Ekrem Dumanlı'dan olay saray göndermesi!
Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, Fethullah Gülen'i ziyaret etti
Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, Fethullah Gülen’i Pennsilvanya’da ziyaret etti. Dumanlı, ziyareti sırasında Gülen’in kardeşi Seyfullah Gülen’in vefat haberinin geldiğini anlattığı yazısında, Fethullah Gülen’in “Keşke imkan olsaydı da cenaze namazına bari katılabilseydim” sözlerini aktardı. Dumanlı, Gülen’in evinde yaşananları aktarırken yazısında, “Her şeyi bu dünyadan ibaret sananlar ve bu zan ile insanların hukukuna tecavüz edenler saraylarda da yaşasa mutsuz olmaya umutsuz kalmaya mahkumdur” dedi.
Ekrem Dumanlı’nın Zaman gazetesinde “Her ölüm bir diriliş” başlığıyla yayımlanan (1 Aralık 2014) yazısı şöyle:
Her ölüm bir diriliş
Kar yağıyor durmaksızın. Işıl Işıl. O kuru soğuk havayı yumuşatıyor, sessiz ve bembeyaz ahengiyle. “Kar musikisi”nden bahsediyoruz bir iki cümleyle.
Pensilvanya'nın ücra bir köşesinde camdan dışarıya bakıyoruz Fethullah Gülen Hocaefendi ile. Bu kaçıncı zemheri, bu kaçıncı hasret ateşi? Birkaç günlüğüne geldiğim Amerika'da Hocaefendi'yi ziyaret etmenin işte böyle bir ikilemi var. Bir yandan hasret giderip seviniyorsunuz; diğer yandan onun özlemine ortak olup üzülüyorsunuz. Yine öyle oldu. Dışarıdaki karakışa aldırış etmeksizin ilim meclisi her sabah yeniden kuruluyor; karşılaştırmalı tefsir dersleri yapılıyor, hadis kitapları mütalaa ediliyor... İkindi sonrası dua saati geldi mi yer gök derin sükunete teslim oluyor adeta. Dudaklar kıpır kıpır; tıpkı yürekler gibi. Şimdilerde Hasan-ı Şazilî hazretlerinin o yanık duaları okunuyor hep beraber. Mazlumiyet ve mağduriyet o güzel imam ile bu mütevazı kitleyi bir meclise topluyor sanki...
Perşembeyi cumaya bağlayan gece acı bir haber ulaşıyor. “Hocaefendi'nin kardeşi Seyfullah Gülen (72) vefat etti.” deniyor. Gece yarısı Amerika'ya ulaşan bu haberin hüznü kampın manevi sükûnetine daha bir uhrevilik katıyor. Gülen ailesinde aile bağlarının ne denli güçlü olduğunu, kardeşler arasındaki derin sevgi bağını çok yakından bilenler var aramızda. Sabahı bekliyoruz. Başsağlığı dilemenin kifayet etmediği bir noktadayız. Hüzünlü gurbetteyiz...
Sabah vakti ilk müşahede birkaç portreyi birden çıkarıyor karşımıza: Kardeşini kaybetmiş mahzun bir ağabey, kendi üzülse bile etrafını üzmemeye çalışan müşfik bir dava adamı, sarsıcı bir vefat haberine karşı mütevekkil bir mü'min. Istırap, metanet, sabır, dua. Sanki canı gibi aziz tuttuğu yakınlarını sonbahar yaprakları gibi tek tek kaybeden o değil. Hemen her gün ayrı bir vefasızlığa, gadre, cefaya maruz kalan bir insanın bu vakur duruşu olmasa milyonların ruhunda bu kadar derin iz bırakır onlara ilham kaynağı olabilir miydi? Dile kolay; bir çeşit sürgün yaşadığı yıllar içinde nice dostu, arkadaşı, yoldaşı birer kar tanesi gibi toprağın bağrına düştü. Hepsinin arkasından gözyaşı döktü, hepsi için dua dua yalvardı Rabb'ine. Yüreği ocaklar gibi yansa da o hep “İman tevekkülü, tevekkül teslimi, teslim saadeti dareyni iktiza eder.” düsturuyla yaşadı, sevenlerine örnek oldu.
Hicret, Hasret, Metanet
Yine de o sabah “Başınız sağ olsun” dedi sevenleri, “Allah size sağlık sıhhat versin” demeyi ihmal etmedi. Herkes yürekten “âmin” dedi bu güzel duaya. Taziyeleri kabul etti, sardı, sarmaladı, bağrına bastı, dualarına emanet etti. Bir ara “Keşke imkan olsaydı da cenaze namazına bari katılabilseydim.” dedi. Heyhat!
