Erdoğan'ın eski basın danışmanı medyayı bombaladı: Gazetecilerin ellerinde kan var!

Gazeteci Yazar Ahmet Tezcan, Türkiye’deki gazeteciliğin durumunu Medyaradar’dan Sinem Eryılmaz'a değerlendirdi.

Gazeteciliğe 1981 yılında muhabir olarak adım atan Ahmet Tezcan birçok gazetede köşe yazarlığı yaptı. Dördüncü Kuvvet Medya isimli televizyon programını hazırladı ve sundu. Aynı ismi taşıyan internet sitesinin de kurucusu oldu. Ayrıca Kurt Kapanı ve Mihrali gibi dizilerin de senaristliğini yapan Tezcan bu dizilerde zaman zaman boy gösterdi. Bunların yanı sıra Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde uzun yıllar basın danışmanlığı yaparak hükümet ile medya arasında köprü vazifesi üstlendi.

Şu sıralar Ayvalık’taki evinde inzivaya çekilen Gazeteci, Yazar ve Senarist Ahmet Tezcan, günlerini yeni projelerinin hazırlığını yaparak geçiriyor. Biz de Medyaradar olarak Tezcan ile gazetecilik, basın özgürlüğü, siyaset, medya ve toplum ilişkisi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

Açıklamalarında ticaretin gazeteciliğin önüne geçtiğini söyleyen Ahmet Tezcan, hiçbir dönemde basının özgür olmadığını dile getirdi. “Ortada basın özgürlüğüne dair bir problem varsa bu hepimizin suçu” diyen Tezcan, medyanın toplumun bir yansıması olarak karşımıza çıktığını ifade etti.

İşte Ahmet Tezcan ile gerçekleştirdiğimiz röportaj…

39 yıllık bir gazetecilik maceranız var. Birçok yazıda, senaryoda ve romanda da imzanız var. Ahmet Tezcan, Batı ve geçmiş ile mukayese edildiğinde mesleğin bugünkü durumunu nasıl değerlendiriyor?

1981 yılının sonunda gazeteciliğe başladım. Yaklaşık 40 yıllık gazetecilik hayatımda şu anda medya en pespaye dönemini yaşıyor. Pespaye kelimesini özellikle kullanıyorum. Sevgili Alev Alatlı buna ‘paçozluk’ diyor. Aslında bu paçozluk bütün dünyada yaşanıyor. Sadece Türkiye’de değil. Benim pespayelik dediğim daha fazla kokuşmuşluk, daha fazla bayağılık içeren bir yapı. Bu da bence insanımızdan kaynaklanıyor. Ne yazık ki karakter olarak çok fazla çözüldük, parçalandık. Bunun bir geçmişi var. Yıllarca anlattım. Bu bir neden. Ama bu neden hiçbir şeyin bahanesi olamaz.

“Oktay Ekşi o dönemde çok mu özgürce yazabiliyordu?”

Sizin geçtiğimiz günlerde Oktay Ekşi ile yaptığınız röportajı da okudum. Oktay Ekşi malum çok eski bir gazeteci. Bizim abimiz diyebileceğimiz kuşaktan biri. Basın Konseyi’nin kurucu başkanı. Sözlerinde Türkiye’deki güya sansürden bahsediyor. Gazetecilerin özgür olmadığından bahsediyor. Ve ne yazık ki gazetecilik konusunda çoğu zaman olduğu gibi şimdi de sizinle yaptığı söyleşide doğru söylemiyor. Gazeteciler bu ülkede ne zaman özgür oldu ki? Yani bundan önceki dönemde yapılan gazetecilikte gazeteciler çok mu özgürdü? Özellikle medyanın gücünü kullanarak bankaların hortumlandığı o dönemde çok mu özgürdü gazeteciler? Oktay Ekşi çok mu özgürce yazıyordu o dönemde? O dönemdeki patronu Aydın Doğan’ın, hatta daha önceki patronu Erol Simavi’nin dönemindeki ticari ilişkileri ile ilgili tek satır yazabilmiş mi? Kimse yalan söylemesin, kimse kimseyi kandırmaya çalışmasın.

