EMEK SİNEMASI, BU KADAR POHPOHLANMAYI GERÇEKTEN DE HAK EDİYOR MU?
"Nostaljik sinema salonumuz kapanması edebiyatı yapanların çoğu dibine kadar palavracı adam ve kadınlardır!" Yeni Şafak sinema yazarı Ali Murat Güven'den ağır eleştiri...
Haftalardan beri, sinema sektöründe bir "Beyoğlu-Emek Sineması yıkılmasın" tantanasıdır sürüp gidiyor. Hayatının son 35 yılında anılan salonda yüzlerce film seyretmiş, doğma-büyüme "İstanbullu" bir sinemasever olarak, ben de bu kavga-gürültüyü sahne gerisinden sessizce, fakat büyük bir ilgiyle takip etmekteyim.
Kimler konuşmuyor ki yaşanan hengame içinde... Emek Sineması’na hayatı boyunca bir kez bile adım atmadan kalabalığın gazına gelip başka şehirlerden ahkâm kesen yeniyetme sinemaseverler mi istersiniz, yoksa son 15 yıldır İstanbul Film Festivali’nin kapanış töreni haricinde Emek’e hiç uğramamış, bütün sinemaseverlik hayatları Dolmabahçe G-Mall salonlarında geçerken yılda tek bir atış üzerinden "Nostaljik sinema salonumuz kapanmasın" edebiyatı yapanlar mı...
Şu gerçek çok iyi bilinsin ki bunların çoğu dibine kadar palavracı adam ve kadınlardır.
Ne sinemasal hatıralara karşı gerçek anlamda bir sadâkatleri vardır, ne de "klas bir sinema salonu"nun hangi olmazsa olmazlara sahip olması gerektiğine ilişkin derinlemesine teknik bilgileri...
Yaptıkları tek şey, "siyasal iktidara ölümüne muhalefet" modasına uymak ve Beyoğlu Belediyesi gibi bazı kurumsal adreslerin (bunlar sırf Ak Parti’li olduğu için) mantıklı-mantıksız her önermesine kanlarının son damlasına kadar karşı çıkmaktır.
Dediğim gibi, ben bu şehrin çocuğuyum. Ve uğruna bunca patırtı kopartılan o "muhteşem" sinema salonunda film izlemek için de ta ilkokul yıllarımdan itibaren sayamayacağım kadar çok sabah, evden -anneme çaktırmadan- okula gider gibi çıkıp soluğu İstiklâl Caddesi’nde almış, Beyoğlu-Saray Pastanesi’nde yiyip içtiğim poğaça ve çaylar eşliğinde Emek’teki 11.00-13.00 seansının başlamasını sinsice beklemiş biriyim. Eğer ki bütün bir ortaöğrenim hayatım boyunca fizik, kimya ve matematik derslerim 3’ün üzerine çıkamamışsa, sürekli bütünlemeler ve kurul kararlarıyla geçmişsem, Emek Sineması bunun baş müsebbiplerinden biridir!
Orada, henüz ilkokula giderken Yull Brynner ve Kirk Douglas’ın karşılıklı döktürdükleri 1970 yapımı "Dünyanın Ucundaki Fener"i izlerken kalbimin heyecandan küt küt attığını daha dün gibi hatırlıyorum. Var mı böyle bir filmi hatırlayan, bugün Emek’in önünde gösteriler yapan "Post-Matrix" kuşağının içinde?
İngiliz Hammer şirketinin bir dönem bütün dünyada pek moda olan Peter Cushing ve Christopher Lee’li vampir filmlerile ilk kez Emek’in perdesindeki "ikinci vizyon" gösterilerde tanışıp, koltuğumda korkudan tırsıp kalmıştım...
Alan Parker’ın "The Wall"unu da yine ilk kez orada izleyip, salonun en arka sıralarında Pink Floyd’un "Comfortably Numb" şarkısı eşliğinde hüngür hüngür ağlamıştım...
