DİKKAT! BU YAZIYI OKUDUKTAN SONRA İMHA EDİNİZ! NE SİZ BENİ TANIYORSUNUZ, NE BEN SİZİ!
Ahmet Şık'ın çıkmadan yasaklanan "İmamın Ordusu" adlı kitabının kritiğini yapan Radikal muhabiri İsmail Saymaz okuruna ilginç bir uyarıda bulundu.
Dikkat! Bu yazıyı okuduktan sonra imha ediniz
Henüz yayımlanmamış bir kitap ‘örgütsel doküman’ olduğu gerekçesiyle bilgisayarlardan ve e-mail kutularından silinebilir mi? Evet, silinebilirmiş. Darbelerle ‘çürüğe çıkarılmış’ demokrasimiz, ceberrut askerlerinin bile hayal etmediği bu garip yasaklamayı sivillerinin eliyle ve dahası ‘ileri demokrasi’ adına tatmış oldu… Bu yazı da incelemeye soyunduğu kitabın, yani Ahmet Şık’ın ‘İmamın Ordusu’nunki gibi bir ilk olma vasfını taşıyor. Nedir o? Çıkmamış ve çıkmadan yasaklanmış kitabın kritiğini yapmak. Aklıma gelmiyor değil; Şık’ın kitabı örgütsel doküman sayılıyorsa neden bu yazıya ‘örgüt propagandası’ suçu atfedilmesin ki? Sahi, Radikal Kitap toplatılır mı? Okuru uyararak başlıyorum: Elinizdeki ‘örgütsel dokümanı’ okuduktan sonra imha ediniz. Siz beni tanımıyorsunuz, ben de sizi...
Ahmet Şık tutuklandıktan sonra operasyonu savunanlar şu argümanla kendisine meşruiyet aradı: “Şık’ın kitabı yeni bir bilgi içermiyor. Daha önce yayımlanmış bilgilerin tekrarından ibaret. Dolayısıyla kitabı nedeniyle tutuklanmış değildir. O, örgütsel faaliyet içinde olduğu için tutuklandı!”
Cemaati devlet dersi
Doğrudur. ‘İmamın Ordusu, Gülen Cemaati’nin devlet ve bilhassa emniyetteki örgütlenmesini konu alan ilk çalışma değildi. Eski bir polis koleji öğrencisi olan ve cemaatin dahliyle ihraç edildiğini iddia eden gazeteci Zübeyir Kandıra’nın anılarını içeren ‘Cemaatin Copları’ ile Sözcü yazarı Saygı Öztürk’ün ‘Okyanus Ötesindeki Vaiz’, öldürülen akademisyen Necip Hablemitoğlu’nun ‘Köstebek’, Posta yazarı Nedim Şener’in ‘Ergenekon Belgelerinde Fethullah Gülen ve Cemaat’ ile son olarak Hanefi Avcı’nın ‘Haliç’te Yaşayan Simonlar’ kitaplarını, ‘İmamın Ordusu’nun öncülleri olarak sayabiliriz.
Ahmet Şık, kitabında, Gülen Cemaati’nin demokrasi imtihanında aldığı tavrı anlatarak başlıyor. Bugün “Tüm iktidar sivillere!” şiarıyla darbelere savaş açtığını ileri süren cemaat, 12 Mart’ı desteklemiş, 12 Eylül’den sonra Sızıntı’da “Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz” demişti. 28 Şubat’ta Başbakan Necmettin Erbakan’a “Git!” demesi de anılarda tazeliğini koruyor.
‘İmamın Ordusu’ndan anlıyoruz ki cemaat; butün bu dağdağalı dönemlerde demokrasi imtihanından kalmış fakat ‘devlet’ ve ‘Milli Güvenlik’ derslerinden pekiyi almıştır.