“Gazeteciler patronların suç ortağı olmuştur”

Bu ülkedeki gazeteciler hiçbir zaman özgür olmadı. Niye olmadı? Son derece normal. Çünkü Tercüman-ı Ahval’den bu yana devlet tarafından beslenen bir kuruluş aşaması var gazetecilik maceramızın. Dolayısıyla her dönemde hükümetler tarafından beslenmiştir. Osmanlı döneminden bu yana hiç şaşmamıştır. 27 Mayıs Darbesi’nden sonra Menderes döneminde medyaya dağıtılan ulufeler konuşulurken özellikle bazı gazeteciler bunu bir hak olarak görüyorlardı. Ondan öncesinde de tek parti döneminde de ulufe alan gazeteciler vardı. Yani medya her zaman birtakım iktidarlara yandaş olmuştur. Fakat belli bir dönemden özellikle 80 darbesinden sonra Turgut Özal’ın da getirdiği ekonomik açılımlardan sonra işi tamamen ticarete döktüler. Ticaret, gazeteciliğin önünde geçti. Daha önce yazı işleri müdürü denilen ve sonradan genel yayın müdürü olarak kendilerini bir üst makama çeken özellikle Abdi İpekçi’den sonraki genel yayın müdürleri gazetelerin sermayedarı olmaya başladılar. Özellikle Güneri Cıvaoğlu’nun başlattığı bir çözülme aşamasıydı bu. Yani sermayedar gazete yöneticilerinin olduğu dönem. Şimdi bugün sansürden bahseden, gazeteciliğin özgür olmadığını söyleyen insanların tamamı gazeteler üzerinden kamu kaynaklarının hortumlanmasının, sendikanın ortadan kaldırılmasının ve medyadaki bugün oluşan paçozluğun birinci dereceden sorumlularıdır. Ve kendi suçlarını örtbas etmek için suçu başkasına atarlar. Her şeyi başkasından bekler ve her suçu başkasına atarsanız her şey hiçbir şey demektir ve herkes de hiç kimse demektir. Yani gazetecilerin şu an neredeyse tamamı hiç kimse statüsündedir. Saik Faik Abasıyanık’ın Medarı Maişet Motoru isimli bir romanı vardır. Medarı maişet ‘geçim derdi’ demektir. Geçim derdinin ötesine de geçmiş, sermayedar olduktan sonra kendilerine asla göremeyecekleri lüks hayatı tanımış olan patronlarının birinci dereceden suç ortağı olmuştur gazeteciler.

Dolayısıyla kimse yukarılardan ahkam kesmesin ve insanları yanıltmasın. Ortada bir suç varsa bu hepimizin suçu, pespayelik varsa hepimizin suçudur. Ortada basın özgürlüğüne dair bir problem varsa bu hepimizin suçu.

“Toplum nasılsa medya da öyledir”

Medyayı toplumun bir aynası olarak kabul ediyorsak siz gazeteciliğin topluma, siyasete katkısını yeterli buluyor musunuz? Ya da tam tersi olarak toplum medyaya nasıl yansıyor?

Biz holografik bir evrende yaşıyoruz. Ne kadar parçalarsan parçala, en küçük parçada bütünün tamamı mevcuttur. Yani toplum nasılsa medya da öyledir. Yıllardır niye bu haldeyiz diye düşündüm. Gazetecilik yaptığım süre boyunca annem bana ‘keşke öğretmen olsaydın oğlum, gazetecilerin işi gücü yalan’ dedi. Ben de gülüp geçtim. 30 yıl sonra annem 2011 yılında vefat etmeden bir ay önce hıçkıra hıçkıra ağlayarak ‘ben 30 yıl boyunca Allah’a senin için dua ettim. Sen de onlar gibi olmayasın diye. Ama binlerce şükürler olsun ki sen onlar kadar olmadın’ dedi. Onlar gibi olmak ile onlar kadar olmak arasında dağlar kadar fark var. Annem yazmayı bilmeyen, sadece okumayı öğrenebilmiş bir kadındı. Eline ne geçerse okurdu. Gazeteleri de okurdu. Öyle bir fark ortaya koydu ki, bu tüyler ürpertecek bir farktır. Onlar gibi olmadın demedi, onlar kadar olmadın dedi. Neden? Çünkü bir çamurun içerisindesiniz. O çamurun içerisinde o pisliğin size bulaşmama ihtimali yok. Öğretmen olsaydım birkaç kişinin yetişmesine katkım olurdu. Ama 30 yıl gazetecilikte kendi insanlığımı kaybetmemek için çırpındım. Dolayısıyla suç hepimizin suçu.

