EKRANLARIN ABLASI AYŞENUR ARSLAN HEYECANLANMASIN!

Star yazarı Ahmet Kekeç, Hanefi Avcı'nın gözaltına alınmasına canlı yayında, “Aaaaa! Hanefi Avcı gözaltına alınmış!” diyerek şaşıran Ayşenur Arslan'ı bir hayli kızdıracak.

Heyecan yapma abla... Hanefi Avcı’yı almışlar!

Heyecana gerek yok... Çağrılı olduğu halde ifade vermeye gitmediği için gözaltına alınmış...

Hepsi bu.

Ekranların ablası Ayşenur Arslan da heyecanlanmasın.

Hele, gözlerini belertip, “Aaaaa! Hanefi Avcı gözaltına alınmış!” diye ekranlardan doğru küskün küskün bakmasın... Gerilmesin, üzülmesin, panik yapmasın. Rutin işlem...

Her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının başına gelir.

Gazetecilerin başına daha çok gelir.

Kendisi de gazetecidir. Mutlaka yaşamıştır. Yaşamadıysa da, yaşayanlara tanık olmuştur. Hani, ustası Ali Kırca’yla birlikte, gerçekleşmesi için cansiperane mücadele verdiği “28 Şubat postmodern darbe süreci” vardı ya... O süreçte birçok gazeteci yaşadı bunu.

Ben de yaşadım, söylemesi ayıptır...

İki kez üstelik...

Hemen söyleyeyim: Bir şey olmuyor.

Hayır, Kenan Evren’in devri istibdadında yaşadığım “dayaklı, hafif işkenceli” alınıp götürülmeleri saymıyorum... 12 Eylül’de götürülmek “vakayı adiye”den bile sayılmıyor... Öyle ki, 12 Eylül’de götürülmemişe kız bile vermiyorlar.

Bir şey olmuyor ama, insana, kendini Joseph K. hissettiren saçma davranış manzumeleri sökün edince, küçük bir moral çöküntüsü yaşanıyor.

İşin kötü tarafı, hep de hafta sonları, özellikle Cuma akşamları alıp götürüyorlar ki, “adli işlem” Pazartesi’ne kalsın da, “eziyet süresi” üç güne çıksın.

Haa, kodese tıkmadan önce kemerini, ayakkabı bağcığını alıyorlar.

Kendini asmayasın diye...

Konuşmak yasak. Sigara içmek zinhar yasak... Tuvalet için izin isteyebilirsin ama konumuna, etiketine ve de Arthur Koestler bilgine dayanarak, fazla da yavşamaman gerekiyor.

Yatıp uyuyacaksın. Uyuyamazsın.

Kırık dökük bankı paylaşan onlarca karşılıksız “çek suçlusu” arasında iyi kötü ilişecek bir duvar buluyorsun da, sırtında ve omzunda gezinen haşeratla nasıl mücadele edeceğini bilemiyorsun. Sırtını yasladığın duvar, senden önceki mağdurlardan izler taşıyor; her santimetrekaresinde “Ah ulan anasını”, “FB”, “En büyük Cimbom” gibi özlü ve dokunaklı yazılar...

Bir de koku...

Derler ki, “Sadece Auschwitz ve Bergen Belsen’de duyarsınız bu kokuyu... Bir de, Türkiye Cumhuriyeti devletinin nezarethanelerinde”

Hayır, insan yakmıyorlar.

Dışkı, sidik ve fare ölüsü kokusu...

Bu şeraitte, “adli işlem gününü”, yani mahkemeyi bekleyeceksin... Ya salıverileceksin, ya da “usulüne uygun” olarak içeri tıkılacaksın.

Hanefi Avcı’nın suçu nedir, bilmiyorum.

Kitap yazdığı, bir kadını sevdiği ya da sevmeye çalıştığı, başkasının üzerine kayıtlı telefonlarla “hususi görüşmeler” yaptığı için değildir herhalde.

Hem, bir kadını sevmek neden suç olsun?

İzlediğim ve okuduğum kadarıyla, Devrimci Karargâh Soruşturması çerçevesinde, savcılık ifadeye çağırmış, bu da icabet etmemiş. Mahkeme de, gıyabında yakalama kararı çıkartmış.

Hepsi bu...

İstanbul’a getirecekler, ifadesini alacaklar, duruma göre ya serbest bırakacaklar ya da tutuklayacaklar.

Muhtemelen serbest bırakacaklar.

Konunun “polis devleti”yle, “sivil dikta”yla, bilmem ne tipi yapılanmayla ilgisi yok.

Kaldı ki, polis devletinin ne olduğunu, “işkenceli sorgulamalara” tanık olmuş Hanefi Avcı sizden, bizden, Ayşenur Arslan’dan daha iyi bilir.

Ahmet Kekeç/Star