Çünkü cemaat, ümmetçi karakterli diğer tarikat ve dini gruplardan farklı olarak ‘Türk-İslam’ sentezinin ülke ülke, kıta kıta taşıyıcısıydı. Anadolu’nun esnaf çarşısı ve bir mescidin arka odası ile yetinmeyeceklerdi. Gülen’in ‘Altın Nesil’ diye adlandırdığı gençler yetişecek ve kendi deyimiyle, “Türkiye’deki devlet yapısı ölçüsüne göre bütün anayasal müesseslerdeki kuvveti” yönetecekti. En başarılı olunan kurum da 1970’lerin sonundan itibaren polis koleji ve akademisinde taban çalışması yürütülen emniyet aygıtıydı. Bir not düşmekte yarar var: Şık’ın (ve Nedim Şener’in de) itiraz ettiği, cemaat üyelerinin devlet memuru olması değil, devletin cemaatin memuru olmasınaydı.
Tam bu noktada Şık, emniyetteki rapor savaşlarını, cemaat üyelerine yönelik fişleme kampanyalarını ve cemaat üyesi polislerin bu tasfiyeye direnişinin tarihini anlatıyor. Raporları fezlekeler ve iddianameler izliyor.
‘Ergenekon’un ayak sesleri
Şık’ın kaynaklarından birinin, eski Emniyet İstahbarat Dairesi Başkanı Sabri Uzun olduğunu anlıyoruz.
İşte, ‘İmamın Ordusu’nu farklı kılan da bu oluyor.
Çünkü kitapta yer verilen bilgiye göre Sabri Uzun, Ergenekon ile ilk tanışıklığının 2001 yılında olmuştu. Kendisine bağlı bir polis memuru, İstanbul İstihbarat Şubesi’nin ‘Ergenekon’ adlı bir soruşturma yürüttüğünü, 25 şüphelinin olduğunu ve birinci sırada Balyoz Davası sanığı emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın olduğunu belirtiyordu. Tek dayanak ise Tuncay Güney’in ifadeleriydi. Ancak Güney’in ifadelerinde listedeki isimler yoktu. Uzun, soruşturma isteğini geri çevirdi.
Aradan beş yıl geçti. Aynı polis memuru Şubat 2006’da tekrar Uzun’un karşısına çıktı. Elinde aynı liste vardı. Yine İstanbul İstihbarat, soruşturma onayı istiyordu. Uzun yine reddetti. Uzun’a göre tasfiyesinin başlangıcı da bu oldu. Hakkında 2004 yılında gönderilen bir ihbar mektubu soruşturmaya döndü ve açığa alındı. Şık’a göre Uzun, “Cemaati bilinirken cemaatin kurbanı” olmuştu. Böylelikle, iddiaya göre, cemaate yakın olduğu iddia edilen Ramazan Akyürek’in önü açılacak, İstihbarat Dairesi’nin başına geçecekti.
Sonuç olarak Ergenekon Operasyonu, 12 Haziran 2007’de Ümraniye’de bir gecekondunun çatısında bombalar bulunmasa bile başlatılacaktı. Hatta operasyon için geç kalındığını bile söylemek mümkündü. Gerekli tek koşul, emniyetin kritik noktalarında operasyonu sahiplenecek isimlerin yer almasıydı. İddia göre, bu isimler cemaat mensuplarıydı. Taşlar şöyle dizildi: İstihbarat Dairesi’nin başına Sabri Uzun’un yerine Ramazan Akyürek geldi. Çünkü Uzun, Ergenekon’a ‘terör örgütü’ demediğinin altını çiziyordu.
Bir diğer değişim ise İstanbul İstihbarat Şubesi’nde oldu. Kitaba göre, cemaatçi diye bilinen Ahmet İlhan Güler’e bu görevden gönüllü biçimde ayrılması önerildi. Güler, bu öneriyi reddetti. Dink cinayetince ihmali sebebiyle görevden alınınca bu mevkideki değişiklik de başarıya ulaşmış oldu. Ergenekon soruşturmasının zemini böyle döşendi.