Etibank hortumlandıktan sonra Dinç Bilgin hapse atıldığında Zafer Mutlu ortalıkta gezerken ben o sıralar Dördüncü Kuvvet Medya isimli internet sitesinde ‘hepimiz Zafer Mutlu kadar temiziz’ diye bir yazı yazdım. Çünkü Zafer Mutlu Etibank’ın hortumlanmasından birinci derece sorumluydu. Hala insanların hayretle sordukları sorudur Dinç Bilgin’in hapse atılırken Zafer Mutlu’nun nasıl kendini kurtarabildiği. Bütün bunların hiç birisinin önemi yok. Önemli olan şuydu: Orada herkes suçluydu. Daha önce bir arkadaşıma yazdığım mektupta şunu söylemiştim: Her katilin cinayetinde bütün insanlık suç ortağıdır. Dolayısıyla ortada bir suç varsa bu hepimizin suçu. Dolayısıyla toplum da medyanın bugünkü halinden uzakta değil. Çünkü toplumdaki paçozluğun ve pespayeliğin yansımasıdır. Basın toplumun aynası olduğu için toplumu daha da büyüterek yansıtır. Toplum medyanın haline bakıp aslında kendisinin nasıl olduğunu görmesi gerekiyor.

“Biz karaktersiz bir toplumuz”

Basın Konseyi’nin16 maddelik Basın Meslek İlkeleri vardır güya. Ama Basın Konseyi’nin sana konuşan ilk başkanı (Oktay Ekşi) başta olmak üzere hiçbir üyesi buna uymadı. Umur Talu Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’ndeyken hazırladığı çok kapsamlı Türkiye Gazeteci Hak ve Sorumlulukları Bildirgesi’ne kendileri uymadı. Ortada birtakım ilkeler varken siz gazeteciliği nasıl yaparsanız yapın ilkeler değişmez. İlkeler her yerde, her ortamda aynıdır. Değişen insandır. Dolayısıyla bizim medyada birinci dereceden problemimiz karaktersizlik. Eskiden karakter kelimesi medyada önemli bir kelimeydi. Karakter harflerin biçimlerine denirdi. Şimdi onlara font deniyor. Karakterler font haline geldiği için kimse bu karaktersizliğin farkında değil artık. Karakter unutuldu gitti. Kapital de gazetecilikte çok kullanılan bir şeydir. Büyük harfle yazmaya kapital denir. Karakter font olursa kapital çok önemli hale gelir. Genellikle bu kapital aşkını, para aşkını çok iyi bilenler büyüttüler. Ve medyanın bu hale gelmesinde çok büyük katkılarda bulundular. Şimdi de çıkıp ortalıkta özgürlük diye konuşuyorlar. Bunu ancak toplumun külahına anlatırlar. Ancak toplum da kendisini bir şey zannetmesin. Çünkü bu karaktersizlik toplumun yapısından kaynaklanan bir karaktersizlik. Bu bazılarına ağır gelebilir ama hakaret olarak değil kişilik bozukluğu olarak söylüyorum. Biz karaktersiz bir toplumuz.

“İnsanlar gazetelerde kendilerini seyrediyor”

İyi gazetecilik yapılmadığında bunun toplumdaki yankıları nasıl olur?