1992 yılında, bugünkü hayat arkadaşımla ilk buluşmamın adresi bile yine Emek olmuştu; kendisine evlenme teklifimi o perdede birlikte izlediğimiz "Kız Arkadaşım" filminin çıkışında, İstiklâl Caddesi’nde çekingen adımlarla yan yana yürürken yapmıştım...
Emek’in hatıralarıma attığı çentikler bunlarla da sınırlı değil... 1983 yılında, İtalyan besteci Georgio Moroder’in elektronik müziklerle bezeyip özel bir yöntemle renklendirdiği siyah-beyaz bilim-kurgu klasiği "Metropolis"i de hayattaki en has dostlarımdan biriyle yine ilk kez orada izlemiştim. Cebimizde yalnızca Beyoğlu’na çıkacak ve filme iki adet bilet alacak kadar paramız vardı. İstiklâl’e gitmiş, filmi de keyifle izlemiş, sonrasında ise midemiz açlıktan guruldarken, kendimizi Beyoğlu’ndan aşağılara vurup, bir sürü tekinsiz varoş mahallesini tabanvayla aşarak Gaziosmanpaşa’daki evlerimize ta gece yarısı ulaşabilmiştik.
İyi adam Chuck Norris’in kötü adam David Carradine’ı esaslı bir dövüşün sonunda hacamat ettiği "Yalnız Kurt McQuade"ı izlemek üzere okulu kırıp Emek’e kaçtığım o 1984 sonbaharından mı söz edeyim? Yoksa, yönetmen ağabeyimiz Mesut Uçakan’ın "Anne ya da Leyla"sının galasını Beyoğlu’nun en havalı sinemasında yapmasına çocuklar gibi sevindiğimiz o 2006 ilkbaharından mı?
Sizlere Emek’le ilişkili hangi hatıramı anlatsam bilmem ki...
Fazla söze hacet yok; İstanbul’da Emek Sineması üzerine içini doldurarak konuşabilecek 1000 kişi var ise, o 1000 kişinin arasında rahatlıkla yer alacak kadar çok "emeğim", "zamanım" ve "param" geçmiştir mâlûm sinema salonuna... Dahası, o mekânın tarihçesini, bir ara 70 mm’lik geniş perde filmleri oynattığı özel bir projeksiyon makinesi getirtmesine kadar bilirim.
O yüzden de diyorum ki, konuşanlar boş konuşuyor.
Çünkü Emek 1970’lerde "muhteşem bir sinema"ydı.
1980’lerde "çok güzel bir sinema"ya dönüştü.
1990’larda, her köşesine hatıralarımızın sindiği "idare eder bir sinema" konumuna geriledi.
Ve nihayet, 2000’lerle birlikte "her açıdan çağın gerisinde kalmış, kötü yönetilen, kötü projeksiyon yapan, asık suratlı, sevimsiz, hattâ son dönemlerinde düpedüz lanet bir sinema" hâline geldi. Yani, bütün ölümlüler gibi doğal hayatını yaşadı ve en sonunda da ölüm saatine ulaştı.
2004 yılı yazında, çoluğumu çocuğumu ta anasının nikâhındaki evimden taksiye doluşturup "Örümcek Adam-2"ye götürdüğüm bir akşam, berbat bir projeksiyonla oynattılar o astronomik bütçeli güzelim filmi... İlk yarı bittiğinde (tanıyanların pek iyi tanıdığı, müşteriye karşı burnundan kıl aldırmayan) meşhur müdürünün odasına gittim ve "Muhterem beyefendi" dedim, "Makinistiniz filmi flû oynatıyor. Ayrıca, salondaki Dolby Dijital sistemi de açık değil, filmin seslerini mono olarak duyuyoruz. Yazık değil mi, burası Emek sineması! Sizin salonunuzda film izlemek için İstanbul’un ta öteki ucundan geldik!"