Şöyle yazıyor, Ahmet Şık: “Bu kadrolaşmanın önünü açılmasında AKP’nin oynağdı rol de küçümsenemez elbet. Ergenekon ve ilintili soruşturmalarda ordunun vesayetinin kırıldığı bir gerçek. Ancak üniformalıların kırılan vesayetinin, kıravatlılarca ele geçirilen yeni bir vesayet rejimi yarattığı endişesinin de toplumun kimi kesimlerinde hakim olduğu da bir başka gerçek.”
Ahmet Şık, yalnızca Sabri Uzun’un öyküsüyle yetinmiyor. Cemaate mesafeli diğer polis şeflerinin; örneğin Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Emin Aslan ve Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın yaşadığı süreçleri de aktarıyor. Polis şeflerini eski Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner izliyor. Bütün bu öykülerden, son Ergenekon dalgasının asıl ve öncelikli hedefinin gazeteciler değil, emniyette cemaat tarafından tasfiye edildiğini düşünen kamu görevlileri olduğunu fark ediyoruz. Yani asıl kavganın, hâkim bir mevki edinmiş eğilim ile koltuklarını yitirmiş diğer eğilim arasında olduğunu...
Ahmet Şık’ın öyküsü
Ahmet Şık, 298 sayfalık kitabında, bu yangını anlatıyor. Ancak anlattığı öykülerin benzerinin kendisine yaşatılabileceğini ve kendisinin de yanabileceğini, 3 Mart 2011 sabahında kapısı çalınana dek düşünmüyor. Zaten kitabı bitirdiğinizde şu hisse kapılıyorsunuz: Evet, bu kitap eksik ve yarım kalmıştır. ‘İmamın Ordusu’, ancak yazarının, yani Ahmet Şık’ın (Ve Nedim Şener’in) hikâyesini de içerdiği ve anlattığı gün tamamlanmış ve son noktası konulmuş kabul edilebilir.
Şimdi bu yazıyı imha edebilirsiniz.
Unutmayın, ne siz beni tanıyorsunuz, ne ben sizi
İsmail Saymaz/Radikal
Henüz yayımlanmamış bir kitap ‘örgütsel doküman’ olduğu gerekçesiyle bilgisayarlardan ve e-mail kutularından silinebilir mi? Evet, silinebilirmiş. Darbelerle ‘çürüğe çıkarılmış’ demokrasimiz, ceberrut askerlerinin bile hayal etmediği bu garip yasaklamayı sivillerinin eliyle ve dahası ‘ileri demokrasi’ adına tatmış oldu… Bu yazı da incelemeye soyunduğu kitabın, yani Ahmet Şık’ın ‘İmamın Ordusu’nunki gibi bir ilk olma vasfını taşıyor. Nedir o? Çıkmamış ve çıkmadan yasaklanmış kitabın kritiğini yapmak. Aklıma gelmiyor değil; Şık’ın kitabı örgütsel doküman sayılıyorsa neden bu yazıya ‘örgüt propagandası’ suçu atfedilmesin ki? Sahi, Radikal Kitap toplatılır mı? Okuru uyararak başlıyorum: Elinizdeki ‘örgütsel dokümanı’ okuduktan sonra imha ediniz. Siz beni tanımıyorsunuz, ben de sizi...
Ahmet Şık tutuklandıktan sonra operasyonu savunanlar şu argümanla kendisine meşruiyet aradı: “Şık’ın kitabı yeni bir bilgi içermiyor. Daha önce yayımlanmış bilgilerin tekrarından ibaret. Dolayısıyla kitabı nedeniyle tutuklanmış değildir. O, örgütsel faaliyet içinde olduğu için tutuklandı!”