Toplumun gazeteleri ya da medyayı birtakım şeyleri öğrenmek için mi takip ettiğini düşünüyorsunuz? Normali budur ama hayır değil. İnsanlar kendi düşüncelerinin daha iyi kelimelerle ifade edilmiş biçimini görmek istedikleri için o gazeteleri alıyorlar. Yani o gazetelerde kendilerini seyrediyorlar. Bir şey öğrenme gibi dertleri yok. Öyle dertleri olsa her insanın evine en az 10 gazete girmesi lazım. Şu anda 1 tane zor giriyor. O da kendi ideolojisini, kendi hakaret duygusunu tatmin etmek için giriyor.

“Kes-kopyala-yapıştır gazeteciliği hâkim”

Kimlerin yazılarını takip ediyorsunuz? Bugünün başarılı gazetecileri sizce kimler?

Ben yıllardır gazete almıyorum. Gazeteleri internetten takip etmeye çalışıyorum. Onda da haberlerin hepsini değil sadece detayını bilmek istediğim haberleri okuyorum. Çapraz okumalar yapmaya çalışıyorum. Twitter’da olduğu gibi bir haberin 10’uncu saniyesinde fikrimi belirtecek şeyler yapmamaya çalışıyorum. Artık gazetecilikte takip edilecek pek bir şey kalmadı. Çünkü kes-kopyala-yapıştır gazeteciliği hâkim. İnternet haber siteleri bunda başı çekiyor. Onların özel haber gibi bir derdi yok. Kes-kopyala-yapıştır ile herkes birbirinden çalarak, tıklanma sayısını arttırmaya yönelik üçkağıtlar yapıyorlar. Bunu ilk olarak Habertürk’te rahmetli Ufuk Güldemir yapardı. Flaş flaş flaş diye yazar üstüne tıklardınız. Peki bunu neden yaptırıyor? Sayfanın tıklanması ve sonucunda reklam alabilmesi için. Şimdi artık daha değişik yöntemler de kullanıyorlar ya da ‘o, bu’ ifadelerini başlıkta kullanıyorlar. ‘O ülkede başbakan istifa etti’ gibi… Ya da okura soru soran başlıklar kullanıyorlar. Haberi cümle cümle ayırıp bir fotoğraf bir cümle olarak da yayınlıyorlar. Bunların hepsi hak ihlalidir, sahtekarlıktır, hırsızlıktır. Vakit ve nakit hırsızlığıdır.

“Tiraj rakamları sahte”

Toplum da buna son derece teşne. Instagram ve Twitter’daki insanların haline bir bakın. Aynen o hologramdaki gibi, en küçük parçanın bütünü yansıtması gibi medyada ne varsa toplumda o var. Dolayısıyla ne medyanın siyaset konusunda toplum üzerinde etkisi var ne toplumun medyayı kendine getirme gücü var. 40 yıl önceki gazete satışından kat kat daha düşük gazete satışları. Tirajdan bahsetmiyorum. Tiraj olarak gösterilen rakamların çoğu karton fabrikalarının depolarına gönderilen balya balya o günün satışta olması gereken gazetelerinin satılmış gibi gösterilerek şişirilmesinden ibaret. Dolayısıyla bugün 200-300 bin satan gazetelerin normalde 70-80 ya da 30-40 bin alıcısı var. Rakamların hepsi sahte. Bununla kıyasladığımız zaman 40 yıl önceki gazete satışlarının yarısında az gazete satılıyor. Bu da toplumun ne kadar güvenip güvenmediğini gösterir. Toplumun da medyayı hizaya çekecek gücü yok. Çünkü medya kendi toplumuna güvenmiyor ve tanımıyor.

“Gazetecilerin ellerinde kan var”

Gazetecilerin siyasilerle olan ilişkileri basın özgürlüğünün önünde bir engel midir? Siz de başbakan basın müşavirliği yapmış biri olarak gazeteciler ve siyasetçiler arasındaki iletişimin nasıl olması gerektiğine dair fikirlerinizi söyleyebilir misiniz?

