EN ÇOK OKUNAN KÖŞE YAZARI NASIL OLUNUR? İŞTE MEDYA BORSASININ KURALLARI!
En çok okunan köşe yazarları kendi kendilerine mi okunuyor sanıyorsunuz? Sorunun cevabı Habertürk yazarı Balçiçek İlter'in yazısında...
Borsa
Medyanın neredeyse her köşesinde çalışmış, başarılı işlere imza atmış bir meslektaşımla konuşuyorduk… Söz dönüp dolaşıp medya kıskançlıklarına, atışmalarına, gülümseyip arkadan vurmalara geldi… Malzeme bol… Hem de ne bol!
Umur Talu ilk taşı attı aslında, bizlere, biz yaşça onlardan geride gelenlere seslendi…
“Ne zaman oldunuz?” dedi. Niyeyse üstüne alınması gerekenler alınmadı, ben ve benim gibiler, hiç ilgisi yokken, takkeyi önümüze alıp düşünmeye başladık kara kara…
Vicdanımızı sorgulamaya başladık…
“Biz neredeyiz, neye hizmet ediyoruz?” diye mırıldandık durduk.
O gün o arkadaşımla Borsa Restoran’da yemek yerken, şöyle bir Dolmabahçe’ye doğru baktım… Dünyanın en güzel manzaralarından birine… “Nedir paylaşamadığımız?” diye düşündüm. Hepimizin bir hesabı, hepimizin bir acısı var içinde bir yerlerde… İnsanoğlu bu… Sadece güdüleriyle yaşar. Yaşar yaşamasına da hayvanlardan bizi ayıran nedir o zaman?
x
Dün Mehveş’in (Evin) “Dişi Çölaşanlar” yazısını okurken aklıma düştü…
Bu medya değil miydi, Emin Çölaşan’ı ve yazdıklarını yıllarca baş tacı eden? En çok okunan köşe yazarları kendi kendilerine mi okunuyor sanıyorsunuz? Hiç mi pazarlanmıyorlar, hiç mi sunulmuyor, hiç mi destek almıyorlar? Komik olmayın… Gününe, zamanına, konjonktüre göre bir sunuş şekli var o köşe yazarını… İnternet sayfasında görünür kılmaktan tutun da, reklamlara, haklarında yapılan medya haberlerine, magazin dayatmalarına, birinci sayfa anonslarına, diğer gazetelerdeki haber desteklerine, dergi mülakatları omuz vermelerine kadar her şey ama her şey etkili… Sonrasında tutan tutuyor, tutmayan kıyıda köşede… Kimse kimseyi kandırmasın, oyunun kuralı bu. Oyunda kalmak isteyen herkes öyle ya da böyle bir kenarından tutturup gidiyor işte… En uygun seçeneği kendisine işaretleyerek…
Kimi kimine saldırıyor, hatta hedef gösteriyor… Kimi bir ötekinin gazına geliyor, kaleminin medyada temizlik harekatı, şeffaflık anlayışına hizmet ettiğini sanıyor. Bir öteki vicdanlara sığınarak kendini rahatlatmaya çalışıyor, zaman zaman kantarın endazesini kaçırdığının farkına varmadan… Herkesin oyunu, herkesin kalemi, herkesin yüreği kendisine oysa…
Borsa gibi… Gazetecinin kağıdı düşüyor ya da yükseliyor…
Biraz düştüğünü hisseden sarılıyor elinde ne varsa, ona…
Hakaret, vicdansızlık, eleştiri, acımasızlık diz boyu…
Ve ne yazıktır ki memlekette değişen bir şey yok…
Ağabeylerimiz, ablalarımız gibi biz de aynı sudan içmişiz…
İşimize geldiği gibi…
Ağzımızda aynı acı tat… Nedir alıp veremediğimiz, nedir paylaşamadığımız…
Nedir o güdü… Nedir tetiği çekmemize sebep? Hepimiz kendi halinde, kendi çevresinde sevilip kucaklanan, hoş tutulan, iyi insan olarak anılan isimlerken, ne oluyor da canavarlaşıyoruz birden?
Genlerimize mi işlemiş kötülük…
Oysa bir fark etsek ki asıl tükenen biziz… Yanına keyifle her çentik attığımız isimle birlikte asıl bizden kopup gidiyor bir şeyler… Etlerimiz lime lime dökülüyor ve biz gülümsemeye devam ediyoruz kibirle…
Özgür sanıyoruz kendimizi, oysa bize ayrılan çemberin genişliğinde koşturup duruyoruz sadece… Çember bazen genişliyor bazen daralıyor ama çember işte! Ne konuşuyoruz ki?
x
Pazar pazar içinizi sıktıysam kusura bakmayın… Dünyanın en güzel manzarasına uzaktan bakan Borsa Restoran’ı öneririm size… Örneğin iftar için… Patlıcanlı mezelerini, minik pidelerini, zeytinyağlı enginarı, baklayı ve küşlemeyi… Onca insan açlıkla boğuşurken şanslı sayalım kendimizi böylesine güzel tatlara sahip olduğumuz için… Dünyanın sayılı lezzetleri, İstanbul’da burnumuzun dibinde olduğu için… Yemek masaları kavgayı gürültüyü değil de sohbeti hatırlattığı ve bizler, sofralarımızı paylaşmaya meraklı olduğumuz için…
Ve ne olur ağzımın tadını biz bozmayalım bari… Aramızdaki zehirlere son verelim, zaten yeterince kötü şeyler oluyor memlekette…
Balçiçek İlter/Gazete Habertürk
Medyanın neredeyse her köşesinde çalışmış, başarılı işlere imza atmış bir meslektaşımla konuşuyorduk… Söz dönüp dolaşıp medya kıskançlıklarına, atışmalarına, gülümseyip arkadan vurmalara geldi… Malzeme bol… Hem de ne bol!