Hazret, "Evet, burası Emek!" diyerek kükredi bana, "Ve burada asla hatalı projeksiyon yapılmaz. Siz yanlış görmüşsünüz! Bilip bilmeden konuşmayın lütfen!"
Öyle bir adamdı ki bu zat, ona sinemayla ilgili herhangi bir şikayet iletmeye gelen herkese peşinen "kıro" muamelesi yapardı. Nitekim, benim gibi film makinesi optiğinin kitabını yazmış bir pelikül manyağına da aynı muameleyi çekmeye kalktı. Üstelik, eşimin ve çocuklarımın yanında! Yaklaşık beş dakikalık sözlü münakaşımızdan sonra, olaya son noktayı koyması için makinisti zorla müdürün odasına çağırttım. Gelen görevli, "Müşterimiz doğru söylüyor müdürüm, perdemizle oynatıcımız arasında çok ciddi bir eğim farkı var. Bu da resmin üst tarafını netlediğimde altının flû kalmasına yol açıyor. Açı farkını ne yapıp edip düzelttirmemiz lâzım. Ayrıca, Dolby Dijital anfisi de bozuk, onu da yaptıramadığımız için ses mono veriliyor salona..."
Burnundan kıl aldırmayan artist müdür, bu cevabı duyunca mosmor oldu; fakat yaptığı o içi boş tafra için benden özür dileme gereği falan da duymadı.
Bu tatsız tartışmadan sonra uzunca bir süre gitmedim Emek’e... Son gidişim ise "Haydi bakalım, bir kez daha deneyelim, belki düzelmişlerdir" diyerek 2007 yılında, yönetmen Ömer Vargı’nın "Kabadayı"sı vesilesiyle gerçekleşti. Yine eşimle ve çocuklarımla birlikteydim, yine gidiş-dönüş 150 kilometre yol tepmiş ve eşek yüküyle taksi parası ödemiştim. O serin sonbahar gecesinde ailecek resmen donduk salonda... Çıktığımda da oraya bir daha asla adım atmamaya yemin ettim!
Çocukluğuma damgasını vurmuş olan bu sinemayı ilerleyen günlerde gönlümden öylesine silmiştim ki kapandığını bile bu son tantanalardan sonra fark ettim. Düşünün, sıkı bir sinemasever olarak o kadar unutmuşum bu salonun varlığını da, oraya gitmeyi de...
Niye gideyim ki kardeşim? Şehirde birbirinden güzel, birbirinden kaliteli sinemalar varken, niye oraya gidip de paramla rezil olayım? Sözgelimi Nişantaşı-City’s... İlk kez "Uzak İhtimâl"in galası vesilesiyle tanıştığım bu çok salonlu sinemada resmen dibim düştü. O nasıl bir perdedir, o nasıl bir görüntü netliğidir, o nasıl bir ses kalitesidir öyle! Büfeden el yakmayan özel köpük bardaktaki kahveni alıyor ve kırmızı kadife koltuklara gömülerek filmin içine dalıyorsun... Ki İstanbul’un bazı elit semtlerinde ondan bile daha iyi salonlar var artık... Üstelik, Emek’le aynı bilet fiyatına!
Emin olun, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde, "tarihî bina" oluşunun üzerine bu kadar yatıp da böylesine hak etmediği bir imtiyaz elde eden bir başka işletme daha yoktur. Emek, en az 10-15 yıldır hizmet kalitesiyle falan değil, düpedüz o cicili bicili tavan dekorunun rantını yiyen bir sinema olageldi.
Festivallerde tam dolduğunda içeride 1400 kişinin olduğu bir salon düşünün... Ki bunların bazıları dünyaca ünlü oyuncular, yönetmenler... O 1400 kişi için yerin iki kat altında, duvarları simsiyah sevimsiz fayanslarla kaplı tek kişilik bir erkek tuvaleti var; yanında da yine tek kişilik bir kadın tuvaleti... Millet, verilen arada kuyruğa giriyor, daha çişini yapamadan film yeniden başlıyor. Hollywood’un efsanevî oyuncularından Harvey Keitel’ın 2006’daki festivalde o tuvalette dakikalarca sıra bekleyip, sonunda güçlükle içeri girebildiğini bilirim!