Ben o dönemler düzeni sağlamaya çalışırken bazıları bana ‘sen de mi Ahmet Abi’ derlerdi. Ben de onlara ‘ben burada basının başbakan danışmanı değil, başbakanın basın danışmanıyım’ derdim. Ve benim birinci dereceden görevim başbakan ile basın arasında ilkeli, seviyeli ve mesafeli bir ilişki sağlamaktı. Özellikle mesafeli ilişki sağlamak çok önemli. Bugün gazetecinin kendinin özgür olması lazım. Özgür olabilmesi için kendisini ilkelerle bağlaması lazım. Hürriyet denilen şey insanın kendine sınır koyabilme gücüdür. Haddini bilme meselesidir. Hiç haddini bilmedi gazeteciler bu memlekette. Her şeyi yazıyorsun, terör örgütleri ile ilişkiye giriyorsun, onları destekliyorsun, onlara gazete üzerinden mesaj gönderiyorsun ‘silah bırakma, bu devlet seni kandırıyor’ diye, sonra dava açıldığında da ‘basın özgürlüğü’ diyorsun. Böyle bir sahtekarlık olabilir mi? Bunun adı özgürlük müdür? Bu ülkedeki gazetecilerin ellerinde kan var. Dolayısıyla önce kafada özgür olmak lazım.

“Önce kişisel karakterlerini inşa etmeliler”

Size göre bugünün gazeteciliğinde eksik olan nedir?

Karakter… Bütün gazetecilerin önce kişisel olarak kendi karakterlerini inşa etmeleri lazım. Önce insan olmaları lazım. Henüz hala beşer statüsündesin. Beşerin kelime anlamı ‘deri’ demek. İnsan görünümündesin, henüz insan değilsin. Önce bir karakterini inşa et, insan ol, ondan sonra mesleki karakterini inşa etmeye başla. Sen insan olursa insan gibi gazetecilik yaparsın. İşte o zaman gerçek gazetecilik yaparsın. Ve bu tür gazeteciler çoğalırsa kurumlar etik davranışlar sergilemeye başlar. Bir tek Dördüncü Kuvvet Medya, önce televizyonda sonra internet sitesinde sürekli yazılarla ve programlarla bu ülkede medyada ombudsmanlık kurumunun oluşmasını sağladı. Yani okur temsilciliği. Bunu önce biz dile getirdik. Hatta o dönemde ilk defa ombudsman olan ve Dünya Ombudsmanlar Kurulu’na seçilen arkadaş şu an yurt dışında kaçak vaziyette yaşıyor. Bugün medya okur-yazarlığı dersi konulmuşsa Dördüncü Kuvvet Medya programı ve sitesi sayesindedir. Başbakan danışmanı olduğum sırada kendisi ile yaptığım görüşmeler sonucu konulmuş bir derstir.

Biz promosyon kanunu çıkardık. O kanunu çıkarana kadar Oktay Ekşi, gazetelerin promosyon sahtekarlıkları üzerine kaç kelime etmiş? Edemezdi. Özgür müydü o dönemde de şimdi özgürlükten bahsediyor. Arapların güzel bir sözü vardır, ‘ey nefsinin kölesi’ diye. Bu ülkedeki insanlar nefsinin kölesi. O bakımdan dışarıdan gelen dayatmalardan kimse şikâyet etmesin.

“Bugün özgürlükten bahseden gazeteciler o gün neredeydi?”

Medyanın tekelleştiğini düşünüyor musunuz?

