi bir anlamda “normal” olmuyor mu?
BU AYDINLARIN ZİHNİYET KÖKLERİ TANZİMATÇILIKDA!
Şimdi biraz geriye gidelim ve bu “yeni model” aydınların ve anlayışın daha eski modellerine yani ilk kaynağına inelim…
Efendim malum; önce Tanzimat sonra da Meşrutiyet “ilericiliği” aslında belli bir “aydın sınıfa” yaslanır. Bu aydın sınıf her şeyi” memleketin ve milletin iyiliği” için istese ve çoğu kez samimi olarak bu hissiyatta olsa da dayandığı güç yabancı sefaretler (Elçilikler) ve gene bir o kadar yabancı Carbonari Masonları’dır. Bu dönemin tüm klişeleri efsaneleştirilmiş isimler eliyle ve sonra da “hürriyet mücadelesi, zindanlar, vatan aşkı” gibi idealize edilmiş kavramlarla bizlere safça benimsetilmiştir. Gerçekte ise şu veya bu yabancı elçiliğe, şu veya bu ülkeye yamanan ve onlar eliyle bir “ilericilik” dayatmaya çalışan, içinde bulunduğu topluma “yabancılaşmış” bir aydın-sınıftı bu. Bu model aydın sınıf bize yıllarca “ilericiliğin taşınması” adı altında batıyla işbirliğinin hatta ajanlaşmanın bahanesi olarak yutturulmuştur.
Bu anlayışın izlerini (Önce Yeni Osmanlılar, daha sonra ise Jön Türkler olarak) bizzat 3 Kasım 1839’da Tanzimat’ı ilan eden Koca Mustafa Reşit Paşa’nın çizgisinde bulabiliriz. Zaten fermanı ona telkin ve tavsiye eden ise İngiliz Elçisidir. Nitekim fermanın Gülhane’de yabancı elçiler önünde okunması bile bu tarz bir “ilericilik”in hangi dinamiklerden güç aldığı gösterir. Halktan ümidi kesen Osmanlı yöneticileri ve aydın sınıfı “değiştirici güç”ü yabancı sefaretlerde arar. Trajedi hatta ihanet adım adım başlar. Bu yönetici ve aydın sınıf “yabancı yardımı” olmaksızın hiçbir değişimin olmayacağına inanmış veya inandırılmışlardır. Oysaki ortadaki tamamıyla “yönlendirilmiş” bir düşüncedir. “Yeni fikirler” adı altında yutturulmuştur. O zaman aynı döneme dair şunu sormak lâzımdır; habire propagandası yapılan “Vatanseverlik” nasıl bir “Vatanseverlik”tir ki yabancılarla işbirliğini “normal” ve hatta “gerekli” gösterebilmektedir?
İlgili süreçte Türk aydınının ana rahmi sayabileceğimiz “Babıali Tercüme Odası”nda tümüyle batı kültürüne göre yetişen ve ona hayranlıkla dolu, batıyı “model” alan söz konusu kuşağa dahil öykünmeci aydınlar “Avrupa’nın himayesinde” bir dönüşüm peşindeydiler. kendileri de “tercüme” olan aydınlar o yüzden bu topraklara ait orijinal bir düşünce geliştiremeyeceklerdi. Aralarındaki tek fark ise ve tartışma ise kimin “İngilizci”, kimin “Fransızcı”, kimi “Rusçu”, “Almancı” vb oluşu idi. Eğer Avrupa “ilericilik” ise ve “geri kalmak” ona ulaşamamak ise onun korumasında hareket etmek niçin ters ve ayıp olsundu ki? Bugünün AB’cileriyle ne kadarda benzeşiyorlar değil mi?..
Hürriyet aşkıyla batıya ve bilhassa Fransa ve İngiltere’ye giden tercüme aydınlar o ülkelerin himayesinde iş görür bir pozisyona düşerler. Bu işlerin organizasyonu ise yabancı elçilikler sayesindedir. Yönlendirme altındaki Tanzimatçı aydınlar “Batı tarafından desteklenen” bir hareket hüviyetine bürüneceklerdir. Adına önce “Yeni Osmanlılar” sonra da “jön Türkler” denilen hareket aslında tümüyle batı destekli ve kontrolünde bir harekettir. Kimilerinin hoşuna gitmese de acı ama gerçek olan budur. Artık bunları sansür etmek yerine bunları tartışmanın vaktidir!
