DOĞAN GRUBU HİÇ PARA HARCAMADAN EN ÇOK GELİRİ POSTA'DAN KAZANIYOR!

Posta Gazetesi Ankara Temsilcisi Hakan Çelik, Medyaradar'ın usta röportajcısı Yüksel Şengül'e konuştu.

Posta Gazetesi Ankara Temsilcisi Hakan Çelik, Medyaradar’ın usta röportajcısı Yüksel Şengül’e konuştu. Gazeteci, radyocu ve televizyoncu olan Çelik, gazeteleri bekleyen tehlikeler, Türkiye’nin gidişatı, Suriye’yle yaşananlar ve demokratik açılımlar konusunda önemli açıklamalarda bulundu.

RÖPORTAJ: YÜKSEL ŞENGÜL

FOTOĞRAFLAR: MUSTAFA NADİR

Telaşlı koşturmaları arasında İstanbul’a geldiği gün, daha önceden bize verdiği sözü tutarak Trump Towers’ta buluştuk Posta Gazetesi Ankara Temsilcisi Hakan Çelik’le… Uzun ve keyifli bir sohbet yaptık onunla…

Posta Gazetesi Ankara Temsilcisi olarak görev yapıyorsunuz ama pek çok uğraşınız var… Gazeteci, radyocu, köşe yazarı ve televizyoncu olarak izliyoruz sizi… Böylesine yoğun tempoda ve farklı mecralarda çalışan başka gazeteci ya da gazeteciler var mı?

Bildiğim kadarıyla yok. Eşzamanlı olarak birden fazla iş yapan çok yönlü gazeteciler ve televizyoncular var. Ancak yelpaze olarak ve bu işlerin her birini belirli bir düzende yapmak anlamında bakacak olursak, benim gibi farklı yönlerde çalışan birini görmedim. Arada bir televizyon ve radyo programı yapan, günlük gazete yazıları yazan insanlar var ama tüm bunları aynı anda ve düzenli bir şekilde yapan yok. Ben ayrıca otomobil ve uçak üzerine yazılar da yazıyorum, koleksiyonum da var.

Zaman yetiyor mu peki?

Zamanı iyi kullanmayı öğrendim ama yine de öğrenmem gereken çok şey var. Mesela zamanı daha verimli kullanabilmem lazım. İşin o kısmından çok da memnun değilim. Bununla ilgili çalışır ve zamanı daha verimli bir halde kullanmaya başlarsam, benimle ilgili sürpriz şeyler görebilirsiniz.

Aman Hakan Bey, zaten bir sürü iş yapıyorsunuz, hala başka ek işler mi düşünüyorsunuz?

Biliyor musunuz, aslında sanki çok şey yapmıyormuşum gibi geliyor bana. Bu anlamda tam tatmin olmuş değilim. Belki de biraz Türkiye’nin ortamı ve şartları insanı aynı anda daha fazla şeyle meşgul olmaya zorluyor.

Zamanı mükemmel kullanıyorsunuz, bir koltuğunuzda çok sayıda karpuz taşıyorsunuz. Peki, bizim insanımız zamanı nasıl kullanıyor size göre?

Biz genel olarak zamanı iyi kullanabilen bir millet değiliz. Mesela bizde hiçbir toplantı zamanında başlamaz. Siz hiç zamanında başlayan toplantı gördünüz mü? Medeni ülkelerde bir toplantı zamanını belirleyip, sonra oraya geç gittiğinizde sizi çok ayıplarlar. Saat sabahın 08.00’inde başlayacak toplantıya, 45 dakika geç kaldığınızda oradaki insanlara saygısızlık etmiş olursunuz. Onların 45 dakikasını çalmış olursunuz. Bana göre zaman hırsızlığıdır bu. Amerika’da, sabahın 07.00’sine toplantı koyabiliyorlar. Böyle bir şeyi Türkiye’de yapmaya kalksanız, ki yapamazsınız, size gülerler “Adam deli galiba” derler. Makara konusu olursunuz (gülüyoruz).
Ama inanın çok çalışmadan bir şey yapılmıyor. Ya çok çalışacaksınız ya babadan servetiniz olacak ya da milli piyangodan büyük ikramiye çıkacak. Aksi halde; çok çalışmadan, iyi planlamadan da iyi şeyler üretmek mümkün değil. Gazetecilikte de televizyonculukta da bu durum böyle. Bakın saat 09.00’a 10.00’a toplantı konuluyor, ama toplantının ana konusuna geçmek bile 11.00’i buluyor. Sonra da, “Haydi yemek yiyelim, sonra bakarız” deniliyor. Gün sonunda, toplantıyla ilgili yaptığınız çalışmanın boşa çıktığını görüyorsunuz. Ne yazık ki, gazetelerin yazı işleri toplantıları Türkiye’de çok verimsiz geçiyor. Ben de şöyle düşünüyorum; verimsiz bir toplantıya katılmak yerine, çok daha faydalı işler yapabilirim. Eski tip yazı işleri toplantıları günümüzde anlamını yitirdi artık. Çünkü zaman kaybı oluyor, verim alınamıyor.

Siz açıkça Posta gazetesinin yazı işleri toplantılarından kaytardığınızı mı söylüyorsunuz?

(Gülüyor) Mutlaka benim de bulunmam gereken bir toplantı olursa katılıyorum tabii. Yazı işleri toplantıları, az önce de söylediğim gibi geniş zamana yayılarak yapılıyor. Kendine has bir yapısı oluyor. Maalesef 2,5- 3 saatlik böyle bir zamanım olmuyor. Kendi adıma, elimde iyi bir haber ya da iyi bir röportaj varsa, ben iyi bir şeyi görmüşsem, bunu konuşmak için üç saate yayılan toplantılara katılmaya çok ihtiyaç olmuyor. Elimdeki bilgi kimi ilgilendiriyorsa, işleri toplayıp ona mail atar, ardından da telefon açıp konuyu anlatırım. Bunu yapmak 15 dakika sürüyor. Bu sayede 2 saat 45 dakika kazanıyorum ki, bu vakit darlığında çok büyük bir kazanç. Yanlış da anlaşılmasın, yazı işleri toplantılarını asla küçümsemiyorum. Sonuçta hepimiz o toplantıları 20 küsur yıldır yapıyoruz. Bu arada söylemeden geçmeyeyim bizim yazı işlerinde müthiş çalışkan ve başarılı haber koordinatörümüz Elif Yılmaz var. Gazetenin bugünkü başarısında Elif ve ekip arkadaşlarının titizliğinin ve özverili çalışmasının rolü büyüktür.

Hakan Çelik’le ilgili şöyle tespitler var… “Kamplaşmadan uzak, yandaş ve candaş ayrımı yapmayan, polemik peşinde koşmayan, insanları ötekileştirmeyen, siyasi durumlara göre pozisyon almayan bir gazeteci…” Bu yorumlar çok hoş ama bu mesleği yaparken böyle anılabilmek hiç de kolay olmasa gerek…

Bu tespitler için teşekkür ederim. Bunları yaparken, ortaya koyarken illa ki orta yolcu olmaya gayret etmiyorum. Her taraftanmış gibi davranmaya kendimi zorlayarak, hayatımı ve tarzımı renksizleştirecek bir çaba içine girmiyorum. Herkese hoş görünmek gibi bir kaygım yok. Ayrıca bu şahane bir şey de değil. Fakat ben polemikten beslenen bir medya mensubu da değilim. Zaman zaman tabi ki bu tarz polemiğe yol açacak yazılar yazabilirsiniz. Ama ne yazık ki sadece bununla beslenen insanlar var. Ben onlardan biri değilim.

Peki, siz nelerden besleniyorsunuz?

Ben; haberle, yazıyla, analizle, programla beslenen biriyim. Polemikle beslenmek kısır bir şeydir, yararlı değildir. Dünya çapında tanınan gazetecilerin bu tarz haberler yaptığını göremezsiniz. Ne yazık ki polemik yapmak, kavga çıkarmak, Türkiye’de ilgi duyulan bir faaliyet alanı… Ben buna kafa yormuyorum. Zaten bunu yapacak olsaydım, ona ilgi duysaydım, o kadar çok malzemenin içinde bulunuyorum ki; Bakanlar, Başbakanlar, Genelkurmay Başkanları, Türkiye’nin en tanınmış sanatçıları ve iş adamlarıyla diyaloglar içindeyim ben… Kimisiyle dostluk ilişkilerim, kimisiyle de habercilikten kaynaklanan bir tanışıklığım, samimiyetim var. Yani tırnak içinde söylemek gerekirse, “Ne haberler patlatırım, ne haberler”… Ancak bunun ne bana ne de onlara faydası olur. Zaman kaybından başka bir şey değil ve o tip bir şeyle uğraşmıyorum.