Bu durum yeni başlamadı. Aydın Doğan gazeteleri toplamaya çalışmıyor muydu? Dinç Bilgin bile paçasını kurtaramadı da ancak TMSF üzerinden grubunun Aydın Doğan’ın eline geçmesi önlenebildi. Dağıtımda tekelleşmeyi kim yaptı? Anadolu’daki yerel medyayı tek tek toplayan kimdi? Aydın Doğan’dı. Bugün tekelleşmeden bahsedenlerin o gün hiç sesi çıkıyor muydu? Hayır. O arkadaşlar Aydın Doğan daha fazla gazete toplayabilsin diye başbakan ile görüşme derdindeydi. Başbakanla görüşebilmek için Basın Konseyi üzerinden numaralar çekenlerin isimlerini saydırmasınlar. Oktay Bey bunları çok iyi bilir. Dolayısıyla tekelleşme bugünün derdi değil. Ben 40 yıllık gazetecilik yaşamımda 40’a yakın gazetede çalışmak zorunda kaldım. Kiminden kovuldum kiminden istifa ettim. Bugün benim emekli maaşım bir asgari ücretli işçinin emekli maaşı kadar. Neden? Çünkü sigortanız yatırılmamış ya da eksik yatırılmış. Bugün özgürlükten bahseden gazeteci abilerimiz neredeydi? Bugün özgürlükten, sansürden bahseden gazetecilerin tamamı bu memlekette gazetecilerin sendikasızlaşması için varını yoğunu ortaya koymuştur. Ve hepsi patronlarının yanında yer almıştır. Aydın Doğan’ın televizyon ve gazetelerini garantiye alacak RTÜK kanununu onaylatmak için dönemin başbakanı Bülent Ecevit, Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz ve Devlet Bahçeli’yi sabaha kadar Meclis’te nöbet tutmak zorunda bırakan bugün sansürden bahseden o alçak gazetecilerdir. Artık alçaklığın alemi yok. O arkadaşların servetlerine bakın. Onların eline geçen fırsatların azı geçmedi benim elime. Çok daha büyük fırsatlar elime geçti. Onlar bunu ne ile elde ettiler?

Türkiye’deki gazeteciliğin geleceği konusunda öngörüleriniz nelerdir?

Gazeteciliğin geleceği insanın geleceğine bağlı. Biz bu ülkede kişi kişi kendi karakterimizi inşa etmek zorundayız. Bunun bir formülü var. Rızasız iş yapmamak, hak kavramına riayet etmek. Rıza dediğimiz şey kalbin kabul etmesi anlamına geliyor. Geçmişte buna aykırı iş yapan toplumlar helak edildiler. İnsanların öncelikle kendilerinin hak yememesi, sonra hak yiyenlerden şikâyet etmesi gerekiyor. Kimsenin kimseye söyleyecek sözü yok. Kişiler kendilerini düzeltirse medya da hükümet de kendini düzeltir. Biz kendimizi doğru bir noktaya çekersek bizden sonraki insanlar da bize benzemeye çalışırlar.

“Çoğu insan içine çıkamaz”

Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldiğinde medyanın yüzde beşi bile desteklemiyordu. Şimdi medyanın çoğunluğu iktidardan yana ancak Adalet ve Kalkınma Partisi'nin oyları düşüyor. Bu ters orantıyı neye bağlıyorsunuz?

O dönemde Adalet ve Kalkınma Partisi’ni desteklemeyen veya desteklemiyor görünen arkadaşların başbakanlık özel kalemindeki meselelerini anlatırsam çoğu insan içine çıkamaz. Telefonla hatta korumasının telefonu üzerinden başbakana ulaşıp da basın müşaviri olan beni bunun üzerinden tehdit eden bazı evrensel araştırmacı gazeteciler var. Desteklemek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar ama o dönemde kamu kaynaklarının hortumlanma belası vardı. Bununla ilgili birtakım baskılar yapılıyordu. Hükümet o dönemde onlara direndi. Sonra kendi medyasını oluşturmak için bazı gruplar desteklendi ve desteklenmeye de devam ediyor. Bu doğru, ahlaki, etik, İslami, insani bir şey değildir. Geçmiştekine hayır dediğim gibi bugünküne de hayır diyorum. Medya dediğiniz şeyin hiçbir hükmü yoktur ki yüzdesini konuşalım. Yıllar önce 90’lı yıllarda ben bazı yerlere konferansa davet edilirken genellikle konu başlığını medya ve demokrasi diye oluştururlardı. Ben de konuşmama hep aynı şekilde başlardım. ‘Türkiye’de olmayan iki şey için burada 2 saat konuşmaya geldim’ derdim. Hiç olmadı ve şu anda da benim açımdan hiç hükmündedir.