Hele de tuvalet girişinde oturup millete para karşılığı kolonya ve peçete dağıtan abla, bu alaturka dekoru tam anlamıyla pekiştirirdi. Yahu, bu devirde kapalı bir mekânda, bir sinema salonunda ihtiyaç giderdiğin için tuvaletçiye para vermek diye bir uygulama mı kalmış, 1970’lerin Çakıl ya da Maksim gazinolarını andıran o bozuk para dolu tabak nedir öyle be kardeşim?
"Teşrifatçı" ekibini zaten hiç sormayacaksın... Festivaller dahil istisnasız her döneminde müşteriden mutlaka bahşiş alan, alamadığında da dik dik bakıp homurdanan, bazen işi iyice uzatıp tartışmaya giren, sürekli mutsuz ve asık durumdaki bir dizi surat... Nihayetinde, bu çağdışı hizmet anlayışını tamamlayan o dikey çizgili acayip takım elbiseler...
Velhasıl, Emek Sineması’nın bu çağda hâlâ "çok iyi bir sinema olduğunu" savunan her Allah’ın kuluyla, akla gelebilecek bütün platformlarda "Emek’in artık hiç de matah bir sinema olmadığı" kavgasını büyük bir zevkle veririm.
Ailemle birlikte yaşadığım her hafta sonu sinema eğlencesi bana minimum 150-200 TL’ye mâloluyorsa, bu paranın karşılığında ne düzeyde bir hizmet kalitesi aldığımı sorgulama hakkına da sahibim. Sinemalar, çağdaş gelişmelere sürekli ayak uydurmak zorunda olan ticarî işletmelerdir. Uyabiliyorlarsa yaşarlar, uyamadıklarında da kapanırlar. "Kötü bir sinema"yla "kötü bir lokanta" arasında, insana çektirdiği ısdırap ve verdiği maddî-manevî zararlar açısından herhangi bir fark yoktur. "Biz çok nostaljik bir salonuz, tavan süslemelerimiz İstanbul’da tektir, o yüzden de her türlü ilkelliğimizi, müşteriye karşı sergilediğimiz afra tafrayı, ilkel film gösterim teknolojimizi sineye çekeceksiniz" diyen bir sinemaya asla gitmem. Çünkü, aynı zamanı, aynı enerjiyi ve aynı parayı Mecidiyeköy-Profilo AFM’lerine ya da Nişantaşı-City’s salonlarına harcadığımda, hem bahşiş kabul etmeyen genç ve güler yüzlü bir personel tarafından karşılanıyorum, hem iki saat boyunca jilet gibi bir perdede, muhteşem bir ses çıkışı eşliğinde, üşümeden ya da sıcaktan bunalmadan zevkle film izliyorum, hem de ücret alınmayan (ve her saat başı temizlenen) steril tuvaletlerde ihtiyaç gideriyorum.
Bu söylediklerimin ne denli doğru olduğunu, haftalardır "Emek kapanmasın" protestosu yapan kitle de çok iyi biliyor aslında... O protestoların sahiplerinin yarısı bile İstanbul’da sinemaya giderken düzenli olarak Emek’i seçselerdi, Emek zaten bugün yaşıyor olurdu. Yıkılacağı için falan değil, yıkımdan çok önce gideni geleni kalmadığı için sinek avlayan bir mekâna dönüştü, nihayetinde de kapandı orası...
O yüzden, Emek’in yıkılıp, eski mimarî yapısı büyük ölçüde benzeşecek bir projeyle, fakat film gösterim teknolojisi ve işletim mantığı ise kökten değişmiş bir hâlde, aynı noktada silbaştan yeniden inşâ edilmesi çabasına bütün kalbimle destek veriyorum. İnsana saygılı ve kaliteli bir salon hizmete girdikten sonra, bunun düz ayak olmasıyla üst katta olması arasında hiç bir fark yoktur.