Sizin bir açıklamanızı okudum… “Kolay sinirlenmem ama endişeli ve kaygılı olduğum yanlarım da vardır” demişsiniz. Doğrusu sizin endişe ve kaygılarınızı merak ettim Hakan Bey, öğrenebilir miyim?

Hayata, Türkiye’ye, içinde bulunduğumuz coğrafyaya dair endişelerim var. Zaten bunlarla ilgili kaygılı olmamak mümkün değil. Bu konuyu biraz daha açayım da yanlış anlaşılmasın. Hayata karşı hepimizin duyarlılıkları var. Duyarlı olmaya çalışan, çevresinde olup bitenlere hassasiyet gösteren her insan, belirli oranda endişeli ve kaygılıdır. Ama bu endişeleri, obsesif kompulsif boyutunda söylemiyorum. İşin o kısmı hastalıklı bir takıntılılık anlamına geliyor.
Biz Türkiye’de yaşıyoruz ve yaşadığımız gündem o kadar hızlı değişiyor ve gelişiyor ki, neredeyse dün olanlarla yarın olacaklar arasında hiçbir bağlantı olmayabiliyor.
Doğada, medyada, siyasette, futbolda zeminler sürekli kayıyor. Böyle bir ülkeden bahsediyoruz ve bu kaymaları çoğu zaman kontrol bile edemiyoruz. Bu sarsıntılı Türkiye gündemi, ister istemez hepimizin hayatını kökünden etkiliyor.

Hayatta, dünyada, ülkemizde her şey değişebiliyor tabii… Değişim normal değil mi?

Bakın at gözlüklü bir muhafazakârlıktan bahsetmiyorum, “Hayat değişmesin, her şey aynı kalsın, insanlar 100 sene aynı idari pozisyonda bulunsun” demiyorum. Ama kurumsallaşabilmek için kurumların ve şirketlerin kök salması ve gelecek kuşaklara değer üretebilmesi lazım, bunun için de bazı değerleri muhafaza etmek, onlara sahip çıkmak gerekir. Türkiye’de ve dünyada endişelendiğim şeyler var ve bunları sorguluyorum. Zaten gazetecilik sorgulamak, merak etmek, şüphe duymak değil mi? Ülkemin dış politikasına dair şüphe duyduğum, endişelendiğim, kaygılandığım şeyler var. Yani, yanı başımızda olan bitenlere baksanıza… Bir gazeteci olarak, bana söylenen her şeye inanarak “Oh her şey ne kadar da şahane gidiyor” diyebilir miyim? Böyle bir lüksümüz var mı? Neden sürekli sorular soruyoruz, televizyon programları yapıyoruz? Yaşananları sorgulamak ve anlayabilmek için.
Ayrıca doğa ve çevrenin gidişatına dair ciddi kuşkularım var. Türkiye, ne yazık ki doğal yapısını en hızlı kirleten ülke. Ciddi olarak küresel iklim değişikliklerinin konuşulduğunu hiç gördünüz mü? Turizmden 30 milyar dolar ekmek yiyen, aynı zamanda büyük bir tarım ülkesi olan Türkiye’deki bu rahatlık sizi de şaşırtmıyor mu? Sanki bu sorunlar hiç yokmuş gibi davranıyoruz. Turizm rakamlarında ciddi azalmalar var ve bunu sadece küresel, ekonomik ya da siyasi nedenlerle izah etmek mümkün değil. Türkiye, doğanın ve çevrenin korunmasında, inanılmaz yanlışlar yapıyor. Nükleer santralı Ruslarla kuracağız ve acaba doğru bir adım atıyor muyuz? Buna dair bazı soru işaretlerim var. Türkiye’de bir sürü konuşulması gereken konuyu yeterince konuşmuyoruz, günübirlik tartışmalar ve kavgalarla geçiştiriyoruz. Deprem büyük risk, sadece sallanınca hatırlıyoruz. Hazırlıklarımız yetersiz. Yılda 10 bin kişi trafik kazalarında ölüyor. Atatürk’ün manevi kızı Ülkü Adatepe bir dizi vahim hatanın sonucunda otoyolda hayatını kaybetti. Oturup kazayı analiz eden kimse gördünüz mü? İnsan hayatı bu kadar değersiz olmamalı.

İçme sularımızla ilgili büyük bir sıkıntı yaşıyoruz…

“Damacana suları tehlikeli, musluk suyu için” diyorlar. Türkiye’nin en bilinen peynir ve sucuk üreticilerinde sorunlar çıktı. Kısa gündemler, Türkiye’de bir anda zirve yapıyor ve ertesi gün unutuluyor. Bir ay önceki gündem konularını şu an hatırlamıyoruz bile…

Balık hafızalıyız…

Bütün dünya biraz balık hafızalı ama ülkemizde çok hızlı, çok daha yaygın yaşanıyor bu olay. Bunun altında, Türkiye’deki yaşam hızının artması da yatıyor ama bizdeki unutma hızı, bir gün bile değil. Türkiye’deki ortalama hafıza, 24 saatten kısa. Gazetecilikte de öyle değil mi? Sabah haber toplantısına oturuyoruz, bir sayfa yapmaya karar veriyoruz ve daha toplantı bitmeden o sayfayı yıkmak zorunda kalıyoruz. Aynı sayfa, akşam bir daha yıkılıyor. Bizde sayfanın aynı günde üç kez yıkılmasına neden olan olaylar belki İsveç’te yılda bir kere oluyor. Ama Türkiye’nin 365 gününün 350’si böyle geçiyor. Sonuç olarak, gündemin böylesine inanılmaz bir hızla değiştiği bir ülkede hayata Polyanna gibi bakamazsınız, elbette endişelerim olacak. İçinde bulunduğumuz ortam ve gelişmelerin bütününe bakınca, tedirgin olmamak için hayli rahat mizaçlı bir insan olmalısınız!

Yani bu endişeler, temelde ülkenin durumuyla ilgili, öyle mi?

Yarın İstanbul’da bir büyük deprem olsa, Allah korusun, 7.2 şiddetinde bir deprem yaşasak, ortaya çıkacak tabloyu düşünebiliyor musunuz? Ben bunu düşünüp, şimdiden kaygılanıyorum. Günlük düşüncelerim ve sıkıntılarım arasında bu çok ciddi bir yer tutuyor. İstanbul’da belki yüz binlerce insan hayatını kaybedecek, ekonomi dibe vuracak… Türkiye ekonomisinin yüzde 50’si İstanbul’da ve dünyanın hiçbir yerinde bu kadar yüksek bir oran tek şehir ya da tek bölgeye toplanmamıştır. Bu çok ciddi bir risktir. “Aaa ne kadar güzel, İstanbul dünya finans merkezi, kültür merkezi oldu” diyoruz ama Türkiye’nin bütün ağırlığını tek şehre yığmakla acaba iyi bir iş mi yapıyoruz? Bununla ilgili ciddi şüphelerim var. Büyük bir deprem sonrasında, inanın kurtarma faaliyetleri bile tam anlamıyla yapılamayacaktır. Öyle büyük bir deprem sonrasında devlet, bütün bankalardaki paralara el koyar. Tabi ki bunun adını böyle koymaz ama bütün mali kaynakları bloke ederken “Paranızı unutun, 3 yıl sonra görüşürüz” diyecektir.

Büyük deprem sonrası ortaya çıkacak fotoğrafın tam bir felaket olacağını söylüyorsunuz…

Türkiye’nin bütün hava ulaşımı, neredeyse yüzde 80’i Atatürk Hava Limanı’ndan yapılıyor. Burasının bir hafta kullanılamamasının Türkiye’ye maliyeti nedir, bunu bir hesaplayın. İşte bunları düşündükçe, yarına dair kuşkularım ve endişelerim artarak büyüyor. Bu konuların fazla konuşulmaması da beni daha fazla endişeye sürüklüyor. Çünkü konuşması gereken insanlar; medya mensupları, sivil toplum örgütleri bunları kanıksamış durumda. Doğrusu bu durum da beni hayrete düşürüyor. Bu korkularımı paylaşınca da “Bırak Hakan, sürekli bu endişeyle yaşanmaz” diyorlar. Benim amacım, karşı karşıya olduğumuz tehlikeler hakkında insanlarda biraz farkındalık yaratmak. Bununla da kalmayıp kendileri ve ülkeleri için birşeyler yapsınlar istiyorum.

