Efendim; Varol Ersoy arkadaşımız dünkü yazısının başlığında “Devlet Murat Ağırel’e neden sahip çıkmıyor?” diye sormuş. Çok da iyi yapmış. Sorduğu sorular gayet isabetli. Şimdi bende “Devlet Hangi Aydınına Sahip Çıktı ki Ağırel’e Sahip Çıksın?” diyorum. (Umarım Varol Ersoy’a cevapmış gibi algılanmaz. Tam tersine onu tamamlayıcı bir yazı.) Acı ama gerçek bu!..
Lakin farkı şu ki; bu durumu yıllar önce deneyimlemiş, devletin lakaytlığını, vurdumduymazlığını bizzat yaşamış, bunun infial duygusunu iliklerine kadar hissetmiş bir yazar olarak bunları yazıyorum. Dolayısıyla bu ülkenin geçmişten beri onlarca güzide aydınını, gazetecisini, yazarını bu “Karanlık eller” e kurban etmiş olması şaşırtmıyor beni. Ülkeyi bir “İnfaz Cumhuriyeti” ne çevirdiniz. İddia ediyorum, bu ülkede bir aydın - yazarın bir “Maganda” kadar değeri yoktur!..
Vebali habire “Bu ülkede bizden habersiz kuş dahi uçmaz” şişinmesi içindeki “İstihbarat uleması” ile sözüm ona koruma misyonuna sahip “Emniyet bürokrasisi” ne ve tabii boş beleş siyasetçilerin boynuna. Eğer bunlar bu ülkenin aydınlarını korumayacaklarsa o zaman bu gibi işlerden artık Devlet Su İşleri (DSİ) veya Toprak mahsülleri Ofisi (TMO) sorumlu olsun!
Bu Lakaytlık Bir Devlet Geleneği!..
Eğer bu ülkede aydınlar yıllarca göz önünde sapır sapır vurulmuşsa, devlet bunları engellemek ya da faillerini bulmak için doğru düzgün kılını kıpırdatmamışsa, hatta bazı vakalarda bizzat kendi sorumlu tutulmuşsa (Misal Uğur Mumcu cinayeti sonrası “Bir tuğla çekersem duvar yıkılır” denmişse!) o zaman bu ülkede “Aydın harcanması” na göz yumma bir devlet geleneğidir. Bunca suikastın yaşandığı bir ülkede “Önleyici” bir tedbir hayrettir ki fazla beklenemez. Herkes suspus olur!..
Neyse, bu gelenek Ağırel Olayı ile birlikte yeniden hortlamış görünüyor. Düşünün ülkenin bir gazetecisi uyuşturucu tüccarlarıyla, kara paracılarla, bahis ve arazi çeteleriyle, rüşvetçilerle uğraşıyor. Bunun sonucunda ölüm tehditleri alıyor. Peki devlet ne yapıyor? Koruma istiyor verilmiyor. Bu tetikçileri tutanlar, olayı organize edenlere dair ise halen somut bir adım yok. Kısaca “saldım çayıra mevlam kayıra oluyor” yani!..
Şaşırdın mı? Elbette Hayır!..
Peki gazeteci meslektaşımız Murat Ağırel’in başına gelen bu duruma şaşırdım mı? Hayır!.. Hem de hiç!.. Niye peki? Çünkü ben benzerini tam 20 yıl önce yaşadım da ondan. O süreçte başıma gelenleri daha ayrıntılı yazmaya kalksam inanın tam “Aziz Nesin’lik” bir öykü olur. Bende jeton ilk o zaman düştü. O yüzden aradan 20 yıl geçmesine rağmen öfkem hiç geçmiş değil. (Fakat bu olayın bana şöyle de bir yararı oldu. Suikastlar üzerine tam üç ayrı kitabın yazarı oldum. Özellikle bu alana yoğunlaştım. Kendi çapımda bir “Suikast uzmanı” oldum!..) Tecrübe konuşuyor yani!..
İlaveten bu olay bana bazı şeyler öğretti. Birincisi; eğer canım söz konusuysa devlete asla güvenemeyeceğimi öğretti. İkincisi; devletin bu işlerden sorumlu kademelerinin ne kadar öngörüsüz, inisiyatifsiz ve reflekssiz olduğunu gösterdi. Üçüncüsü; bu gibilerin aydınlara karşı üstü örtülemez derece adeta bilinçaltı bir nefret duyduklarını, aydınların hayatını zerre kadar önemsemediklerini fark ettirdi. Karşımızda aydınlarını sevmeyen, onları önemsemeyen ve çakallara yem olmasına göz yuman bir zihniyet olduğunu ispatladı. Karşımızda kendini “Seçkin” zanneden ama gerçekte “Avam” olan bir anlayış mevcuttu.