Hayatta yalnızca hatıralarla yaşanmaz. "Sinema salonu" söz konusu olunca, zamanımın, paramın ve bir müşteri olarak sadâkatimin tam karşılığını istiyorum!
Kimler konuşmuyor ki yaşanan hengame içinde... Emek Sineması’na hayatı boyunca bir kez bile adım atmadan kalabalığın gazına gelip başka şehirlerden ahkâm kesen yeniyetme sinemaseverler mi istersiniz, yoksa son 15 yıldır İstanbul Film Festivali’nin kapanış töreni haricinde Emek’e hiç uğramamış, bütün sinemaseverlik hayatları Dolmabahçe G-Mall salonlarında geçerken yılda tek bir atış üzerinden "Nostaljik sinema salonumuz kapanmasın" edebiyatı yapanlar mı...
Şu gerçek çok iyi bilinsin ki bunların çoğu dibine kadar palavracı adam ve kadınlardır.
Ne sinemasal hatıralara karşı gerçek anlamda bir sadâkatleri vardır, ne de "klas bir sinema salonu"nun hangi olmazsa olmazlara sahip olması gerektiğine ilişkin derinlemesine teknik bilgileri...
Yaptıkları tek şey, "siyasal iktidara ölümüne muhalefet" modasına uymak ve Beyoğlu Belediyesi gibi bazı kurumsal adreslerin (bunlar sırf Ak Parti’li olduğu için) mantıklı-mantıksız her önermesine kanlarının son damlasına kadar karşı çıkmaktır.
Dediğim gibi, ben bu şehrin çocuğuyum. Ve uğruna bunca patırtı kopartılan o "muhteşem" sinema salonunda film izlemek için de ta ilkokul yıllarımdan itibaren sayamayacağım kadar çok sabah, evden -anneme çaktırmadan- okula gider gibi çıkıp soluğu İstiklâl Caddesi’nde almış, Beyoğlu-Saray Pastanesi’nde yiyip içtiğim poğaça ve çaylar eşliğinde Emek’teki 11.00-13.00 seansının başlamasını sinsice beklemiş biriyim. Eğer ki bütün bir ortaöğrenim hayatım boyunca fizik, kimya ve matematik derslerim 3’ün üzerine çıkamamışsa, sürekli bütünlemeler ve kurul kararlarıyla geçmişsem, Emek Sineması bunun baş müsebbiplerinden biridir!
Orada, henüz ilkokula giderken Yull Brynner ve Kirk Douglas’ın karşılıklı döktürdükleri 1970 yapımı "Dünyanın Ucundaki Fener"i izlerken kalbimin heyecandan küt küt attığını daha dün gibi hatırlıyorum. Var mı böyle bir filmi hatırlayan, bugün Emek’in önünde gösteriler yapan "Post-Matrix" kuşağının içinde?
İngiliz Hammer şirketinin bir dönem bütün dünyada pek moda olan Peter Cushing ve Christopher Lee’li vampir filmlerile ilk kez Emek’in perdesindeki "ikinci vizyon" gösterilerde tanışıp, koltuğumda korkudan tırsıp kalmıştım...
Alan Parker’ın "The Wall"unu da yine ilk kez orada izleyip, salonun en arka sıralarında Pink Floyd’un "Comfortably Numb" şarkısı eşliğinde hüngür hüngür ağlamıştım...
1992 yılında, bugünkü hayat arkadaşımla ilk buluşmamın adresi bile yine Emek olmuştu; kendisine evlenme teklifimi o perdede birlikte izlediğimiz "Kız Arkadaşım" filminin çıkışında, İstiklâl Caddesi’nde çekingen adımlarla yan yana yürürken yapmıştım...