Deprem konusunda demek ki durum vahim…

Çok vahim. Koskoca Japonya’nın halini gördük. Dünya üzerinde belki depreme en hazır ülke Japonya’dır, bakın son depremde ne hale geldi! Japonya’nın yaşadığı son depremden kaybı, 500 milyar doları geçti. Bu rakam, aşağı yukarı Türkiye’nin gayri safi milli hasılasına denk geliyor. İlla ki her gün deprem konuşalım demiyorum ama bu konuyla ilgili endişe ve kaygılarımızı da canlı tutmalıyız. Başka bir konu da, İstanbul’un nüfusu. Şu anda 17 milyon insan yaşıyor bu kentte. İstanbul’da yaşayan insanların mutlu olma şansları kalmadı artık. Ne kadar para kazanırsanız kazanın, bu kentte yaşıyorsanız mutlu olamazsınız. Çünkü bu fiziki şartlar; zengine de, fakire de, eğitimliye de eğitimsize de Kürtüne de, Türküne de, Alevisine de, Lazına da, Çerkezine de yaşam hakkı tanımıyor. Bu kadar çok insanlı bir şehir mümkün değil. İstanbul’da, Yunanistan ve İsveç’in toplam nüfusu kadar insan yaşıyor. Dolayısıyla böyle bir şehirde çözüm ve politika üretemezsiniz, mutluluk da dağıtamazsınız. Gelinen noktada hiçbir parti bu işin altından kalkamaz. Şehrin sorunları artık boyumuzu aştı. Niye İstanbul’da yolda herkes birbirini öldürecekmiş gibi bakıyor dersiniz. “Bana neden yan baktın” diyerek işlenen cinayetler kriterinde İstanbul dünyada ilk sırada. Sadece bundan ötürü insanlar birbirini bıçaklıyor. Gidin bakın, şu anda İstanbul’daki bütün taksilerde sopa ya da levye bulursunuz. Düşünsenize Londra’da böyle bir şeye izin verilebilir mi?

İstanbul son derece kötü ve tehlikeli bir durumda mı…

Bu kadar sıkışan bir şehirde hayatı nasıl yöneteceksiniz? İstanbul’un finans merkezi olma yönündeki adımlarını da şaşkınlıkla izliyorum. Soruyorum, Atatürk Hava Limanı’ndan taksiye binen bir insan Maslak’a kaç dakikada gidebilir?

Yaklaşık iki saat…

Evet, belki daha fazla. Ben bu sürede İstanbul’dan Münih’e uçuyorum. Türkiye’de nüfus odaklı, ülke nüfusunun artmasına yönelik konuşmalar yapıyoruz ama bu nüfusun dağılımı konusunda çok ciddi sorunlar var. Bu stratejik bir tehdittir. İstanbul’un bu kadar büyümüş olması Türkiye’nin karşılaştığı en büyük stratejik tehditlerden biridir. Suriye ve Irak konusu kadar, enerji sorunu kadar büyük tehditlerden birisi İstanbul’dur.

Peki nasıl çözülecek sorun?

Bütün cazibe unsurlarını İstanbul’da toplamaktan biran önce vazgeçelim. Ben Anadolu’da yeni şehirler yaratmaktan yanayım. Küçük birer San Francisco ya da San Diego gibi. Her şeyi baştan yapalım. Çevreci, doğa dostu, üniversite şehirleri olsun. Akıllı üretim, tarım yapalım. Yenilenebilir enerji kullanalım. Ankara’nın hala bir şansı var.

Biraz da Posta Gazetesi’ni konuşalım Hakan Bey… Türkiye’nin en çok satan gazetesi Posta’nın bu başarısının altında ne yatıyor size göre?

Posta, asıl hedefi yüksek tiraj olan, kolay ve rahat okunan bir gazete. Ortalama okur kitlesinin, içinde her şeyi bulabildiği bir gazete. Adeta bir süpermarket gibi. Mehmet Ali Birand gibi çok verimli ve çalışkan bir gazeteci bizde yazıyor. Rauf Tamer ustanın farklı bir tarzı var. Gazetenin hazırlanmasında Yazgülü Aldoğan gibi deneyimli bir isim ve Mehmet Coşkundeniz gibi popüler kültürü iyi takip eden arkadaşlarımızın emeği var. En sıkışık gündemde bile birinci sayfada yer bulabilen çocuk fotoğrafları ve şairler köşesinin bizi olduğumuz yerden bir miktar aşağı çektiğini düşünüyorum.

Sunumu da güzel yapılıyor…

Genel olarak Posta’nın okur tarafından kolay algılanan ve beğenilen bir sunumu var. Ama bununla birlikte gazetenin içine gidince bütün okur kesimlerinin kendilerinden bir şey bulabilecekleri köşe yazarları, sağlık dizileri var. İyi magazin veren bir gazete, ki magazini de küçümsememek gerekir. Dolayısıyla içerik yönetimini iyi ve başarılı yapan bir gazete Posta. Birinci sayfa ise oldukça popüler bir çizgide hazırlanıyor. Bizim gibi hayatını fikir ve analiz ortaya koyarak kazanan insanlar için birçok haberin Posta’nın iç sayfalarında kaybolması ve birinci sayfada neredeyse hiç yer bulamaması öteden beri önemli bir eksiklik oldu. Fakat bu durum, yayın yönetmeninin bir tercihi. Doğan Grubu içinde en mutevazı imkanlarla yayınlanan bir gazete olmasına rağmen, çok okunan, çok satılan ve erişimi yüksek bir gazete Posta. Sadece çok satılan demiyorum, erişimi de yüksek, çünkü birden fazla kişi Posta’yı okuyor. Yani rakamlara bakınca, aşağı yukarı bir Kanal D kadar erişimi var. Bu da çok büyük bir avantaj. Hal böyle olunca da reklam satışları ve gelirlerle birlikte Türkiye’de en çok para kazanan ve gelir elde eden yayın kuruluşlarından bir tanesidir Posta. Ofis boyundan sekreterine, sayfa sekreterinden ulaştırma servisine kadar herkesin canla başla çalıştığı bir yerdir. Bizde insanlar genellikle gazeteden ancak gece yarısı çıkar.

Bunlar her zaman istenen şeyler değil mi?

En az para harcanan ama en çok para kazandıran gazete formatı, patronların arayıp da bulamayacakları bir şeydir. Gruptaki diğer yayın organlarıyla mukayese ederseniz, Doğan Grubu’nun, neredeyse hiç para harcamadan en çok geliri Posta gazetesinden elde ettiğini görürsünüz. Ama bu sürdürülebilir mi ya da ne kadar gider bundan emin değilim. O yüzden bu formatı yeniden ele alıp incelemek gerek diye düşünüyorum. Bugün için bir başarı hikayesidir ve uzun zamandır da çok satan bir gazete ama bu değişmekte olan medya alışkanlıklarında ve trendlerinde, internet ortamlarının ve internet sitelerinin bu kadar güçlendiği bir ortamda, gazetemiz bugünkü planlama yaklaşımıyla başarı çizgisini daha ne kadar sürdürebilir bilmiyorum. Bu nedenle yeni değerler ve modeller inşa etmemiz gerektiğine inanıyorum.

İnternet gazeteciliği hızla gelişiyor. Bu durum diğer gazeteleri de etkileyecek elbette…

Bunu sadece Posta için söylemiyorum. Tüm basılı mecralardan bahsediyorum. Türkiye’de kağıda basılı mecraların ortalama üç yıl ömrünün kaldığını düşünüyorum. Tabi ki bundan kastım, dördüncü yılın sonunda gazetelerin yok olması değil. Bahsettiğim, tirajların çok düşmesi, reklam gelirlerinin azalması ve gazetelerin gündem yaratma ve belirleme güçlerini bir oranda kaybetmesidir. Bunun da üç yıl içinde olacağını düşünüyorum. Sonuç olarak Posta gazetesi 2015 yılında hala bugünkü formatı üzerinden devam ediyor olursa, zararlı çıkar. Üç yıl sonra medya dünyasında esecek kuvvetli rüzgarlar için şimdiden daha çok çalışmaya ihtiyaç var.

Hazırlık yapan gazete var mı?