Umur Talu ilk taşı attı aslında, bizlere, biz yaşça onlardan geride gelenlere seslendi…
“Ne zaman oldunuz?” dedi. Niyeyse üstüne alınması gerekenler alınmadı, ben ve benim gibiler, hiç ilgisi yokken, takkeyi önümüze alıp düşünmeye başladık kara kara…
Vicdanımızı sorgulamaya başladık…
“Biz neredeyiz, neye hizmet ediyoruz?” diye mırıldandık durduk.
O gün o arkadaşımla Borsa Restoran’da yemek yerken, şöyle bir Dolmabahçe’ye doğru baktım… Dünyanın en güzel manzaralarından birine… “Nedir paylaşamadığımız?” diye düşündüm. Hepimizin bir hesabı, hepimizin bir acısı var içinde bir yerlerde… İnsanoğlu bu… Sadece güdüleriyle yaşar. Yaşar yaşamasına da hayvanlardan bizi ayıran nedir o zaman?
x
Dün Mehveş’in (Evin) “Dişi Çölaşanlar” yazısını okurken aklıma düştü…
Bu medya değil miydi, Emin Çölaşan’ı ve yazdıklarını yıllarca baş tacı eden? En çok okunan köşe yazarları kendi kendilerine mi okunuyor sanıyorsunuz? Hiç mi pazarlanmıyorlar, hiç mi sunulmuyor, hiç mi destek almıyorlar? Komik olmayın… Gününe, zamanına, konjonktüre göre bir sunuş şekli var o köşe yazarını… İnternet sayfasında görünür kılmaktan tutun da, reklamlara, haklarında yapılan medya haberlerine, magazin dayatmalarına, birinci sayfa anonslarına, diğer gazetelerdeki haber desteklerine, dergi mülakatları omuz vermelerine kadar her şey ama her şey etkili… Sonrasında tutan tutuyor, tutmayan kıyıda köşede… Kimse kimseyi kandırmasın, oyunun kuralı bu. Oyunda kalmak isteyen herkes öyle ya da böyle bir kenarından tutturup gidiyor işte… En uygun seçeneği kendisine işaretleyerek…
Kimi kimine saldırıyor, hatta hedef gösteriyor… Kimi bir ötekinin gazına geliyor, kaleminin medyada temizlik harekatı, şeffaflık anlayışına hizmet ettiğini sanıyor. Bir öteki vicdanlara sığınarak kendini rahatlatmaya çalışıyor, zaman zaman kantarın endazesini kaçırdığının farkına varmadan… Herkesin oyunu, herkesin kalemi, herkesin yüreği kendisine oysa…
Borsa gibi… Gazetecinin kağıdı düşüyor ya da yükseliyor…
Biraz düştüğünü hisseden sarılıyor elinde ne varsa, ona…
Hakaret, vicdansızlık, eleştiri, acımasızlık diz boyu…
Ve ne yazıktır ki memlekette değişen bir şey yok…
Ağabeylerimiz, ablalarımız gibi biz de aynı sudan içmişiz…
İşimize geldiği gibi…
Ağzımızda aynı acı tat… Nedir alıp veremediğimiz, nedir paylaşamadığımız…
Nedir o güdü… Nedir tetiği çekmemize sebep? Hepimiz kendi halinde, kendi çevresinde sevilip kucaklanan, hoş tutulan, iyi insan olarak anılan isimlerken, ne oluyor da canavarlaşıyoruz birden?
Genlerimize mi işlemiş kötülük…
Oysa bir fark etsek ki asıl tükenen biziz… Yanına keyifle her çentik attığımız isimle birlikte asıl bizden kopup gidiyor bir şeyler… Etlerimiz lime lime dökülüyor ve biz gülümsemeye devam ediyoruz kibirle…
Özgür sanıyoruz kendimizi, oysa bize ayrılan çemberin genişliğinde koşturup duruyoruz sadece… Çember bazen genişliyor bazen daralıyor ama çember işte! Ne konuşuyoruz ki?
x
Pazar pazar içinizi sıktıysam kusura bakmayın… Dünyanın en güzel manzarasına uzaktan bakan Borsa Restoran’ı öneririm size… Örneğin iftar için… Patlıcanlı mezelerini, minik pidelerini, zeytinyağlı enginarı, baklayı ve küşlemeyi… Onca insan açlıkla boğuşurken şanslı sayalım kendimizi böylesine güzel tatlara sahip olduğumuz için… Dünyanın sayılı lezzetleri, İstanbul’da burnumuzun dibinde olduğu için… Yemek masaları kavgayı gürültüyü değil de sohbeti hatırlattığı ve bizler, sofralarımızı paylaşmaya meraklı olduğumuz için…
Ve ne olur ağzımın tadını biz bozmayalım bari… Aramızdaki zehirlere son verelim, zaten yeterince kötü şeyler oluyor memlekette…
Balçiçek İlter/Gazete Habertürk