Emek’in hatıralarıma attığı çentikler bunlarla da sınırlı değil... 1983 yılında, İtalyan besteci Georgio Moroder’in elektronik müziklerle bezeyip özel bir yöntemle renklendirdiği siyah-beyaz bilim-kurgu klasiği "Metropolis"i de hayattaki en has dostlarımdan biriyle yine ilk kez orada izlemiştim. Cebimizde yalnızca Beyoğlu’na çıkacak ve filme iki adet bilet alacak kadar paramız vardı. İstiklâl’e gitmiş, filmi de keyifle izlemiş, sonrasında ise midemiz açlıktan guruldarken, kendimizi Beyoğlu’ndan aşağılara vurup, bir sürü tekinsiz varoş mahallesini tabanvayla aşarak Gaziosmanpaşa’daki evlerimize ta gece yarısı ulaşabilmiştik.
İyi adam Chuck Norris’in kötü adam David Carradine’ı esaslı bir dövüşün sonunda hacamat ettiği "Yalnız Kurt McQuade"ı izlemek üzere okulu kırıp Emek’e kaçtığım o 1984 sonbaharından mı söz edeyim? Yoksa, yönetmen ağabeyimiz Mesut Uçakan’ın "Anne ya da Leyla"sının galasını Beyoğlu’nun en havalı sinemasında yapmasına çocuklar gibi sevindiğimiz o 2006 ilkbaharından mı?
Sizlere Emek’le ilişkili hangi hatıramı anlatsam bilmem ki...
Fazla söze hacet yok; İstanbul’da Emek Sineması üzerine içini doldurarak konuşabilecek 1000 kişi var ise, o 1000 kişinin arasında rahatlıkla yer alacak kadar çok "emeğim", "zamanım" ve "param" geçmiştir mâlûm sinema salonuna... Dahası, o mekânın tarihçesini, bir ara 70 mm’lik geniş perde filmleri oynattığı özel bir projeksiyon makinesi getirtmesine kadar bilirim.
O yüzden de diyorum ki, konuşanlar boş konuşuyor.
Çünkü Emek 1970’lerde "muhteşem bir sinema"ydı.
1980’lerde "çok güzel bir sinema"ya dönüştü.
1990’larda, her köşesine hatıralarımızın sindiği "idare eder bir sinema" konumuna geriledi.
Ve nihayet, 2000’lerle birlikte "her açıdan çağın gerisinde kalmış, kötü yönetilen, kötü projeksiyon yapan, asık suratlı, sevimsiz, hattâ son dönemlerinde düpedüz lanet bir sinema" hâline geldi. Yani, bütün ölümlüler gibi doğal hayatını yaşadı ve en sonunda da ölüm saatine ulaştı.
2004 yılı yazında, çoluğumu çocuğumu ta anasının nikâhındaki evimden taksiye doluşturup "Örümcek Adam-2"ye götürdüğüm bir akşam, berbat bir projeksiyonla oynattılar o astronomik bütçeli güzelim filmi... İlk yarı bittiğinde (tanıyanların pek iyi tanıdığı, müşteriye karşı burnundan kıl aldırmayan) meşhur müdürünün odasına gittim ve "Muhterem beyefendi" dedim, "Makinistiniz filmi flû oynatıyor. Ayrıca, salondaki Dolby Dijital sistemi de açık değil, filmin seslerini mono olarak duyuyoruz. Yazık değil mi, burası Emek sineması! Sizin salonunuzda film izlemek için İstanbul’un ta öteki ucundan geldik!"
Hazret, "Evet, burası Emek!" diyerek kükredi bana, "Ve burada asla hatalı projeksiyon yapılmaz. Siz yanlış görmüşsünüz! Bilip bilmeden konuşmayın lütfen!"