Türkiye’de bu konuda en ciddi hazırlık yapan kurum, Hürriyet gazetesi. Bence onlar tehlikeyi fark ettiler. Ne yazık ki biz tehlikenin farkında değiliz. Bir tek Hürriyet farkında, çünkü Türkiye’nin en kurumsal gazetesi Hürriyet’tir. Yayın yönetmeninden muhabirine, idari bölümden ulaştırmasına kadar hepsi kurumsal kimliği çok iyi taşıyor. İnternete adaptasyon konusunda, Vuslat Doğan Sabancı çok doğru bir hamle yaptı. Enis Berberoğlu’yla birlikte web tabanlı gazeteler, I pad gazeteleri hazırladılar. Gazeteyle internet sitesinin uyumlu ve birbirini destekler bir şekilde çalışmasını sağladılar. Bu konuda artık hiçbir gazete komplekse kapılmamalı. Çünkü gazetenin internet desteğine çok ihtiyacı var.

Posta gazetesi internete adaptasyon konusunda ne durumda?

Posta gazetesi, internet tabanlı çalışmalarda çok geç kaldı ve ben bunun bir hata olduğunu düşünüyorum. Çok çok geç kaldık. Doğan Medya Grubu’nun kurumsal bilgi birikimi, Posta gazetesine olması gerektiği gibi yansıtılmadı. Böyle olunca da Posta, bilişim teknolojilerinde internetin sağlayacağı hizmetlerden istediği oranda yararlanamadı.
Her şeye rağmen bu trendi bir yerlerinden yakalamak mümkün. Çok çalışmak ve bunun farkında olmak lazım. İnternet, para ve itibar kazandıran bir mecra. Amerika’da Barack Obama, Türkiye’de Abdullah Gül, gezilerine internet gazetecilerini de davet ediyor artık. Böyle bir fenomene nasıl sırtımızı dönebiliriz ki. Sadece kağıda basılı gazeteyle insanları mutlu etmek mümkün olmayacak. Okur “Bana daha başka ne veriyorsun?” diye soracak. O yüzden iyimser bir tahminle üç yıl diyorum. İnşallah o zaman geldiğinde, yine bir araya gelir ve bugün konuştuklarımızı hatırlatırız.

Posta Gazetesi Ankara Temsilcisi’nin günlük temposu nasıl geçiyor, her an sürprizler yaşıyor musunuz?

Bizim gibi kalabalık Ankara bürolarına sahip olmayan küçük gazete yapılarında, temsilcilerin yükü daha ağır oluyor. Her olaydan, faaliyetten bizzat temsilci olarak haberdar olmam lazım. Ekonomiden savunmaya, parlamentodan siyasi partilere kadar her şeyi ben takip ediyorum.

Bu çok büyük bir yük…

Evet, bundan ötürü de çok yoğun bir koşturma içindeyim. Haberdar olunması gereken bütün önemli gelişmeleri kişisel olarak takip etmeye çalışıyorum. Ciddi mesai ve zaman harcıyorum. Gazeteciliğin doğasında çok rekabetçi bir ortam var.

Ankara’da gazetecilik ya da Ankara gazeteciliği farklı mıdır?

Bence, klasik anlamda Ankara gazeteciliği diye bir şey kalmadı artık. O eskidendi ve bitti. Gazetecilik gazeteciliktir ve evrensel bir meslektir. San Francisco, Tahran ve Paris’te gazeteciliğin temel ilkeleri neyse bizde de o. Öyle de olmalı... Zaten artık Ankara, haber üreten bir başkent olma hüviyetini İstanbul’la paylaşmaya başladı. İstanbul, Türkiye’nin adı konulmamış başkenti durumunda. Başbakan Recep Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, haftanın yarısını İstanbul’da geçiriyor. Çünkü Türkiye’deki pek çok önemli kurum bu şehirde. Başbakan’ın Dolmabahçe Sarayı’nda ofisi var, Cumhurbaşkanı da zaman zaman Tarabya’da kabuller yapıyor. Bakanlar kurulunun yarısı burada… Ankara’da meclis kulislerinde haber takip edip manşet çıkarmak her ne kadar halen mümkün olsa da artık 70’ler, 80’lerde ya da 90’larda yaşamıyoruz. Türkiye artık kabına sığamayan bir ülke olduğu için sürekli olarak uluslararası bir ziyaret trafiği içindeyiz. NATO zirveleri, uluslararası ekonomi konferansları… Dolayısıyla siyasetçilerin Ankara’da oturma dönemi bittiğine göre, gazetecilerin de oturma dönemi bitmiş olmalı.

Yeni nesil siyasetçiler de dolaşmayı, yurt dışına çıkmayı seviyorlar.

Gerçekten de öyle ama bu aslında bir zorunluluk. Eski Ankara gazeteciliğinde, bazı gazetecilere kapalı zarflar içinde bilgiler gelirdi. Onlar da gelen bilgilerden bir özet çıkarır, kendi bilgilerini de katar ve bir haber oluştururdu. Bu dönem artık büyük oranda değişti. Haber artık daha dinamik bir ortamda oluşuyor. Ankara’da koltuğa çakılı kalma dönemi bitti. Türkiye çok iddialı bir ülke, 2023 yılında ilk 10 ülkeden biri olmak istiyorsak, bu dinamizmi ve enerjiyi de ortaya koyma iddiasında olmalıyız. Siyasetçisi, bakanı, sivil toplum örgütleri, meslek örgütleri yerinde oturmamalı, yoksa olmaz. Çin’le, Rusya’yla, Brezilya’yla rekabet eden bir ülkeden bahsediyoruz ki bunlar çok enerjik ülkeler. Yeni dönemde Türkiye’nin bilişim çağını yakalamak gibi bir zorunluluğu var. Artık dev gemiler ya da motorlar üretmek yerine moleküler biyolojiyle, yüksek teknolojiyle ilgilenmek gerekiyor. Hedeflerimiz bunlar olmalı. İsrail kendi Silikon Vadisi’lerini kurarak, teknolojiye yatırım yaparak bunu başardı. Neden tüm dünya İsrail’den insansız hava aracı almaya çalışıyor, bunları sorgulamak lazım.

Sınırlarımızda yaşanan gelişmeler de son derece tehlikeli boyutlarda… İran, Irak ve Suriye… Yaşananlar Türkiye’yi nereye götürüyor? Vatandaş bunu çok merak ediyor Hakan Bey.

İki sene önce başka bir Türkiye vardı. Başka ilişkileri olan bir ülke vardı. Oysa bugün, bölünme, parçalanma ve büyük savaşlara girme ihtimalleri konuşuluyor. İçinde yaşadığımız coğrafyanın şartları çok farklı. Her an değişen dinamiklere hazır olmak ve bunları anlamak lazım. Sınır komşumuz İsviçre, Fransa ya da Portekiz değil ki. Benim komşum İran, Irak, Suriye… Bunlar sosyal gelişmelerini tamamlayamamış, demokrasiden çok uzakta, özgürleşmelerle ilişkisi olmayan, dini çatışmalar yaşayan ülkeler. Batıyla sürekli çatışma halinde olan bir medeniyetin parçalarını oluşturuyorlar. Hal böyle olunca da, “Her şeyi mükemmel yaptık, bitirdik. Komşularla mutlu yaşıyoruz” tarzı açıklamalar yaparsam, bu ülke insanı için büyük bir yanılsama olur.

Türkiye’nin savaşa girme ihtimali yüz üzerinden nedir?

Risk az değil, işte herkes çevremizde yaşananları görüyor… Barzani ile Türkiye’nin bugün bir hukuku var ama yarın Barzani’nin Suriye’deki Kürtlerin hamiliğine soyunup, ülkemizdeki Kürtlere “ayrılıkçı” bir mesaj yollamayacağını kim garanti edebilir? Sadece bu da değil, bir sürü faktör var. Size şöyle senaryolar çizeyim, İsrail gidip İran’daki bir tesisi vurursa, İran’ın Malatya Kürecik’i vurmayacağını garanti edebilir misiniz? Çünkü Rusya ve İran deklare ettiler. “Güvenliğimize yönelik en küçük bir tehdit algılaması hissedersek, Malatya Kürecik’teki radar tesisini hedef alırız” dediler. Şimdi düşünün, Türkiye kendi şehirlerinden biri böyle bir silahlı saldırıya maruz kalırsa cevap vermemek gibi bir durum içine girebilir mi? Tabi ki giremez. Yarın Irak’la da buna benzer şeyler yaşanabilir. Bağdat yönetiminin başındaki isim Nuri El Maliki, sürekli olarak Türkiye’ye tehdit mesajları gönderiyor. Dolayısıyla tehdit tek boyutlu ve tek merkezli değil. Ortak akıl ve zekayla bunlara yanıt bulunmalı ve çözüm üretilmeli. Türkiye’nin bunu başarabilecek bilgi birikimi ve devlet geleneği var.