Cemaati devlet dersi
Doğrudur. ‘İmamın Ordusu, Gülen Cemaati’nin devlet ve bilhassa emniyetteki örgütlenmesini konu alan ilk çalışma değildi. Eski bir polis koleji öğrencisi olan ve cemaatin dahliyle ihraç edildiğini iddia eden gazeteci Zübeyir Kandıra’nın anılarını içeren ‘Cemaatin Copları’ ile Sözcü yazarı Saygı Öztürk’ün ‘Okyanus Ötesindeki Vaiz’, öldürülen akademisyen Necip Hablemitoğlu’nun ‘Köstebek’, Posta yazarı Nedim Şener’in ‘Ergenekon Belgelerinde Fethullah Gülen ve Cemaat’ ile son olarak Hanefi Avcı’nın ‘Haliç’te Yaşayan Simonlar’ kitaplarını, ‘İmamın Ordusu’nun öncülleri olarak sayabiliriz.
Ahmet Şık, kitabında, Gülen Cemaati’nin demokrasi imtihanında aldığı tavrı anlatarak başlıyor. Bugün “Tüm iktidar sivillere!” şiarıyla darbelere savaş açtığını ileri süren cemaat, 12 Mart’ı desteklemiş, 12 Eylül’den sonra Sızıntı’da “Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz” demişti. 28 Şubat’ta Başbakan Necmettin Erbakan’a “Git!” demesi de anılarda tazeliğini koruyor.
‘İmamın Ordusu’ndan anlıyoruz ki cemaat; butün bu dağdağalı dönemlerde demokrasi imtihanından kalmış fakat ‘devlet’ ve ‘Milli Güvenlik’ derslerinden pekiyi almıştır.
Çünkü cemaat, ümmetçi karakterli diğer tarikat ve dini gruplardan farklı olarak ‘Türk-İslam’ sentezinin ülke ülke, kıta kıta taşıyıcısıydı. Anadolu’nun esnaf çarşısı ve bir mescidin arka odası ile yetinmeyeceklerdi. Gülen’in ‘Altın Nesil’ diye adlandırdığı gençler yetişecek ve kendi deyimiyle, “Türkiye’deki devlet yapısı ölçüsüne göre bütün anayasal müesseslerdeki kuvveti” yönetecekti. En başarılı olunan kurum da 1970’lerin sonundan itibaren polis koleji ve akademisinde taban çalışması yürütülen emniyet aygıtıydı. Bir not düşmekte yarar var: Şık’ın (ve Nedim Şener’in de) itiraz ettiği, cemaat üyelerinin devlet memuru olması değil, devletin cemaatin memuru olmasınaydı.
Tam bu noktada Şık, emniyetteki rapor savaşlarını, cemaat üyelerine yönelik fişleme kampanyalarını ve cemaat üyesi polislerin bu tasfiyeye direnişinin tarihini anlatıyor. Raporları fezlekeler ve iddianameler izliyor.
‘Ergenekon’un ayak sesleri
Şık’ın kaynaklarından birinin, eski Emniyet İstahbarat Dairesi Başkanı Sabri Uzun olduğunu anlıyoruz.
İşte, ‘İmamın Ordusu’nu farklı kılan da bu oluyor.
Çünkü kitapta yer verilen bilgiye göre Sabri Uzun, Ergenekon ile ilk tanışıklığının 2001 yılında olmuştu. Kendisine bağlı bir polis memuru, İstanbul İstihbarat Şubesi’nin ‘Ergenekon’ adlı bir soruşturma yürüttüğünü, 25 şüphelinin olduğunu ve birinci sırada Balyoz Davası sanığı emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın olduğunu belirtiyordu. Tek dayanak ise Tuncay Güney’in ifadeleriydi. Ancak Güney’in ifadelerinde listedeki isimler yoktu. Uzun, soruşturma isteğini geri çevirdi.
