DİREKSİYON YUMRUKLAYAN AĞZINDAN KÜFÜR EKSİK OLMAYAN ASABİ METİN'İ NASIL BİLİRDİNİZ?
35 yaşındaki oyuncu, ağzından küfür eksik olmayan, her daim asabi Metin karakterinin nereden geldiğini açıkladı.
Ali Atay’ı nasıl bilirsiniz? ’Leyla ile Mecnun’un iflah olmaz âşığı Atay, iki sene rötarlı vizyona giren ’40’ta bıçkın taksi şoförü Metin’i canlandırıyor.
35 yaşındaki oyuncuyla buluştuk, direksiyon yumruklayan, ağzından küfür eksik olmayan, her daim asabi Metin karakterinin nereden geldiğini konuştuk.
‘40’, tamamlandıktan iki sene sonra gösterime girdi. Geçen gece galada seyrettiğinizde, unuttuğunuz yerler var mıydı?
Aslında bayağı unutmuşum filmi. Eski bir şeyi izliyor hissiyle izledim. Güzeldi, keyif aldım. Oyunları falan hiç hatırlamıyormuşum. Çok dozunda bıraktığım yerler de var, şu anki kafamla oynasam daha farklı oynarım dediklerim de. Ama beğendiğim durumlar ağırlıkta.
Önceki filmlerinizden ‘Manik, Tik, Dildo’daki karakter için ‘aşırı ve şahane bir karakter’ yorumunu yapmışsınız, ‘Leyla ile Mecnun’daki karakter de aynı enerjiye sahip. ‘40’ta ve ‘İyi Seneler Londra’dakiler de hep aşırı, enerjik kişilikler...
Enerji olmalı oynadığım karakterde. Negatif ya da pozitif fark etmez. Oynamak istediğim şeyler o yönüyle çarpıyor beni.
Çok durağan planlarla çalışan bir yönetmen, sürekli ufuklara bakıp düşünen bir karakter teklifiyle gelse...
Ama orada da bir enerji var işte. Düşünürken de bir enerji harcıyorsun, o enerjinin dingin olması, durağan bir enerji de mümkün. Ben çok istiyorum öyle bir şeyde oynamayı... Hiçbir hareket yapmadan, sadece durarak oynayabileceğim karakterler olsun istiyorum.
Niye genelde diğer türden, aşırı, hareketli karakter teklifleri geliyor?
Biraz da şöyle bir durum var, ben aldığım rolü kendime göre şekillendiriyorum. Okuduğum senaryoyu eğer beğeniyorsam, ona müdahale de edebiliyorum, oynarken onu değiştirebiliyorum, eğer yönetmen buna ikna olabiliyorsa. Eğer olmuyorsa başka bir şey deniyorum. Senaryo beni ikna etmiyorsa ben yönetmeni bir buluşla ikna etmeye çalışıyorum. Bana ait olması gerekiyor. Ben oyuncunun yaratıcılığına, oynadığım şeyin bana ait olması gerektiğine inanıyorum. Şunu şöyle oynamalısın diyen yönetmenin beni gerçekten ikna etmesi gerekiyor.
Oynadığınız her karakter için böyle bir süreç söz konusu mu?
Evet. Diğer türlü zevk almıyorum bu işten. Kendime yaklaştırmak değil de, o karakterden bir şey anlamak için kendimden bir şeyler katmaya çalışıyorum. Kendimi de o karakterle beraber bir yere taşımak istiyorum. Oturup da role günlerce hazırlanmam. O karakteri, rolü düşünür, onu algılamaya çalışırım. Nasıl bir adam olduğunu, nerede nasıl tepkiler vereceğini düşünürüm öncelikle. Ve beni çarpan bir cümlesi vardır. O cümleye ulaşmaya çalışırım ve o cümle yoksa ben zaten o filmde oynamam. O cümleye ulaşana kadar o karakteri anlamaya çalışırım. Biraz da böyle algılıyorum meseleyi. Cümle derken, bire bir cümleden bahsediyorum. Mesela Mecnun’un bir sahnesi vardı ve dedim ki evet ‘Leyla ile Mecnun’daki karakterin aşk ve delilik arasında duran bir sahnesi var. Eğer o cümleyi, sahneyi bulamıyorsam, benim için biraz telaşlı ve sıkıcı bir hale geliyor.
Hangi sahneydi ‘Leyla ile Mecnun’daki?