Gerçekten çok zor ve tehlikeli bir çember içindeyiz…

Bakın birkaç yıl öncesine kadar Türkiye’nin bölgedeki en önemli müttefiki İsrail’di. Bugün neredeyse çatışma noktasındayız. Yarın İsrail, Türkiye’yi Kıbrıs açıklarında Rum kesimiyle birlikte bir oldu bittiye getirirse, yanıt vermememiz mümkün olabilir mi? Bakın ne kadar çok cepheden bahsediyorum size. Ya da Türkiye, Suriye’yle bir çatışma içine girerse ve bu çatışma bir boyutuyla Rusya’ya yansırsa… Çünkü onların Suriye topraklarında üssü var. Biz Rusya’yla çatışma yaşayabiliriz. En büyük yanılsama, aşırı bir özgüven içinde “Biz bu işi başardık, biz en iyiyiz” demektir. Şunu söylemeliyim ki, böyle bir özgüven patlaması içinde hareket edemeyeceğimiz bir coğrafyada yaşıyoruz. Havacılıkta ve uluslararası diplomaside, en tehlikeli şey ‘Over confidence’tir (Aşırı Güven). Havacılık kurallarına uymayarak aşırı şekilde kendine güvenen bir pilot, sonunda uçağı yere çakıverir. Ben bundan endişeleniyorum.

Türkiye, yurt dışı politikasında doğru bir siyaset mi izliyor size göre?

Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan ikilisinin ortaya koydukları ilk dönem vizyonunun doğru olduğunu düşünüyorum. Reformist, çoğulcu, özgürlükçü bakış açısı Türkiye’yi Avrupa birliğine ve batıya yaklaştırdı. Ancak, Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan çizgisinden sonra atılan bazı dış politika adımlarının doğruluğundan çok emin değilim. Özellikle son dönem Ahmet Davutoğlu’nun dış politika yönetimini büyük oranda üstlendiği süreçte atılan bazı adımların, zamanlama, kapsam ve içerik olarak isabetinden şüpheliyim. Eleştirilere kulak vermek gerekir. Dünyanın hiçbir ülkesinde dış politika tek bir vizyona takılıp kalarak yönetilmez. Dış politika, akademisyenlerin, bilim adamlarının, sivil toplum kuruluşlarının, medyanın, akil adamların birlikte katkı sağladığı bir ekip işidir. Zaten Türkiye’nin o her zaman atıfta bulunduğu “yumuşak güç” olmanın yolu da buradan geçiyor. Tabi ki tek bir adam uygulayıcıdır ama bunun arkasında bir zenginlik olmalı. Türkiye’de büyük bir zenginlik var, fakat Dışişleri Bakanımız Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun bu zenginlikten ne kadar faydalandığı konusunda emin değilim. Davutoğlu Hoca konuya, “Ben zaten her şeyi biliyorum, o çocukları da ben yetiştirdim” noktasında mı bakıyor, bilmiyorum.

Hakan Bey, “Kötü şeyler olabilir ve uluslararası arenada çakılabiliriz” mi diyorsunuz, yoksa ben mi yanlış anlıyorum?

Elbette böyle riskler var, bakın çevremize. Allah korusun. Bu durum, uzun yıllardır uçan pilotların hiç de yapmamaları gereken bir özgüven gösterisi gibi. Kitaba uygun gitmek lazım. Havacılıkta ‘check list’ vardır ve pilot isterse 40 yıldır bu işi yapıyor olsun, o listeye uymak zorundadır. Aksi halde hava yolu şirketi bunun hesabını sorar. Havacılıkta ve diplomaside de bir ‘check list’le gitmek lazım. Açıkçası, zaman zaman Türkiye’nin bir ‘checklist’i olduğu noktasında kaygı duyuyorum. AK Parti’nin kadrosundaki akil adamların çokluğu noktasında büyük bir zenginliği var. Dış politikayı çok iyi bilen insanlar var. Ama bu zenginliğin, dış politika uygulamalarımıza ve karar alma süreçlerimize ne kadar yansıyor, bundan çok emin değilim.

Kafanızdaki soru işaretleri, çok fazla anladığım kadarıyla…

Herkesin her şeyi, bütün politikaları doğru bilmesi ve uygulaması gibi bir şey söz konusu değil. İlahi bir sistem değil ki bu, insanlar hata yapabilir ve bu kötü değildir. Hata yaptığımız zaman kabul etmek, bundan ders almak ve süreci onarmak lazım. Türkiye, dünyadaki pek çok güç odağına çomak soktu. Uluslararası arenada dev oyuncularla rekabet ediyoruz. Türkiye’nin dış politika yönelimi ve hedeflerinin yanlış olduğunu söylemiyorum ama bunun uygulaması noktasında doğru yöntemlerle yaklaşılıyor mu? Bunu sormak lazım. Türkiye bugün; Fransa, Rusya, İngiltere, Çin ve Amerika’yla çıkar çatışmaları yaşadığı bölgelerde üstünlük elde etmeye çalışıyor. Bunu yaptığınız zaman, adam gelir arkanızdan tekmeyi atıverir. Bütün dünyayı karşınıza alarak dış politika yapamazsınız. Dost kazanmak çok zor bir şey. AK Parti bunun için çok emek verdi, yıllarca uğraştı. Başbakan Tayyip Erdoğan bu işe ömrünü verdi. Pek çok dünya lideriyle yıllarca çarpışarak bu noktaya geldi ve başarılı oldu. Ama son birkaç yıl içinde, kazanılan mevzileri korumak için gereken özeni gösterdik mi, bundan pek emin değilim.

Hakan Bey, Başbakan’nın sağlığı çok merak ediliyor… Gerçi bu konuda ayrıntılı bilgi verilmiyor ama sizin bize söyleyecekleriniz olabilir mi?

Bence durumu çok iyi. Dediğiniz gibi sağlığı hakkında bir sürü dedikodu yapıldı. Ama benim gördüğüm sağlık durumu son derece iyi. Kendisiyle pek çok ortamda bir araya geliyorum ve ben sağlığını çok iyi görüyorum. Hızlı bir toparlanma süreci içine girdi. Çalışma temposu onu besliyor, iyileştiriyor. Eğer bir ay daha yatsaydı, belki sağlığı bugünkü kadar iyi olmayabilirdi. İşinin başına doktorların izin verdiği en kısa sürede döndü ve sağlığını kazanmak adına iyi de oldu. Beğenin ya da beğenmeyin, dünyanın en çalışkan liderlerinden biri Tayyip Erdoğan. Eleştirebilirsiniz, bunlar ayrı şeyler ama çalışkanlığı konusunda kimsenin tereddüdü yok. Partisinin görüşlerini ve Türkiye’yi anlatmak için dünyayı defalarca dolaştı. Ortaya koyduğu vizyon Ankara’yı uluslararası ilişkilerde ne yapacağı merak edilen bir başkent haline getirdi. Ayrıca iktidarının 10. yılında sokakla, vatandaşla bu kadar iyi iletişim kurabilen başka bir lider yok. Belli bir çizgiyi sürdürebilmek kolay iş değil.