Hocaefendi'yi yıllardır tanıyanlar bazı hatırlatmalar yapınca ve çağırışımlar daha önceki vefatları gözden geçirmeyi icbar edince karşımıza çok manidar bir manzara çıktı. Babasını son kez nasıl gördüğünü ve nasıl vedalaştığını paylaştı dostlarıyla. Diyanet'teki görevine başlamak için hasta yatağındaki babasından müsaade istiyor. Babası birkaç gün daha Erzurum'da kalmasını arzu ediyor; ama genç bir imam olan Hocaefendi'nin gözlerindeki vazife azmi ve şuurunu görünce “Evladım git, seni burada bir çift göz bekliyor; görev yaptığın camide yüzlerce göz bekliyor.” Sonrası malum. Hocaefendi daha birkaç vaaz edemeden vefat haberi ulaşıyor.
Annesinin cenazesine yetişip namazı bizzat kıldırıyor. Bunun başka örneği de yok adeta. Amcalarının cenazelerine katılamıyor mesela. Sadece amcalar mı? Hayır. Nerdeyse hiçbir yakınının cenaze namazına iştirak edemiyor; çünkü o vefatlar yaşandığında Hocaefendi ya davası uğruna hapishanede yatıyor, ya darbecilerin fişlemesi nedeniyle aranıyor, ya gurbet illerde çile hasretiyle kavruluyor. O sabah aynı salonda beraber olduğumuz dostları tek tek sordukça hepsine cevap verdi; o cevap verdikçe, dikkat ettim, gıyabi cenaze namazı kılmaya mecbur kalmanın hüznünü tek tek yeniden yaşıyordu adeta...
Çileden bihaber nadanlar nereden bilecek hicreti, hasreti, uzleti, elemi, metaneti... Onların semtinde duyulmaz sürgün türküleri. Oysa ilk insanla başlayan hicret kıyamete kadar sürer; ona ancak “Lütfun da hoş kahrın da hoş” diyenler katlanabilir. Her kutsi dava imtihanlarla gelir. O imtihanlar olmasa ham hastan, kömür elmastan nasıl ayrılacak ki!
Yine de memleket vefalı insan kaynıyor ey azizan!
Dünyanın dört bir yanından gelen taziyelerle kederler hafifliyor. Tevafuken Amerika'da olduğumu duyan dostlar art arda aramaya başlıyor. Sadece beni değil, kim burada bir dostunu bulursa hemen arayıp Hocaefendi'ye ulaşmak, doğrudan başsağlığı dilemek istiyor. İşadamları, siyasetçiler, aydınlar, halktan insanlar... Her arayan derde ortak oluyor, acıyı hafifletiyor, gönül köprüleri kuruyor. Bir ara o kadar yoğun bir telefon akını oluyor ki yoruluyor; ama taziyeleri doğrudan kabul etmeyi de ihmal etmiyor. Vefaya vefa! Cuma namazı vakti yaklaşınca gözümün önüne bir önceki kardeşinin, Hasbi Gülen'in vefatı geliyor. O da bir cuma vakti yürümüştü Rabb'ine. Yine böyle telefonlar yağmıştı, yine cuma arası verilmiş, cumadan sonra görüşmeler yapılmıştı. O gün arayanlar arasındaki bazı kişiler, bugün dostluklarını da vefalarını da alıp gitmişlerdi çoktan. Keşke bambaşka bir vadiye savrulmasalar, bir mağaraya girip çıkmakla siret ve suret neshine maruz kalmasalardı. Her neyse...
Hutbede hayatın manası ölüm gerçeği üzerinden bir daha şerh edildi. Ölümün metafizik sırları anlatılıyordu zahir; ama aslında hayatın anlamı çözümleniyordu düğüm düğüm. Ve bir kere daha hatırlıyorduk ki elinde iki can taşıyanlar için ölüm bir son değil, başlangıçtır ve esas olan öbür âlemdir. Kalplerimize inşirah veriyordu hutbe, yaralarımızı sarıyordu usulca, incitmeden, şefkatle...
Namaz sonrası devam eden taziye telefonları geç vakte kadar sürdü. O kalbî görüşmeler ispat ediyordu ki sevginin önüne kimse geçemiyor, kalplerdeki muhabbeti kimse silemiyordu. Devlet zırhına bürünmüş zulüm, kimilerine korku ve ürperti salsa bile kimileri daha bir kenetleniyor, inançla ve azimle ufka doğru yürüyor. Yürüyecek de! Hiçbir zulüm ebedi olmadığı gibi, hiçbir ölüm de yok oluş değildir. Dahası, her ölüm bir diriliş her zulüm bir uyanıştır! Öbür âleme bu fani dünyadan daha çok inanan insan, Allah'tan başka kimseye boyun eğmeyerek özgürlüğün şahikasında bayrak açar. Her şeyi bu dünyadan ibaret sananlar ve bu zan ile insanların hukukuna tecavüz edenler saraylarda da yaşasa mutsuz olmaya umutsuz kalmaya mahkumdur...