Soba borusunda Leyla’nın hayalini görüp el salladığı bir sahne vardı. Âşık olmuş bir herifin delilik çizgisindeki halleri... Orada el sallaması dünyanın en saçma şeyi. Orada kendi gördüğü hayale el sallıyor ve bu da o karakteri açıklayan bir şey. ‘40’taki Metin karakteri için de bu geçerli.
Metin nasıl birisi?
Benim kafam şöyle çalışıyor. Taksinin içinde bağırıp çağıran, kendi kendine küfreden bir adam, beni içine alan hali bu Metin’in. Bu, o kadar standart, tipik bir hal ki, şu an çık, bindiğin beş taksiden üç tanesinin şoförü bunu yapıyordur. Çok etkileyici ve gerçek bir kare o. Kendi kendine bağırıyor, küfrediyor, direksiyonu yumrukluyor, etrafındakilere bağırıyor. Ve o taksinin içinde kapalı, orası yaşam alanı. Metin karakterine oradan ulaşmaya çalıştım.
Daha önceki taksi tecrübelerinin bu role bir katkısı oldu mu?
Özellikle böyle bir çalışma yapmadım. Sadece bir kere piçlik olsun diye telefonun kamerasıyla, bir tane çok güzel hikaye anlatan taksici bir ağabey vardı, onu çektim. Ama zaten biliyorum onları senelerdir, herkes bilir taksicileri. Ama taksicilerden nefret etme noktası vardır ya, bir dönem bir taksiciden nefret ettiğim için araba aldım, hiç niyetim yokken. O nefreti anlayışa dönüştürebiliyorsan eğer, onun neden bağırdığını, neden el frenini çekip sopayı çıkarıp etrafa dan dun vurduğunu, sonrasında iki adama saldırdığını da anlayabiliyorsun. Onun nasıl yaşadığını görüyorsun, nasıl bir karakter olduğunu görüyorsun.
‘40’ta Metin’in çıldırma anlarına kendininizin kattığı bir şeyler var mı?
Tabii ki o olmak zorunda. Ben doğaçlama seviyorum ama çok tehlikeli bir şey. Birinci kuralı bana göre, karşındaki adamı dinleyebilmektir. Yoksa kaosa, kakofoniye dönüşür. ‘Leyla ile Mecnun’da da yapıyoruz bunu. ‘40’ta da çok vardı bu. ‘40’ta bana hep şey dediler, neden küfür falan... Bilmiyorum ki, karakteri hayattan soyutlayamazken, ettiği küfrü neden soyutlayayım, otosansür diye bir deliliğe niye gireyim ki? Bence otosansür bir delilik hali, olmamalı öyle bir şey.
Metin’in taksisine binseniz, korkup endişe eder miydiniz?
Yoo niye endişe edeyim. Metin gibi bir adamın taksisine binmişliğim de var. Bence onlar iki çift lafa bakıyorlar, doğru lafı ettin mi bitti. Yanımda bir adam, arabadan inip arka arabada, yanında eşi olan adamı dövdü geldi, yanıma oturdu, ben adama sigara uzattım. ‘Sakin abi, kendini öldürürsün’ dedim, muhabbete başladık, adama orada ‘ben sen ne yaptığını sanıyorsun’ diye bağırıp çağırsaydım, adamdan o zaman tedirgin olabilirsin.
‘40’ın yönetmeni Emre Şahin, bir röportajında etkilendiği isimler arasında Tarantino’yu da saymıştı ki bu da filmde belli ediyor kendini biraz. Bir oyuncu için de mesela Tarantino filmlerinde oyunculuk yapmak çekici bir şey mi?
Bana soruyorsan ben Tarantino’yu çok sevmem. Konservatuvar zamanı ‘Rezervuar Köpekleri’ tamamdı benim için, yetti o yani. Sonrasıyla çok ilgilenmedim. Tarantino inkar edemeyeceğim bir adamdır ama onun filmi çıkmış da izleyeyim dediğim bir adam değildir.
Öyle yönetmenler var mı?
Avrupa sinemasını seviyorum. Uzakdoğu sinemasını sevmemek artık mümkün değil. Bir Haneke filmi çıktıysa merak ederim. Onun dışında ne yönetmen ne merakla beklediğim bir aktris, aktör var. Böyle bağımlılıklarım yok.
Daha önce Emre Şahin’in kısa filmi ‘Çanta’da da oynadınız, ‘40’la bağlantılı bir hikaye miydi?