Öyle bir adamdı ki bu zat, ona sinemayla ilgili herhangi bir şikayet iletmeye gelen herkese peşinen "kıro" muamelesi yapardı. Nitekim, benim gibi film makinesi optiğinin kitabını yazmış bir pelikül manyağına da aynı muameleyi çekmeye kalktı. Üstelik, eşimin ve çocuklarımın yanında! Yaklaşık beş dakikalık sözlü münakaşımızdan sonra, olaya son noktayı koyması için makinisti zorla müdürün odasına çağırttım. Gelen görevli, "Müşterimiz doğru söylüyor müdürüm, perdemizle oynatıcımız arasında çok ciddi bir eğim farkı var. Bu da resmin üst tarafını netlediğimde altının flû kalmasına yol açıyor. Açı farkını ne yapıp edip düzelttirmemiz lâzım. Ayrıca, Dolby Dijital anfisi de bozuk, onu da yaptıramadığımız için ses mono veriliyor salona..."
Burnundan kıl aldırmayan artist müdür, bu cevabı duyunca mosmor oldu; fakat yaptığı o içi boş tafra için benden özür dileme gereği falan da duymadı.
Bu tatsız tartışmadan sonra uzunca bir süre gitmedim Emek’e... Son gidişim ise "Haydi bakalım, bir kez daha deneyelim, belki düzelmişlerdir" diyerek 2007 yılında, yönetmen Ömer Vargı’nın "Kabadayı"sı vesilesiyle gerçekleşti. Yine eşimle ve çocuklarımla birlikteydim, yine gidiş-dönüş 150 kilometre yol tepmiş ve eşek yüküyle taksi parası ödemiştim. O serin sonbahar gecesinde ailecek resmen donduk salonda... Çıktığımda da oraya bir daha asla adım atmamaya yemin ettim!
Çocukluğuma damgasını vurmuş olan bu sinemayı ilerleyen günlerde gönlümden öylesine silmiştim ki kapandığını bile bu son tantanalardan sonra fark ettim. Düşünün, sıkı bir sinemasever olarak o kadar unutmuşum bu salonun varlığını da, oraya gitmeyi de...
Niye gideyim ki kardeşim? Şehirde birbirinden güzel, birbirinden kaliteli sinemalar varken, niye oraya gidip de paramla rezil olayım? Sözgelimi Nişantaşı-City’s... İlk kez "Uzak İhtimâl"in galası vesilesiyle tanıştığım bu çok salonlu sinemada resmen dibim düştü. O nasıl bir perdedir, o nasıl bir görüntü netliğidir, o nasıl bir ses kalitesidir öyle! Büfeden el yakmayan özel köpük bardaktaki kahveni alıyor ve kırmızı kadife koltuklara gömülerek filmin içine dalıyorsun... Ki İstanbul’un bazı elit semtlerinde ondan bile daha iyi salonlar var artık... Üstelik, Emek’le aynı bilet fiyatına!
Emin olun, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde, "tarihî bina" oluşunun üzerine bu kadar yatıp da böylesine hak etmediği bir imtiyaz elde eden bir başka işletme daha yoktur. Emek, en az 10-15 yıldır hizmet kalitesiyle falan değil, düpedüz o cicili bicili tavan dekorunun rantını yiyen bir sinema olageldi.
Festivallerde tam dolduğunda içeride 1400 kişinin olduğu bir salon düşünün... Ki bunların bazıları dünyaca ünlü oyuncular, yönetmenler... O 1400 kişi için yerin iki kat altında, duvarları simsiyah sevimsiz fayanslarla kaplı tek kişilik bir erkek tuvaleti var; yanında da yine tek kişilik bir kadın tuvaleti... Millet, verilen arada kuyruğa giriyor, daha çişini yapamadan film yeniden başlıyor. Hollywood’un efsanevî oyuncularından Harvey Keitel’ın 2006’daki festivalde o tuvalette dakikalarca sıra bekleyip, sonunda güçlükle içeri girebildiğini bilirim!