Ekrem Dumanlı’nın Zaman gazetesinde “Her ölüm bir diriliş” başlığıyla yayımlanan (1 Aralık 2014) yazısı şöyle:
Her ölüm bir diriliş
Kar yağıyor durmaksızın. Işıl Işıl. O kuru soğuk havayı yumuşatıyor, sessiz ve bembeyaz ahengiyle. “Kar musikisi”nden bahsediyoruz bir iki cümleyle.
Pensilvanya'nın ücra bir köşesinde camdan dışarıya bakıyoruz Fethullah Gülen Hocaefendi ile. Bu kaçıncı zemheri, bu kaçıncı hasret ateşi? Birkaç günlüğüne geldiğim Amerika'da Hocaefendi'yi ziyaret etmenin işte böyle bir ikilemi var. Bir yandan hasret giderip seviniyorsunuz; diğer yandan onun özlemine ortak olup üzülüyorsunuz. Yine öyle oldu. Dışarıdaki karakışa aldırış etmeksizin ilim meclisi her sabah yeniden kuruluyor; karşılaştırmalı tefsir dersleri yapılıyor, hadis kitapları mütalaa ediliyor... İkindi sonrası dua saati geldi mi yer gök derin sükunete teslim oluyor adeta. Dudaklar kıpır kıpır; tıpkı yürekler gibi. Şimdilerde Hasan-ı Şazilî hazretlerinin o yanık duaları okunuyor hep beraber. Mazlumiyet ve mağduriyet o güzel imam ile bu mütevazı kitleyi bir meclise topluyor sanki...
Perşembeyi cumaya bağlayan gece acı bir haber ulaşıyor. “Hocaefendi'nin kardeşi Seyfullah Gülen (72) vefat etti.” deniyor. Gece yarısı Amerika'ya ulaşan bu haberin hüznü kampın manevi sükûnetine daha bir uhrevilik katıyor. Gülen ailesinde aile bağlarının ne denli güçlü olduğunu, kardeşler arasındaki derin sevgi bağını çok yakından bilenler var aramızda. Sabahı bekliyoruz. Başsağlığı dilemenin kifayet etmediği bir noktadayız. Hüzünlü gurbetteyiz...
Sabah vakti ilk müşahede birkaç portreyi birden çıkarıyor karşımıza: Kardeşini kaybetmiş mahzun bir ağabey, kendi üzülse bile etrafını üzmemeye çalışan müşfik bir dava adamı, sarsıcı bir vefat haberine karşı mütevekkil bir mü'min. Istırap, metanet, sabır, dua. Sanki canı gibi aziz tuttuğu yakınlarını sonbahar yaprakları gibi tek tek kaybeden o değil. Hemen her gün ayrı bir vefasızlığa, gadre, cefaya maruz kalan bir insanın bu vakur duruşu olmasa milyonların ruhunda bu kadar derin iz bırakır onlara ilham kaynağı olabilir miydi? Dile kolay; bir çeşit sürgün yaşadığı yıllar içinde nice dostu, arkadaşı, yoldaşı birer kar tanesi gibi toprağın bağrına düştü. Hepsinin arkasından gözyaşı döktü, hepsi için dua dua yalvardı Rabb'ine. Yüreği ocaklar gibi yansa da o hep “İman tevekkülü, tevekkül teslimi, teslim saadeti dareyni iktiza eder.” düsturuyla yaşadı, sevenlerine örnek oldu.
Hicret, Hasret, Metanet
Yine de o sabah “Başınız sağ olsun” dedi sevenleri, “Allah size sağlık sıhhat versin” demeyi ihmal etmedi. Herkes yürekten “âmin” dedi bu güzel duaya. Taziyeleri kabul etti, sardı, sarmaladı, bağrına bastı, dualarına emanet etti. Bir ara “Keşke imkan olsaydı da cenaze namazına bari katılabilseydim.” dedi. Heyhat!