Bağlantılı değil de daha çok ‘40’ filmine bir ön hazırlık gibi bir şeydi. Orada da tek bir çanta vardı, benzer mevzular vardı. ‘Çanta’yı çekerken tanıştık. Sonrasında e-mail’leştik, o Amerika’da yaşıyordu çünkü... Sonra bir görüştük, uzun metrajlı bir film yapmamız gerektiğine karar verdik. Kimyamız çok tuttu yani Emre’yle beraber çalışırken. Birinin söylemek istediği şeyi, onu söylemesine gerek kalmadan anlarsın ya, Emre o nadir adamlardan biri benim için. O da aynı şekilde, ben şurada bir şey deneyeceğim dediğim zaman benim ne deneyeceğimi bilir ve bırakır orayı. Söylemek istediğim şeyi, benim anlatamadığım açılardan doğru çeker. Bu, bir oyuncu için korkunç bir lüks.
Genelde diğer yönetmenlerle de böyle bir ilişkiniz mi var?
Yönetmenlerle ilişkimi böyle tutmaya çalışıyorum. Çünkü yönetmen benim derdimi anlamalı. Oyuncu asla edilgen bir yaratık olmamalı. Senaryo bir taslaktır benim için her zaman. O taslağa kendi algılayışını yerleştiremiyorsan senaryoyu algılayamıyorsun demektir benim için. Genel bir şey olarak söylemiyorum, kendim için öyle düşünüyorum. Ben kavga eden yönetmeni ve oyuncuyu severim, eğer doğru kavga ediyorlarsa, kavga mantıklı bir şeyden çıkmışsa, ego kavgası değilse mantıklı bir sonuç getirecektir.
‘Leyla ile Mecnun’ dizisinde, hikayede, karakterlerde sürekli bir coşma durumu var sanki. Set de öyle mi?
Evet. Burada da oyuncular, yönetmen ve ekip müthiş bir uyum sağladı. Mesela Leyla ile Mecnun’daki bir espriyi çekim dışında sette yaptığın zaman insanlar aynı şekilde gülüyorlar. Takılıyoruz yani, muhabbet eder gibi oynuyoruz. Bunun öyle olmama ihtimali de yok. Sürekli beraberiz, muhabet ediyoruz, tatlı bir geyik durumumuz var. O yüzden hiç sıkıntı çekmiyoruz.
Oyuncular genelde televizyonu ikinci iş olarak görürler ama ‘Leyla ile Mecnun’da böyle bir durum yok, buradaki karaktere de kendinizi veriyorsunuz...
Biz zavallı oyunculara bu ülkede hep televizyon işi sadece para kazanmak için yapılmalıdır gibi yalanlar söylendi. Bu işi yaparken gördük ki bunu söyleyenler, yetersizliklerini bu kılıfla örtmeye çalışıyor. Tek mesele bu. Yapınca oluyor. Örnekleri de var. Al işte ‘Behzat Ç’. Bir polisiye çekiyorsun, demek ki oluyormuş. E niye kandırdınız insanları? Böyle bir işin farklı platformları yok. Televizyonda da oynadığımı hissediyorum, istediğimi yapabilme özgürlüğüm var.
‘Behzat Ç.’yle ‘Leyla ile Mecnun’ birbirlerine konuk oldular, ortak çekim yapıldı…
Bize de iyi geldi. Turneye alışkınız tiyatrodan. Bayağı Ankara’ya turneye gittik.
Konservatuvar idealim yoktu
Rize doğumlusunuz, sonrasında Mimar Sinan’a gelişinizin hikayesi nedir?
Aslında uzun uzun anlatmam gereken çok tatlı bir hikaye, konservatuvara girişim. Konservatuara girme idealleri olan bir adam değildim. Gerçi çok okuyan, tiyatro metinlerini de okumuş bir çocuktum ama tiyatrocu olmak gibi büyük ideallerim yoktu. Babamı kaybettim ve işletmeci olmaktan vazgeçtim. Dedim ki mutlu olduğum bir işi yapmak istiyorum. Mutlu olduğum şey de ne olabilir dedim, tiyatro iyi gibi duruyor diye girdim konservatuvara.
O zaman Rize’de miydiniz?