Burada yabancılardan medet ummak, yabancılarla “organik ilişkide” olmak, ülkeyi ve yönetimi sürekli yabancılara şikâyet etmek (İstibdat söylemi üzerinden) bu aydın tipi için “normal” ve olmazsa olmaz bir “gelenek” haline gelmiştir. “Medeniyet sevdası” uğruna batıya teslimiyet bu çizginin esas yönelimidir.
Sonuçta karmaşık ilişkilerden “İki Meşrutiyet” çıkmıştır. Birincisi tam bir “İngilizci” olan Mithat Paşa tarafından bir tür darbe ile sağlanmış (Sultan Abdülaziz devrilerek yerine İngiliz elçisinin oluruyla Şehzade Murat geçirilmiştir.) İttihat Terakki eliyle yürütülen 2. Meşrutiyet ise daha ziyade ve asker kökenli “Almancılar” tarafından gerçekleşmiştir. Bu tür klikleşmeler bugünde sürmektedir!
Bu aydın zihniyeti bir anlamda müsebbibi oldukları Osmanlı’nın çözülüşü sonrasında ve Kurtuluş Savaşı’nda tam bir teslimiyete, mandacılığa, himayeciliğe ve vatanı bu güçlere dayanmadan kurtarmak isteyen Kuvvayı Milliyeciler’e düşmanlığa dönüşecektir. Ne yazık ki Namık Kemal’ler Ali Kemal’lere doğru evrilmiştir. Aralarındaki tek fark tıpkı ilk ataları gibi kimi “Amerikan mandası” isterken kimi “İngiliz mandası” özlemektedir!
Şüphesiz aynı konuda daha çok şeyler söylenebilir. Ancak okumakta olduğunuz tarihi olsa da sadece güncel bir hatırlatma yazısı. Yüzleşmekten korkulan, belli nedenlerle istenmeyen bir konuda biraz “aykırı ve “ezber bozan” bir yazı. O gözle de okumanızda ve düşünmenizde yarar var…
“NEO-TANZİMATÇILIK”IN İYİCE SEFİLLEŞEN ALGI DÜNYASI!
Bu arada önemle vurgulamalıyım; hiç şüphesiz çoğu idealist özellikler gösteren “Jön-Türk aydınlar”ı küçümsemek ve yenileriyle kıyaslamak istemem. Haksızlık olur. Çünkü söz konusu kuşak aydınlar kendi sınırlı koşulları altında davranmışlardır. Şimdikiler ise önlerinde böyle bir tarihsel örnek olduğu halde ve günümüzün dünyası çok daha fazla düşünme imkânı sunsa dahi onlar ısrarla böyle davranmaktadırlar. Burada asıl vurgulamak istediğim; Jön-Türk, Tanzimatçı aydınlarla bunlar arasında sadece bir “zihniyet bağı” olduğudur. “Batıcılık”da ve batıya yaranmakta yarışmaktadırlar!
Muhakkak ki sözüm ona bu aydınların yaptıkları utanç verici bir şeydir. Kendi ülkelerini, hükümetlerini yabancı iradelere şikayet etmekte ve dahası ondan medet ummaktadırlar. Demek ki söz konusu emperyal güçler yarın öbür gün Saddam’a, (Bush’un “demokrasi getirmesi” gibi!) Kaddafi’ye ve şimdilerde Esad’a yapıldığı üzere “Diktatörlük” bahanesiyle buraya da müdahale etmeye kalksalar, işgale yeltenseler en önde bunlar gideceklerdir. “Yaşasın Merkel”cilikten “Biji Obama”cılığa geniş bir yelpazedeki bu zihniyettekiler -bilerek veya bilmeyerek- “işgalin yedek gücü” , gönüllü “ikna ajanları”, “zihniyet taşeronları” olacaklar demektir. Şimdilik ısınma turları atıyorlar!
Dün “Abdülhamid istibdatı”nı bahane edenler bugün “Erdoğan diktatoryası”nı bahane ederek (Zaten artık iyice marazi bir hal alan “Erdoğan nefreti” bunları her tür günahı işlemeye kışkırtıyor!) batılı güçlerle kolkola girmenin, teslimiyetin, kendi halkına güvenmemenin, o güçlere dayanarak iktidar devirmenin, ülkeyi aynı güçlerin istekleri doğrultusunda restore etmenin, hatta ülkeyi parçalamanın “teorisini” yapma peşindedirler!
Her gerçek Bağımsızlıkçı-Türk aydını bunlarla arasındaki sınırı dikkatle korumalı ve daha da kalınlaştırmalıdır…
20. 10.2015.
atillaakar@gmail.com