Aradan beş yıl geçti. Aynı polis memuru Şubat 2006’da tekrar Uzun’un karşısına çıktı. Elinde aynı liste vardı. Yine İstanbul İstihbarat, soruşturma onayı istiyordu. Uzun yine reddetti. Uzun’a göre tasfiyesinin başlangıcı da bu oldu. Hakkında 2004 yılında gönderilen bir ihbar mektubu soruşturmaya döndü ve açığa alındı. Şık’a göre Uzun, “Cemaati bilinirken cemaatin kurbanı” olmuştu. Böylelikle, iddiaya göre, cemaate yakın olduğu iddia edilen Ramazan Akyürek’in önü açılacak, İstihbarat Dairesi’nin başına geçecekti.
Sonuç olarak Ergenekon Operasyonu, 12 Haziran 2007’de Ümraniye’de bir gecekondunun çatısında bombalar bulunmasa bile başlatılacaktı. Hatta operasyon için geç kalındığını bile söylemek mümkündü. Gerekli tek koşul, emniyetin kritik noktalarında operasyonu sahiplenecek isimlerin yer almasıydı. İddia göre, bu isimler cemaat mensuplarıydı. Taşlar şöyle dizildi: İstihbarat Dairesi’nin başına Sabri Uzun’un yerine Ramazan Akyürek geldi. Çünkü Uzun, Ergenekon’a ‘terör örgütü’ demediğinin altını çiziyordu.
Bir diğer değişim ise İstanbul İstihbarat Şubesi’nde oldu. Kitaba göre, cemaatçi diye bilinen Ahmet İlhan Güler’e bu görevden gönüllü biçimde ayrılması önerildi. Güler, bu öneriyi reddetti. Dink cinayetince ihmali sebebiyle görevden alınınca bu mevkideki değişiklik de başarıya ulaşmış oldu. Ergenekon soruşturmasının zemini böyle döşendi.
Şöyle yazıyor, Ahmet Şık: “Bu kadrolaşmanın önünü açılmasında AKP’nin oynağdı rol de küçümsenemez elbet. Ergenekon ve ilintili soruşturmalarda ordunun vesayetinin kırıldığı bir gerçek. Ancak üniformalıların kırılan vesayetinin, kıravatlılarca ele geçirilen yeni bir vesayet rejimi yarattığı endişesinin de toplumun kimi kesimlerinde hakim olduğu da bir başka gerçek.”
Ahmet Şık, yalnızca Sabri Uzun’un öyküsüyle yetinmiyor. Cemaate mesafeli diğer polis şeflerinin; örneğin Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Emin Aslan ve Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın yaşadığı süreçleri de aktarıyor. Polis şeflerini eski Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner izliyor. Bütün bu öykülerden, son Ergenekon dalgasının asıl ve öncelikli hedefinin gazeteciler değil, emniyette cemaat tarafından tasfiye edildiğini düşünen kamu görevlileri olduğunu fark ediyoruz. Yani asıl kavganın, hâkim bir mevki edinmiş eğilim ile koltuklarını yitirmiş diğer eğilim arasında olduğunu...
Ahmet Şık’ın öyküsü
Ahmet Şık, 298 sayfalık kitabında, bu yangını anlatıyor. Ancak anlattığı öykülerin benzerinin kendisine yaşatılabileceğini ve kendisinin de yanabileceğini, 3 Mart 2011 sabahında kapısı çalınana dek düşünmüyor. Zaten kitabı bitirdiğinizde şu hisse kapılıyorsunuz: Evet, bu kitap eksik ve yarım kalmıştır. ‘İmamın Ordusu’, ancak yazarının, yani Ahmet Şık’ın (Ve Nedim Şener’in) hikâyesini de içerdiği ve anlattığı gün tamamlanmış ve son noktası konulmuş kabul edilebilir.
Şimdi bu yazıyı imha edebilirsiniz.
Unutmayın, ne siz beni tanıyorsunuz, ne ben sizi
İsmail Saymaz/Radikal