Hele de tuvalet girişinde oturup millete para karşılığı kolonya ve peçete dağıtan abla, bu alaturka dekoru tam anlamıyla pekiştirirdi. Yahu, bu devirde kapalı bir mekânda, bir sinema salonunda ihtiyaç giderdiğin için tuvaletçiye para vermek diye bir uygulama mı kalmış, 1970’lerin Çakıl ya da Maksim gazinolarını andıran o bozuk para dolu tabak nedir öyle be kardeşim?
"Teşrifatçı" ekibini zaten hiç sormayacaksın... Festivaller dahil istisnasız her döneminde müşteriden mutlaka bahşiş alan, alamadığında da dik dik bakıp homurdanan, bazen işi iyice uzatıp tartışmaya giren, sürekli mutsuz ve asık durumdaki bir dizi surat... Nihayetinde, bu çağdışı hizmet anlayışını tamamlayan o dikey çizgili acayip takım elbiseler...
Velhasıl, Emek Sineması’nın bu çağda hâlâ "çok iyi bir sinema olduğunu" savunan her Allah’ın kuluyla, akla gelebilecek bütün platformlarda "Emek’in artık hiç de matah bir sinema olmadığı" kavgasını büyük bir zevkle veririm.
Ailemle birlikte yaşadığım her hafta sonu sinema eğlencesi bana minimum 150-200 TL’ye mâloluyorsa, bu paranın karşılığında ne düzeyde bir hizmet kalitesi aldığımı sorgulama hakkına da sahibim. Sinemalar, çağdaş gelişmelere sürekli ayak uydurmak zorunda olan ticarî işletmelerdir. Uyabiliyorlarsa yaşarlar, uyamadıklarında da kapanırlar. "Kötü bir sinema"yla "kötü bir lokanta" arasında, insana çektirdiği ısdırap ve verdiği maddî-manevî zararlar açısından herhangi bir fark yoktur. "Biz çok nostaljik bir salonuz, tavan süslemelerimiz İstanbul’da tektir, o yüzden de her türlü ilkelliğimizi, müşteriye karşı sergilediğimiz afra tafrayı, ilkel film gösterim teknolojimizi sineye çekeceksiniz" diyen bir sinemaya asla gitmem. Çünkü, aynı zamanı, aynı enerjiyi ve aynı parayı Mecidiyeköy-Profilo AFM’lerine ya da Nişantaşı-City’s salonlarına harcadığımda, hem bahşiş kabul etmeyen genç ve güler yüzlü bir personel tarafından karşılanıyorum, hem iki saat boyunca jilet gibi bir perdede, muhteşem bir ses çıkışı eşliğinde, üşümeden ya da sıcaktan bunalmadan zevkle film izliyorum, hem de ücret alınmayan (ve her saat başı temizlenen) steril tuvaletlerde ihtiyaç gideriyorum.
Bu söylediklerimin ne denli doğru olduğunu, haftalardır "Emek kapanmasın" protestosu yapan kitle de çok iyi biliyor aslında... O protestoların sahiplerinin yarısı bile İstanbul’da sinemaya giderken düzenli olarak Emek’i seçselerdi, Emek zaten bugün yaşıyor olurdu. Yıkılacağı için falan değil, yıkımdan çok önce gideni geleni kalmadığı için sinek avlayan bir mekâna dönüştü, nihayetinde de kapandı orası...
O yüzden, Emek’in yıkılıp, eski mimarî yapısı büyük ölçüde benzeşecek bir projeyle, fakat film gösterim teknolojisi ve işletim mantığı ise kökten değişmiş bir hâlde, aynı noktada silbaştan yeniden inşâ edilmesi çabasına bütün kalbimle destek veriyorum. İnsana saygılı ve kaliteli bir salon hizmete girdikten sonra, bunun düz ayak olmasıyla üst katta olması arasında hiç bir fark yoktur.
Hayatta yalnızca hatıralarla yaşanmaz. "Sinema salonu" söz konusu olunca, zamanımın, paramın ve bir müşteri olarak sadâkatimin tam karşılığını istiyorum!