Başbakan’ın eleştiriye açık olmadığı söyleniyor. Gerçekten de böyle midir? Siz yakından tanıyorsunuz…

Çevrenizde, herhangi bir meslek grubunda eleştiriden hoşlanan birini gördünüz mü? Türk insanı eleştiriyi çok sevmiyor. Doğrudan kişisel bir noktadan bakmaya başlıyoruz. Televizyon programlarına katılan gazeteciler de öyle değil mi, gazeteciler arasında bir eleştiri çıktığı zaman, eleştiren kişiden nefret ediyorlar. Onu kara listeye alıyorlar. Hep böyle değil mi? Bu Türkiye’nin hoşgörü alanı sınırlı.
İki bin yıl boyunca büyük fikirler ve uygarlıklara evsahipliği yapmış Akdeniz’in en doğulu toplumu Türkiye. Eleştiriden nefret eden bir kültürümüz var. Ülke olarak böyle bir şey var. Hemen sizi bir kenara itiyorlar. Almanya ya da Fransa’da birini eleştirsem, benimle konuşup fikrimi değiştirmeye çalışır ya da hatasını kabul eder, buradaki gibi kalkıp gitmez. Biz masadan kalkıyoruz, birbirimizin kafasına kitap fırlatıyoruz. Avrupa’da Meclis kürsüsünde bardak kırılan bir tane ülke gösteremezsiniz. Uçan tekmelerin, yumruklaşmaların olduğu bir Meclis profili sadece üç dört ülkede var. Tayvan, Hong Kong, Güney Kore ve Türkiye…

Parlamentomuz henüz gelişmemiş gibi bir sonuç çıkıyor ortaya…

Bizim parlamentomuza daha yeni bir Hıristiyan vatandaşı girebildi. Yüzlerce yıllık kültürlere ev sahipliği yapmış toprakların üzerine kurulmuş bir parlamentodan bahsediyorum. Mesela Meclis’te eşcinsel, lezbiyen de olabilir. Farklı cinsel tercihlerin, inançların, etnik özelliklerin bir arada barış içinde yaşayabilmeli. Onaylamak zorunda değilsiniz ama hiç değilse saldırmayın. Türkiye zenginliklerinden faydalanamayan, bunu heba eden, bilgiden nefret eden, kültür düşmanı bir toplum profili çiziyor. Başka hangi ülkenin dilinde “Çok okuma, deli olursun” gibi bir ifade var? Kültürün küçümsendiği bir toplum, ülkeler arasında ilk ona giremez. Dünyada, bilginin ve entelektüel zenginliklerin yok sayıldığı ülkeler, bir yerde takılıp kalırlar. Türkiye şimdi böyle bir riskle karşı karşıya bulunuyor. Türkiye daha düne kadar engellilerini dışlayan bir ülkeydi. Engelli insanlar sokağa çıkamıyordu. Ülkemizde, bir avuç Hıristiyan, Musevi ve Ermeni yok olup gidiyor. İstanbul neden rengini kaybetti? Neden Kuala Lumpur ya da Dubai’ye benzeyen bir şehir haline geldi? İstanbul ölçek ve katman olarak Roma, Londra ya da Paris’le yarışabilecek durumdayken Kuala Lumpur’a dönüşüyorsa bunu sorgulamak gerekir. Türkiye, tarihi zenginliklerin üzerine beton dökerek yeni binalar inşa etmekten vazgeçmeli. O kalıntıların altında başka medeniyetler var. Bunlara sahip çıkmalıyız. 2 bin yıl sonra dünyanın hala en muhteşem katedrali Ayasofya ise bundan gurur duymalıyız. Bu bizim için bir şans.

1990’da İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldunuz.

1988 yılında gazeteciliğe başladım. Neredeyse 25 yıl olmuş.

Evet, çeyrek asırdan bahsediyoruz. Hedeflerinize ulaştınız mı?

Gazetecilik gibi mesleklerde bunu söylemek imkansız. Yaşam boyu süren bir öğrenme ve aktarma süreci bu. Türkiye’de insanı yiyip bitiren bir çekişme ve didişme ortamı var, neredeyse her sektörde. Ama medyada daha belirgin. Birşeyler üretirken sürekli sizi ayağınızdan çekmeye çalışan insanlarla uğraşıyorsunuz. Genellikle bu insanlar hemen yanıbaşınızda oluyor. Bir kazık yediğinizi de genellikle geç fark ediyorsunuz. İlişkilerin bu kadar kaygan ve değişken olduğu başka bir iş kolu görmedim.

Peki, en büyük hedefiniz nedir, “Mutlaka yapacağım” dediğiniz?

Gazetecilik, radyoculuk ve televizyonculuk alanında, sorumlu olduğum yayın kuşaklarında, yazdığım metinlerde her zaman en iyi ya da en iyilerden biri olmak, atıfta bulunulan bir gazeteci olmak, dikkat ederseniz sadece haber sunmak ya da anchorman’lik diyerek sınırlamadım.

Yok mu öyle bir isteğiniz?

Var tabi ki…

Teklif gelmedi mi?

Geldi. Ama ben her gün bir televizyon ya da gazete binasına çakılmak gibi sabit bir faaliyette bulunmayı istiyor muyum, henüz buna karar veremedim.

Anchorman olmak bir yere bağlanmak anlamına mı geliyor?

Bir anlamda öyle. Ben Türkiye’de en hareketli gazetecilerden biriyim ama böyle bir işe girince yerimden kıpırdayamam. Yine de istediğim şartlar yerine gelir ve özgür bir yayın yapma imkanı bulacağıma inanırsam, tekliflere evet diyebilirim.

Anladığım kadarıyla farklı bir anchormenlik var kafanızda…

Şimdiye kadar yapılanları küçümsemiyorum. Sevgili Mehmet Ali Birand, Uğur Dündar ve Ali Kırca çok güzel şeyler yaptılar, kendi tarzlarını yarattılar ama ben çok daha farklı bir şey yapmak istiyorum. Bu isimlerin yaptıkları şeyler, bizim için bir kültür mirası niteliğinde ama hayat değişirken, insanların beklentileri bu kadar hızlanmışken, yeni şeyler de vermek lazım. Eğer televizyon kanalları buna istekliyse, ben bu işin en iyisini yaparım, buna hiç şüphem yok.

İnternette dolaşan bir video vardı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Kanal 24’teki programınıza bağlanıyordu. Bundan biraz bahseder misiniz?

Başbakan Erdoğan, bir kere ben yayındayken telefon etti, bir kez de canlı yayınıma katıldı. İlk olarak klarnet sanatçısı Serkan Çağrı’yla yaptığım programı aradı. “Başbakan arıyor” dediler ve telefonu uzattılar. İlk başta çocuklar şaka yapıyor diye düşündüm ama sonrasında gerçekten hattın ucunda Erdoğan’ın olduğunu anladım. Başbakan, “Hakan, program çok güzel gidiyor, tebrik ederim. Seni ve Serkan Çağrı’yı kutlarım” dedi. “Program bitti mi?” diye sordu. Ben de “Devam ediyoruz” deyince, “Devam edin, dinliyoruz, keyif alıyoruz. Hatta bize de bir şarkı gönderin” dedi.

Gerçekten hoş bir sürpriz olmuş…

Evet. “Özel bir şarkı isteğiniz varsa Serkan’ın çalmasını rica edeyim” deyince kendisi “Hayır, gönlünden ne koparsa” diye cevapladı. Kendisinden müsaade isteyerek, “Bu görüşmeyi canlı yayında açıklayabilir miyim?” dedim. “Elbette” deyince canlı yayında paylaştım. Bir diğer arama da bu olaydan bir hafta sonra oldu. Programıma, Caner adlı down sendromlu bir genç yüzücüyü konuk etmiştim. Caner konuşamıyordu ve programıma babasıyla katılmıştı. Başarılı bir yüzücü, sohbet ediyoruz ve ben de çok duygulandım. Bir süre sonra, “Başbakan arıyor, yayına bağlanacak” dediler. Başbakan yayında son derece duygusal ve güzel bir konuşma yaptı. “Hakan Bey, size teşekkür ediyor ve böyle bir konuyu ele aldığınız için sizi kutluyorum. Ben de bu konularda çok hassasım. Emine Hanım’ın bir akrabası da down sendromluydu, o yüzden bu durumları biliyorum” dedi. Youtube da bunlar var. Erdoğan bunun gibi konularda insani dokunuşu çok farklı bir insan. Neredeyse 20 yıldır tanıyorum kendisini, benim çocukluğum da Başbakan’ın Beyoğlu’nda doğup büyüdüğü yerlerde geçti. Ben de tıpkı onun gibi Beyoğlu’nun arka sokaklarında su satarak harçlığımı çıkarıyordum. Erdoğan, İstanbul Belediye Başkanlığı’na hazırlanırken o zamanlar Hür FM’de (Hürriyet Gazetesi’nin radyosu) yaptığım programa konuk olmuştu. Gündemin en yoğun günlerinde Başbakan Erdoğan’ın telefon açarak programımla ilgili beğenisini dile getirmesi ve canlı yayına katılması benim için çok değerli. Onur duydum ve çok mutlu oldum.

Devlet liderlerimizle bu tarz başka anılarınız var mı?