Hayır canım, Rize’de yaşamadım hiç. Ama benim toprağım orası. Ben seviyorum Rize’yi, mümkün olduğunca gitmeye çalışıyorum, orada bir köy evimiz var. Ağabeyimle beraber ayakta tutmaya çalışıyoruz o evi, yenilemek de istemiyoruz, ama çürümesine de izin vermek istemiyoruz. Orada böyle bir hayat kurmaya çalışıyoruz ağabeyimle.
Albüm de neymiş?
‘Leyla ile Mecnun’da söylediğiniz ‘Sevdalılar Beni Anlar’, ‘Yalan’, ‘Bu Kıza Kadar’ bayağı tıklandı Youtube’da. Nasıl ortaya çıktı şarkı söyleme fikri?
Bu işin getirdiği bir durum. Takılırken ortaya çıktı. Ve daha da artacak, çoğalacak. Öyle bir iş yapıyoruz ki yapmak istediğim bir şeyin sebebini basit bir cümleyle aktarabiliyorsam hemen kabul görüyor ve sana platform açılıyor. Bu iş bizim işimiz, sahipleniyoruz. Müziklerini de artık sahiplenmeye başladık. Bestelerini kendimiz yapıyoruz.
O zaman daha öncesinde de müzikle uğraşıyordunuz…
Daha önceden müzikle haşır neşirliğim vardı ve hâlâ uğraşıyorum müzikle. Bir oyuncunun müzikle alakası olması lazım bence. Ben senaryo geldiği zaman okuyorum ve senariste ne dinlememi istiyorsunuz diye soruyorum. Müziksiz düşünemem.
40’ta Metin için bir şey söylenmiş miydi?
Emre bana şöyle bir güzellik yaptı, o jargonu, o karakteri beraber yaratalım
dedi ve beraber yürüttük. Onunla ilgili dinlediğim şeyler filmde de var zaten. Bütün filmlerde hemen müzikleri kim yapacak diye sorarım. O işin rengini, ne kadar depresif ne kadar renkli olacağını belirleyeceği için önemlidir benim için.
Peki bir albüm çıkartmayı düşünür müsünüz ileride?
Albüm çıkarmak istiyorum demek beni çok saçma bir duruma düşürür. Bu işi profesyonel yapanlar başka bir durum ama benimki yakışık almaz. Biz burada eğleniyoruz. Hayatımın sonuna kadar şarkı söyleyeceğim bir şekilde. Daha önce kendim için söylüyordum, şimdi bana burada bir imkan verildi, burada söylüyorum. Arkadaşlarla takılıyorum. Albüm de neymiş?
Radikal
35 yaşındaki oyuncuyla buluştuk, direksiyon yumruklayan, ağzından küfür eksik olmayan, her daim asabi Metin karakterinin nereden geldiğini konuştuk.
‘40’, tamamlandıktan iki sene sonra gösterime girdi. Geçen gece galada seyrettiğinizde, unuttuğunuz yerler var mıydı?
Aslında bayağı unutmuşum filmi. Eski bir şeyi izliyor hissiyle izledim. Güzeldi, keyif aldım. Oyunları falan hiç hatırlamıyormuşum. Çok dozunda bıraktığım yerler de var, şu anki kafamla oynasam daha farklı oynarım dediklerim de. Ama beğendiğim durumlar ağırlıkta.
Önceki filmlerinizden ‘Manik, Tik, Dildo’daki karakter için ‘aşırı ve şahane bir karakter’ yorumunu yapmışsınız, ‘Leyla ile Mecnun’daki karakter de aynı enerjiye sahip. ‘40’ta ve ‘İyi Seneler Londra’dakiler de hep aşırı, enerjik kişilikler...
Enerji olmalı oynadığım karakterde. Negatif ya da pozitif fark etmez. Oynamak istediğim şeyler o yönüyle çarpıyor beni.
Çok durağan planlarla çalışan bir yönetmen, sürekli ufuklara bakıp düşünen bir karakter teklifiyle gelse...
Ama orada da bir enerji var işte. Düşünürken de bir enerji harcıyorsun, o enerjinin dingin olması, durağan bir enerji de mümkün. Ben çok istiyorum öyle bir şeyde oynamayı... Hiçbir hareket yapmadan, sadece durarak oynayabileceğim karakterler olsun istiyorum.
Niye genelde diğer türden, aşırı, hareketli karakter teklifleri geliyor?