Hocaefendi'yi yıllardır tanıyanlar bazı hatırlatmalar yapınca ve çağırışımlar daha önceki vefatları gözden geçirmeyi icbar edince karşımıza çok manidar bir manzara çıktı. Babasını son kez nasıl gördüğünü ve nasıl vedalaştığını paylaştı dostlarıyla. Diyanet'teki görevine başlamak için hasta yatağındaki babasından müsaade istiyor. Babası birkaç gün daha Erzurum'da kalmasını arzu ediyor; ama genç bir imam olan Hocaefendi'nin gözlerindeki vazife azmi ve şuurunu görünce “Evladım git, seni burada bir çift göz bekliyor; görev yaptığın camide yüzlerce göz bekliyor.” Sonrası malum. Hocaefendi daha birkaç vaaz edemeden vefat haberi ulaşıyor.
Annesinin cenazesine yetişip namazı bizzat kıldırıyor. Bunun başka örneği de yok adeta. Amcalarının cenazelerine katılamıyor mesela. Sadece amcalar mı? Hayır. Nerdeyse hiçbir yakınının cenaze namazına iştirak edemiyor; çünkü o vefatlar yaşandığında Hocaefendi ya davası uğruna hapishanede yatıyor, ya darbecilerin fişlemesi nedeniyle aranıyor, ya gurbet illerde çile hasretiyle kavruluyor. O sabah aynı salonda beraber olduğumuz dostları tek tek sordukça hepsine cevap verdi; o cevap verdikçe, dikkat ettim, gıyabi cenaze namazı kılmaya mecbur kalmanın hüznünü tek tek yeniden yaşıyordu adeta...
Çileden bihaber nadanlar nereden bilecek hicreti, hasreti, uzleti, elemi, metaneti... Onların semtinde duyulmaz sürgün türküleri. Oysa ilk insanla başlayan hicret kıyamete kadar sürer; ona ancak “Lütfun da hoş kahrın da hoş” diyenler katlanabilir. Her kutsi dava imtihanlarla gelir. O imtihanlar olmasa ham hastan, kömür elmastan nasıl ayrılacak ki!
Yine de memleket vefalı insan kaynıyor ey azizan!
Dünyanın dört bir yanından gelen taziyelerle kederler hafifliyor. Tevafuken Amerika'da olduğumu duyan dostlar art arda aramaya başlıyor. Sadece beni değil, kim burada bir dostunu bulursa hemen arayıp Hocaefendi'ye ulaşmak, doğrudan başsağlığı dilemek istiyor. İşadamları, siyasetçiler, aydınlar, halktan insanlar... Her arayan derde ortak oluyor, acıyı hafifletiyor, gönül köprüleri kuruyor. Bir ara o kadar yoğun bir telefon akını oluyor ki yoruluyor; ama taziyeleri doğrudan kabul etmeyi de ihmal etmiyor. Vefaya vefa! Cuma namazı vakti yaklaşınca gözümün önüne bir önceki kardeşinin, Hasbi Gülen'in vefatı geliyor. O da bir cuma vakti yürümüştü Rabb'ine. Yine böyle telefonlar yağmıştı, yine cuma arası verilmiş, cumadan sonra görüşmeler yapılmıştı. O gün arayanlar arasındaki bazı kişiler, bugün dostluklarını da vefalarını da alıp gitmişlerdi çoktan. Keşke bambaşka bir vadiye savrulmasalar, bir mağaraya girip çıkmakla siret ve suret neshine maruz kalmasalardı. Her neyse...
Hutbede hayatın manası ölüm gerçeği üzerinden bir daha şerh edildi. Ölümün metafizik sırları anlatılıyordu zahir; ama aslında hayatın anlamı çözümleniyordu düğüm düğüm. Ve bir kere daha hatırlıyorduk ki elinde iki can taşıyanlar için ölüm bir son değil, başlangıçtır ve esas olan öbür âlemdir. Kalplerimize inşirah veriyordu hutbe, yaralarımızı sarıyordu usulca, incitmeden, şefkatle...
Namaz sonrası devam eden taziye telefonları geç vakte kadar sürdü. O kalbî görüşmeler ispat ediyordu ki sevginin önüne kimse geçemiyor, kalplerdeki muhabbeti kimse silemiyordu. Devlet zırhına bürünmüş zulüm, kimilerine korku ve ürperti salsa bile kimileri daha bir kenetleniyor, inançla ve azimle ufka doğru yürüyor. Yürüyecek de! Hiçbir zulüm ebedi olmadığı gibi, hiçbir ölüm de yok oluş değildir. Dahası, her ölüm bir diriliş her zulüm bir uyanıştır! Öbür âleme bu fani dünyadan daha çok inanan insan, Allah'tan başka kimseye boyun eğmeyerek özgürlüğün şahikasında bayrak açar. Her şeyi bu dünyadan ibaret sananlar ve bu zan ile insanların hukukuna tecavüz edenler saraylarda da yaşasa mutsuz olmaya umutsuz kalmaya mahkumdur...