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün geçen seneki Türkmenistan ziyaretine katılmıştım. Gül, yemek yediğimiz sırada beni oturduğu masaya çağırdı. Türkmenistan Cumhurbaşkanı’ya sohbet ediyordu. Beni yanına oturttu ve Türkmenistan Cumhurbaşkanıyla tanıştırdı. “Bu arkadaşımız, Türkiye’de televizyonculukta çok başarılıdır ve müziği de iyi bilen birisidir” dedi... Cumhurbaşkanı Gül gibi çok takdir ettiğim bir liderin izlediği programları yapmış olmaktan onur duydum. Bunlar insanı çok motive eden şeyler.
Dünyadaki Ortodoksların dini lideri Patrik Bartholomeos’la Vatikan’a gitmiştik. Orada beni Papa 16. Benedikt ile tanıştırdı. “Türkiye’de dinler arası diyaloğu bu kadar iyi bilen bir gazeteci yoktur. Biz de çok takdir eder ve sayarız. Bu yüzden Papa hazretleri sizinle tanıştırmak istiyorum” dedi. Biz işimizi okurlarımız ve izleyicilerimiz için yapıyoruz fakat bu seviyelerde de güvenilmek, bunları yaşamak bir gazeteci, bir yayıncı için çok önemli.

Siz çok da seyahat ediyorsunuz. Kaç ülkede bulundunuz?

Dünyada 100’den fazla ülkeye gittim. Çok insan ve çok lider tanıdım. Dünya üzerinde tanışmadığım ve konuşmadığım lider neredeyse yok. Bush’undan tutun da Medvedev’ine, Putin’den Castro’ya kadar… Bu kadar insan tanımak da doğal olarak insana farklı bir vizyon katıyor.

Sizi en çok etkileyen ülkeler hangisi oldu?

Eğitimimin bir bölümünü İngiltere’de yaptığımdan o ülkeyle aramda duygusal bir yakınlık var. Japonya, hayranlık duyduğum ülkelerden bir tanesidir. Sekiz kez Japonya’ya gittim ve artık bir Japonya uzmanı olduğumu söyleyebilirim.

Japonya’da depreme yakalandınız mı?

Evet, yakalandım.

Oradaki insanların deprem karşısındaki tavırları nasıl?

Japonya’da depreme yakalanmak, çok güvendiğiniz bir havayolu şirketinde türbülansa yakalanmak gibi. Zangır zangır sallanabilir, uçağın içinde büyük sarsıntılar yaşayabilirsiniz. Kaldı ki başıma da çok sık geliyor ama ben güvendiğim bir havayoluyla uçtuğum için kitabımı okumaya devam ediyorum. Japonya böyle bir yer. Bu insanlara çok saygı duyuyorum. Çünkü orada bir toplantı saat 07.00’de denmişse, insanlar o saatte gelir. Ben de o adamdan korkmam. Japon ve Amerikalı işini savsaklamıyor. Amerika’nın şu anda dünyayı yönetiyor olmasının en önemli sebeplerinden biri, bilgiye ve araştırmaya verdikleri önem. Stanford, Berkley, Harvard, Yale gibi marka üniversiteleri var. Bu üniversiteleri çıkardığınızda geriye ne kalır? Bilgiyi önemseyen, akademik çalışmalara önem veren ülkelerden korkmayın. Çünkü demokrasi ve özgürlükler ancak hür düşünceyle gelişebilir.

Demokrasi deyince bir de Türk basınının özellikle çok ilgilendiği bir Silivri gerçeği var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Basın tarihi ilerleyen zamanlarda Silivri’yle ilgili nasıl bir yorum yapacak?

Valla ben bunu sadece gazetecilerle ilgili olarak değil de genel tutukluluk halleri üzerinden cevaplayayım. Tabi ki devletin sahip olduğu bilgilerin birçoğunu bilmiyorum ama benim de anlamakta zorlandığım şeyler oluyor. Uzun tutukluluk halleri, işkenceye ve bi zati cezaya dönüşüyor ki, bu bence sorunlu bir durum. İlker Başbuğ, Türkiye’de uzun süreler boyunca Genelkurmay Başkanlığı yaptı. Devletin en gizli bilgilerine sahip üç dört kişiden biriydi. Şu anda tutuklu. Çok enteresan, acaba ne oldu da bu kadar tutuklu kalmasını gerektirecek bir durum ortaya çıktı? Bu kısmını anlayamadım ben. Uzun yıllar boyunca milyar dolarlık silahları emanet ettiğiniz, yüz binlerce adamı emrine verdiğiniz bir ismi terör örgütü lideri olmak suçlayarak cezaevinde tutuyorsunuz. Bunu anlamak güç.

Yani çetecilikle suçluyorsunuz…

Böylemidir değil midir bilmiyorum. Yargılama devam ediyor. Ama bunu bir gazeteci ve ülke vatandaşı olarak anlamakta güçlük çekiyorum.

Oda TV davasından Silivri’de tutuklu olan Soner Yalçın, Avrupa parlamenterlerine mektup göndermiş. Türkiye’de düşüncenin suç sayıldığını anlatmış. Size göre de durum böyle mi?

Şunu söyleyebilirim, Türkiye ekonomik anlamda son 10 yılda çok büyük bir ilerleme gösterdi. Atılan ekonomik adımları kimse küçümseyemez. Türkiye çıtasını yükseltti. Özgürleşme, demokratikleşme ve insan hakları konusunda önemli adımlar atıldı. Ama bu adımlar, ekonomik performans kadar belirleyici ve etkileyici olmadı. Ekonomik performansın bir miktar gerisinde kaldı. Diğer adımları da atarsak, Türkiye çok başka bir yerde olur. O konuda kişi hak ve özgürlükleri konusunda eleştirilecek çok yönümüz var. Birkaç sene öncesine kadar you tube kapalıydı, daha ne diyeyim ki ben. Biz çok kolay yasaklıyoruz. Yasakla bir şey çözülmez, üzeri örtülmez, yasaklanan fenomenler daha çok ilgi çeker ve tartışılır. Türkiye büyük ölçekte başarılar kazanırken, adını duyururken, yasakçı ve baskıcı bir ülke görünümünden sıyrılması gerekir. Böyle bir görüntü vermemesi gerekir. O konuda Türkiye ince bir çizgide duruyor. Ülkeyi yönetenlerin çok dikkat etmesi gerekiyor. Zaten böyle bir çizgide gidilirse, Türkiye saygınlığını azaltır, itibarını düşürür.

Demokratikleşme süreci son derece önemli.

Özgürleşememiş bir ülke, yabancı yatırımcı açısından cazip değildir. Türkiye’nin ekonomik gelişmişliğinde, batıdan gelen yatırımların çok önemli etkileri oldu. Biz bugün Avrupa’yı çok eleştiriyoruz ama Türkiye’ye gelen yatırımların yüzde 80’i Avrupa ve Batı kökenlidir, Arap kaynaklı değildir.

Peki, Avrupa Birliği hakkında ne düşünüyorsunuz. Avrupa Birliği’ne hala giremedik ama bazı siyasilerimiz “Yahu biz zaten Avrupa Birliği’ne girdik” diyorlar. Avrupa Birliği’ne kesin olarak girmek gerekiyor mu?

Bakın, Avrupa Birliği konusunda yüksek lisans yaptım. Türkiye’de bu konuda
ilk yüksek lisans yapan insanlardan biriyim. Benim akademik çalışmalar yaptığım 1992 yılında, Avrupa Birliği ülkemizde çok fazla tanınmıyordu. Türkiye’nin batı kurumlarıyla entegrasyonunun devamından yanayım. Yani Türkiye, doğuyla ilişkileri iyi olan batı ittifakının bir parçasıdır, öyle de olmalıdır. Demokratikleşme konusunda doğuya bakarak çıtamızı yükseltemeyiz. Daha atılacak çok adım var. Avrupa Birliği, Türkiye’nin sırtını dönebileceği bir kurum değil. Türkiye, ticaretinin büyük bir bölümünü Avrupa’yla yapıyor.

Avrupa’da ekonomik anlamda bir darboğaz yaşanıyor.

Şu anda Avrupa’nın ekonomik olarak küçülmesi ya da bir takım finans sorunları yaşıyor olması bir yanılsamadan ibaret. Avrupa’nın yaşadığı finans sorunu bir darboğazdır. Avrupa ekonomik olarak çökmedi, sanıldığı kadar kolay da çökmez.

Bu gelip geçici mi diyorsunuz?