Biraz da şöyle bir durum var, ben aldığım rolü kendime göre şekillendiriyorum. Okuduğum senaryoyu eğer beğeniyorsam, ona müdahale de edebiliyorum, oynarken onu değiştirebiliyorum, eğer yönetmen buna ikna olabiliyorsa. Eğer olmuyorsa başka bir şey deniyorum. Senaryo beni ikna etmiyorsa ben yönetmeni bir buluşla ikna etmeye çalışıyorum. Bana ait olması gerekiyor. Ben oyuncunun yaratıcılığına, oynadığım şeyin bana ait olması gerektiğine inanıyorum. Şunu şöyle oynamalısın diyen yönetmenin beni gerçekten ikna etmesi gerekiyor.
Oynadığınız her karakter için böyle bir süreç söz konusu mu?
Evet. Diğer türlü zevk almıyorum bu işten. Kendime yaklaştırmak değil de, o karakterden bir şey anlamak için kendimden bir şeyler katmaya çalışıyorum. Kendimi de o karakterle beraber bir yere taşımak istiyorum. Oturup da role günlerce hazırlanmam. O karakteri, rolü düşünür, onu algılamaya çalışırım. Nasıl bir adam olduğunu, nerede nasıl tepkiler vereceğini düşünürüm öncelikle. Ve beni çarpan bir cümlesi vardır. O cümleye ulaşmaya çalışırım ve o cümle yoksa ben zaten o filmde oynamam. O cümleye ulaşana kadar o karakteri anlamaya çalışırım. Biraz da böyle algılıyorum meseleyi. Cümle derken, bire bir cümleden bahsediyorum. Mesela Mecnun’un bir sahnesi vardı ve dedim ki evet ‘Leyla ile Mecnun’daki karakterin aşk ve delilik arasında duran bir sahnesi var. Eğer o cümleyi, sahneyi bulamıyorsam, benim için biraz telaşlı ve sıkıcı bir hale geliyor.
Hangi sahneydi ‘Leyla ile Mecnun’daki?
Soba borusunda Leyla’nın hayalini görüp el salladığı bir sahne vardı. Âşık olmuş bir herifin delilik çizgisindeki halleri... Orada el sallaması dünyanın en saçma şeyi. Orada kendi gördüğü hayale el sallıyor ve bu da o karakteri açıklayan bir şey. ‘40’taki Metin karakteri için de bu geçerli.
Metin nasıl birisi?
Benim kafam şöyle çalışıyor. Taksinin içinde bağırıp çağıran, kendi kendine küfreden bir adam, beni içine alan hali bu Metin’in. Bu, o kadar standart, tipik bir hal ki, şu an çık, bindiğin beş taksiden üç tanesinin şoförü bunu yapıyordur. Çok etkileyici ve gerçek bir kare o. Kendi kendine bağırıyor, küfrediyor, direksiyonu yumrukluyor, etrafındakilere bağırıyor. Ve o taksinin içinde kapalı, orası yaşam alanı. Metin karakterine oradan ulaşmaya çalıştım.
Daha önceki taksi tecrübelerinin bu role bir katkısı oldu mu?
Özellikle böyle bir çalışma yapmadım. Sadece bir kere piçlik olsun diye telefonun kamerasıyla, bir tane çok güzel hikaye anlatan taksici bir ağabey vardı, onu çektim. Ama zaten biliyorum onları senelerdir, herkes bilir taksicileri. Ama taksicilerden nefret etme noktası vardır ya, bir dönem bir taksiciden nefret ettiğim için araba aldım, hiç niyetim yokken. O nefreti anlayışa dönüştürebiliyorsan eğer, onun neden bağırdığını, neden el frenini çekip sopayı çıkarıp etrafa dan dun vurduğunu, sonrasında iki adama saldırdığını da anlayabiliyorsun. Onun nasıl yaşadığını görüyorsun, nasıl bir karakter olduğunu görüyorsun.
‘40’ta Metin’in çıldırma anlarına kendininizin kattığı bir şeyler var mı?
Tabii ki o olmak zorunda. Ben doğaçlama seviyorum ama çok tehlikeli bir şey. Birinci kuralı bana göre, karşındaki adamı dinleyebilmektir. Yoksa kaosa, kakofoniye dönüşür. ‘Leyla ile Mecnun’da da yapıyoruz bunu. ‘40’ta da çok vardı bu. ‘40’ta bana hep şey dediler, neden küfür falan... Bilmiyorum ki, karakteri hayattan soyutlayamazken, ettiği küfrü neden soyutlayayım, otosansür diye bir deliliğe niye gireyim ki? Bence otosansür bir delilik hali, olmamalı öyle bir şey.
Metin’in taksisine binseniz, korkup endişe eder miydiniz?
Yoo niye endişe edeyim. Metin gibi bir adamın taksisine binmişliğim de var. Bence onlar iki çift lafa bakıyorlar, doğru lafı ettin mi bitti. Yanımda bir adam, arabadan inip arka arabada, yanında eşi olan adamı dövdü geldi, yanıma oturdu, ben adama sigara uzattım. ‘Sakin abi, kendini öldürürsün’ dedim, muhabbete başladık, adama orada ‘ben sen ne yaptığını sanıyorsun’ diye bağırıp çağırsaydım, adamdan o zaman tedirgin olabilirsin.
‘40’ın yönetmeni Emre Şahin, bir röportajında etkilendiği isimler arasında Tarantino’yu da saymıştı ki bu da filmde belli ediyor kendini biraz. Bir oyuncu için de mesela Tarantino filmlerinde oyunculuk yapmak çekici bir şey mi?
Bana soruyorsan ben Tarantino’yu çok sevmem. Konservatuvar zamanı ‘Rezervuar Köpekleri’ tamamdı benim için, yetti o yani. Sonrasıyla çok ilgilenmedim. Tarantino inkar edemeyeceğim bir adamdır ama onun filmi çıkmış da izleyeyim dediğim bir adam değildir.
Öyle yönetmenler var mı?
Avrupa sinemasını seviyorum. Uzakdoğu sinemasını sevmemek artık mümkün değil. Bir Haneke filmi çıktıysa merak ederim. Onun dışında ne yönetmen ne merakla beklediğim bir aktris, aktör var. Böyle bağımlılıklarım yok.
Daha önce Emre Şahin’in kısa filmi ‘Çanta’da da oynadınız, ‘40’la bağlantılı bir hikaye miydi?
Bağlantılı değil de daha çok ‘40’ filmine bir ön hazırlık gibi bir şeydi. Orada da tek bir çanta vardı, benzer mevzular vardı. ‘Çanta’yı çekerken tanıştık. Sonrasında e-mail’leştik, o Amerika’da yaşıyordu çünkü... Sonra bir görüştük, uzun metrajlı bir film yapmamız gerektiğine karar verdik. Kimyamız çok tuttu yani Emre’yle beraber çalışırken. Birinin söylemek istediği şeyi, onu söylemesine gerek kalmadan anlarsın ya, Emre o nadir adamlardan biri benim için. O da aynı şekilde, ben şurada bir şey deneyeceğim dediğim zaman benim ne deneyeceğimi bilir ve bırakır orayı. Söylemek istediğim şeyi, benim anlatamadığım açılardan doğru çeker. Bu, bir oyuncu için korkunç bir lüks.
Genelde diğer yönetmenlerle de böyle bir ilişkiniz mi var?
Yönetmenlerle ilişkimi böyle tutmaya çalışıyorum. Çünkü yönetmen benim derdimi anlamalı. Oyuncu asla edilgen bir yaratık olmamalı. Senaryo bir taslaktır benim için her zaman. O taslağa kendi algılayışını yerleştiremiyorsan senaryoyu algılayamıyorsun demektir benim için. Genel bir şey olarak söylemiyorum, kendim için öyle düşünüyorum. Ben kavga eden yönetmeni ve oyuncuyu severim, eğer doğru kavga ediyorlarsa, kavga mantıklı bir şeyden çıkmışsa, ego kavgası değilse mantıklı bir sonuç getirecektir.
‘Leyla ile Mecnun’ dizisinde, hikayede, karakterlerde sürekli bir coşma durumu var sanki. Set de öyle mi?
Evet. Burada da oyuncular, yönetmen ve ekip müthiş bir uyum sağladı. Mesela Leyla ile Mecnun’daki bir espriyi çekim dışında sette yaptığın zaman insanlar aynı şekilde gülüyorlar. Takılıyoruz yani, muhabbet eder gibi oynuyoruz. Bunun öyle olmama ihtimali de yok. Sürekli beraberiz, muhabet ediyoruz, tatlı bir geyik durumumuz var. O yüzden hiç sıkıntı çekmiyoruz.