Avrupa ekonomik anlamda yaşadığı sıkıntılar yüzünden çökmez. Nasıl çöksün ki, ülke olarak otomobili, uçağı, büyük makineleri bu ülkelerden alıyorsunuz. “Avrupa çöktü, oh ne ala… Hadi yüzümüzü İran’a, Suriye’ye dönelim” gibi bir durum yok. Şöyle bir örnek vereyim, Almanya’nın şu andaki ihracatı Türkiye’nin 2023 hedefinin üç katı. Başka söze gerek var mı? Bugün bir finans krizi yaşanıyor, yanlış adımlar atıldı ama toparlayacaklar. Avrupa II. Dünya Savaşı’nın yaralarını sarmayı başarmış, bu krizi mi atlatamayacak? Bu iddiaya ancak gülerim.

Türkiye’nin kendi otomobilini üretmesi konuşuluyor bu mümkün mü? ‘Devrim Arabaları’ adlı filmde geçmişteki bu girişimimiz anlatılmıştı…

O filmi maalesef izleyemedim. Türkiye, bugün Avrupa’nın altıncı büyük otomobil üreticisi. Yani illa ki yüzde yüz Türk otomobili diye iddia etmemek lazım, bu olmaz. Hiçbir gelişmiş endüstri bu şekilde çalışmıyor. Gerek de yok, üstelik maliyetli olur ve kazandırmaz. Airbus yüzde yüz Avrupa’da üretilmiyor. Boeing yüzde yüz Amerika’da, Mercedes yüzde yüz Almanya’da üretilmiyor. Önemli olan Türkiye’nin şanzıman ve motor üretmesi. Yazılım üretebilmesidir. Erdoğan’ın bir hedef olarak bu konuyu Türkiye’nin gündemine getirmesi son derece yararlı oldu. Sanayacimizi de bir anlamda uykudan uyandırdı. Belki bu aşamadan sonra hazır bir markayı alıp bunun üzerine inşa etmek daha mantıklı olabilir. Mesela, Saab böyle bir fırsat olabilirdi ama Türkiye buna pek sıcak bakmadı.

Uçak, otomobil ve trenlere özel merakınız var. Maket koleksiyonunuz çok konuşuluyor. Bu merak nereden geliyor?

Çocukluğumdan beri bütün ulaşım araçlarına ilgim var. Rahmi Koç’tan da bu anlamda çok etkilendim. Ama onu tanımadan önce de bu konuya karşı büyük ilgi duyuyordum. Dünyadaki bütün büyük ulaşım müzelerini gezdim. Bütün uçak ve otomobil fabrikalarını dolaştım. Test sürüşlerine, uçuşlarına katıldım. Dolayısıyla o zevkimi profesyonel olarak da bir noktaya getirdim.

Maketleriniz dışında bir de müzik arşiviniz var. Türkiye’nin sayılı ses, müzik arşivlerinden birine sahip olduğunuzu duydum.

Evet, çok büyük bir arşivim var. Hatta şöyle söyleyeyim, TRT’deki radyo programlarımın hiçbirinde onların arşivini kullanmadım. Ben yirmi yıldır radyoculuk yapıyorum. 1992’den bu yana aralıksız olarak devam ediyorum. Türkiye’de bu kadar yıldır aralıksız olarak radyo programı yapan çok fazla insan da yoktur sanırım.

Türkiye’de radyonun konumu nedir? Çoklukla müzik dinlemek için mi kullanılıyor?

Radyonun en parlak olduğu dönemde değiliz. Radyo biraz zemin kaybetti. Ama hala çok dinlenen radyo kanalları ve programları var. İnsanlar hala özel olarak program takip edebiliyorlar. Mesela siz bugün kanaldan ayrılıp başka yere geçin, seyirciniz de sizi takip eder. Şu an TRT Radyo 1 ve Radyo 3’te programlarıma devam ediyorum. Bu arada İbrahim Şahin’i kutlamalıyım. Türkiye’nin yönetilmesi en zor kurumlarından birini yıllardır başarıyla idare ediyor. TRT hiçbir dönemde olmadığı kadar aktif bir yayıncılık yapıyor ve yayın içeriklerini zenginleştiriyor.

Geçen yıl evlendiniz. Bir röportajınızda “Çocuk sahibi olma konusunda ciddi endişelerim var” demişsiniz. Neden?

Bu güzel röportajın sonunda “endişeli ve kaygılı bir adam” profili çizmek istemem. Sonuçta çocuk sahibi olmak çok güzel bir şey.

Bakın Başbakanımız “Üç çocuk” diyor…

Başbakandan üç çocuk konusunda fırça yedim zaten (gülüyoruz). “Haydi, sen ne zaman yapacaksın?” dedi. Elbette herkes, kendi türünün, kültürünün, bilgisinin, yaşamının devam etmesini ister. Ama Türkiye’de bunu yapmak çok kolay değil. Her iki senede bir eğitim sisteminin 180 derece değiştiği bir ülkede, çocukların halinin nasıl olacağını tahmin edebilirsiniz. Ben eğitim sistemi değişiyor diye korkup, çocuk yapmayalım demiyorum. Sonuçta insan kendi birikimlerini paylaşacağı bir çocuğu olsun istiyor. Yaptığımız birikimleri gençlere aktarmamız gerekiyor. Ben bunu yapıyorum. Okullara gidiyorum, sohbet ediyorum bulunduğum yere çocukları çağırıyorum. Türkiye bir yere gelecekse onlarla gelecek. Yani birikimlerimizi aktarma konusunda hiç şüphe yok.
İletişim Fakültesi’nde Bilimkurgu Sineması üzerine bir yüksek lisans programına devam etmişsiniz. Bilim kurgu denilince hemen sormak istiyorum. Uzaylılar var mı, ne dersiniz?

İnsanlığın ilk günlerinden beri, doğada ve dış dünyada olanları anlamaya çalışıyoruz. Amerika’nın NASA’ya milyar dolarlık bütçeler ayırması boşuna değil. Bu merak devam edecek ve biz Dünya dışındaki gezegenleri araştırmaya ve anlamaya çalışacağız. 1976 yılında dış güneş sistemine Voyager adlı bir uzay gemisi gönderildi ve içinde Türkiye’den semboller ve sesler konuldu. Dünyamız dışında bir takım yapıların ve zekaların olma ihtimallerine kapı aralıyorum, aksi ispatlanana kadar bu yok diyemeyiz. Bakın NASA, Kızıl Gezegen’de olası yaşamın ipuçlarını bulabilmek için Mars Robotu Curiosity’yi görevlendirdi. Televizyon başında milyonlarca insan nefesini tutarak izledi.

Yani sizce uzaylılar var mı?

Uzaylılar var dersem, insanlar bunu çok komik bir noktaya çekebilirler. Akıllı sistemlerin, başka zekaların olabileceği ihtimaline kapıyı kapatmamak lazım. Bugün Stanford’da, Harvard’da, Yale’de bu konuyla ilgili kürsüler bulunuyor. Koç Üniversitesi Rektörü Prof. Dr Umran İnan, dünyanın en saygın fizik profesörleri arasında. Onunla yaptığım televizyon programında bu konuyu konuştuk ve o da başka sistemlerde zeka olabileceğine dair merak duyuyor. Bu merak devam etmeli, çünkü bunun önünü keserseniz, öğrenmenin önünü kesmiş olursunuz. Bilimkurgu filmlerini, bunu popülerize etmesi ve geniş kitlelere duyurması açısından çok yararlı buluyorum. Türkiye bu konuda çalışmalar yapmaya başladı. Şu anda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türkiye’nin uzun soluklu uzay projesi için destek veriyor. Proje çok fazla bilinmiyor ama Türkiye bu sayede önümüzdeki 10 yıl içinde mutevazı da olsa kendi uzay programına sahip olacak. Uzaya mekik göndermek anlamında söylemiyorum ama kendi roketini yapmak, kendi uydularını kendi başına göndermek ve Amerika’dan birçok beyni transfer etmek konusunda çalışmaları var Türkiye’nin.

Türkiye’de yaşayan insanlarımız da uzayla ilgili bilgiler edinmeli…

Uzaydan önce, denizini bilen ve onu temiz tutan, yabancı dillere ve kültürlere merak duyan insanlarımız olmalı. Çevresinde olup bitenleri merak eden, sorgulayan, özgürce düşünen gençlerle bir yere gidebiliriz. Deniz ülkesi olmamıza rağmen yüzme bilmeyen bir milletiz biz. Bir araştırın bakın, bu yaz sahillerimizde boğulma rekoru kırdık.

Hakan Bey, bize çok önemli bilgiler aktardınız, açıklamalarınız pek çok konuya ışık tuttu. Bu sohbet için şahsım ve Medyaradar okurları adına size çok teşekkür ederim.