Oyuncular genelde televizyonu ikinci iş olarak görürler ama ‘Leyla ile Mecnun’da böyle bir durum yok, buradaki karaktere de kendinizi veriyorsunuz...
Biz zavallı oyunculara bu ülkede hep televizyon işi sadece para kazanmak için yapılmalıdır gibi yalanlar söylendi. Bu işi yaparken gördük ki bunu söyleyenler, yetersizliklerini bu kılıfla örtmeye çalışıyor. Tek mesele bu. Yapınca oluyor. Örnekleri de var. Al işte ‘Behzat Ç’. Bir polisiye çekiyorsun, demek ki oluyormuş. E niye kandırdınız insanları? Böyle bir işin farklı platformları yok. Televizyonda da oynadığımı hissediyorum, istediğimi yapabilme özgürlüğüm var.
‘Behzat Ç.’yle ‘Leyla ile Mecnun’ birbirlerine konuk oldular, ortak çekim yapıldı…
Bize de iyi geldi. Turneye alışkınız tiyatrodan. Bayağı Ankara’ya turneye gittik.
Konservatuvar idealim yoktu
Rize doğumlusunuz, sonrasında Mimar Sinan’a gelişinizin hikayesi nedir?
Aslında uzun uzun anlatmam gereken çok tatlı bir hikaye, konservatuvara girişim. Konservatuara girme idealleri olan bir adam değildim. Gerçi çok okuyan, tiyatro metinlerini de okumuş bir çocuktum ama tiyatrocu olmak gibi büyük ideallerim yoktu. Babamı kaybettim ve işletmeci olmaktan vazgeçtim. Dedim ki mutlu olduğum bir işi yapmak istiyorum. Mutlu olduğum şey de ne olabilir dedim, tiyatro iyi gibi duruyor diye girdim konservatuvara.
O zaman Rize’de miydiniz?
Hayır canım, Rize’de yaşamadım hiç. Ama benim toprağım orası. Ben seviyorum Rize’yi, mümkün olduğunca gitmeye çalışıyorum, orada bir köy evimiz var. Ağabeyimle beraber ayakta tutmaya çalışıyoruz o evi, yenilemek de istemiyoruz, ama çürümesine de izin vermek istemiyoruz. Orada böyle bir hayat kurmaya çalışıyoruz ağabeyimle.
Albüm de neymiş?
‘Leyla ile Mecnun’da söylediğiniz ‘Sevdalılar Beni Anlar’, ‘Yalan’, ‘Bu Kıza Kadar’ bayağı tıklandı Youtube’da. Nasıl ortaya çıktı şarkı söyleme fikri?
Bu işin getirdiği bir durum. Takılırken ortaya çıktı. Ve daha da artacak, çoğalacak. Öyle bir iş yapıyoruz ki yapmak istediğim bir şeyin sebebini basit bir cümleyle aktarabiliyorsam hemen kabul görüyor ve sana platform açılıyor. Bu iş bizim işimiz, sahipleniyoruz. Müziklerini de artık sahiplenmeye başladık. Bestelerini kendimiz yapıyoruz.
O zaman daha öncesinde de müzikle uğraşıyordunuz…
Daha önceden müzikle haşır neşirliğim vardı ve hâlâ uğraşıyorum müzikle. Bir oyuncunun müzikle alakası olması lazım bence. Ben senaryo geldiği zaman okuyorum ve senariste ne dinlememi istiyorsunuz diye soruyorum. Müziksiz düşünemem.
40’ta Metin için bir şey söylenmiş miydi?
Emre bana şöyle bir güzellik yaptı, o jargonu, o karakteri beraber yaratalım
dedi ve beraber yürüttük. Onunla ilgili dinlediğim şeyler filmde de var zaten. Bütün filmlerde hemen müzikleri kim yapacak diye sorarım. O işin rengini, ne kadar depresif ne kadar renkli olacağını belirleyeceği için önemlidir benim için.
Peki bir albüm çıkartmayı düşünür müsünüz ileride?
Albüm çıkarmak istiyorum demek beni çok saçma bir duruma düşürür. Bu işi profesyonel yapanlar başka bir durum ama benimki yakışık almaz. Biz burada eğleniyoruz. Hayatımın sonuna kadar şarkı söyleyeceğim bir şekilde. Daha önce kendim için söylüyordum, şimdi bana burada bir imkan verildi, burada söylüyorum. Arkadaşlarla takılıyorum. Albüm de neymiş?
Radikal