Çok ilginç bir psikolojidir bu. Her suikast sonrası toplumda büyük kutuplaşmalar oluşur ama devlet gene bildiğini okumaktan geri kalmaz. Kendi hayatları söz konusu olduğunda onlarca hatta bir ordu koruma ile dolaşanlar bahsi geçen bir aydın olduğunda bir tanesini bile esirgemektedirler. Halbuki bir çok suikast böylelikle önlenebilirdi. Çok yazık!..
Devlet Aydınına Bir İlgi Gösteriyor ki Sormayın!..
Gelelim sadede. “Peki senin başından ne geçti?” derseniz özetle aktarmaya çalışayım. (Çok merak edenler olayın daha ayrıntılı bir şekilde anlatımını gene bu köşede 13 yıl önce, 01 Kasım 2011’de yayınlanan “Bu Ülkede Tehdit Altındaki İnsanlar Nasıl Korunur?” başlıklı yazımda bulabilirler.) Şöyle ki:
2004 yılında yazı ve kitaplarımdan dolayı mail yoluyla bir ölüm tehdidi aldım. Her saftirik ve “İyi vatandaş” gibi önce savcılığa başvurdum. Aylarca yazıştılar. Sonunda Telekom kayıtlarının her nasılsa silindiğini öğrendim. Ardından savcılığın tavsiyesi ile emniyetten sorumlu vali yardımcısına gittim. (Bu kişi Hrant Dink’i çağırıp, odasında iki MİT’çi ile “uyardığı” söylenen aynı vali yardımcısıydı.).Sekreter beni bir saat bekletti. (O sıralar Asena’da İbrahim Tatlıses tarafından tehdit ediliyordu. O da gelmiş ve tabii hemen bekletilmeden huzura kabul edilmişti) İnadına bekledim. O esnada 12 kitabı olan bir yazarı (Şimdi 30’a yakın) merak edip doğru düzgün muhatap olmadı bile. Dilekçemi parafladı çıktım. O sırada evrak kayıttaki kimi memurlar “siyasi görüşümü” soruyorlar, ona göre alıp alamayacağım tahmininde bulunuyorlardı. Aşağılandığım hissine kapıldım nedense!..
Bu İşi Hobi Ediniyorum!..
Neyse, artık bu iş benim için inadına bir “Hobi” olmuştu. Bir gazeteci arkadaşım aracılığıyla Emniyet İstihbarat ve Terörle Mücadele’den yetkililerle görüştüm. Not alıp, çay, kahve ikram ettiler. (Olsun hiç değilse dinlediler) Buradan da bir sonuç çıkmadı. Bu arada devletin çeşitli makamlarına durumu protesto eden mektuplar yolladım. (O zaman Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’di. Oradan İstanbul Koruma Şube Müdürlüğü’ne şahsıma koruma verilmesi üzerine yazı yazılmış) Ben koruma istemiyordum. Aradılar. Dosya işleme konmuş valilik onayı bekleniyordu. Aylar geçti ses seda yok. Bende “Madem onlar beni korumayacaklar bari ben kendimi koruyayım” dedim. Silah ruhsatı için başvurdum. Aylar geçti gene cevap yok. “Sayın valim imzalayacak” diye oyalıyorlar. (Ne enteresan ki o esnadaki sevgili valimiz Muammer Güler’di. Bir gün bir baktım gazeteye demeç vermiş. Silah meraklısı olup, yedi, sekiz silahı olduğundan ve kendi oğluna da hediye ettiğinden söz ediyordu. Acı acı güldüm!) Delikanlıca “Vermiyoruz” da diyemiyorlar.
Ardından başvurumun akıbetini öğrenmek için 4982 sayılı bilgi edinme yasasına istinaden başvurdum. Dilekçe hakkımı bile kullandırmadılar. Valiliğe soruyorum “emniyete sor” diyorlar, emniyete soruyorum “Valiliğe sor” diyorlar. Sonunda neyse ki gayrı resmi olarak emniyetten öğrendim. 1978 yılında lise talebesi iken korsan bir gösteriye katılmıştım. Gerçek sebep bu imiş. 27 yıl sonra devlet bunu hatırlamış. Bu ülkede magandalara, psikopatlara, çete reislerine, mafyacılara, hatta PKK’lılara bile ruhsatları sebil gibi dağıtan devlet onca kitabı olan aydınından kendini savunması için bile olsa esirgiyordu. (İlginçtir, misal kuyumcuların silah ruhsat hakkı vardır. Çünkü maddi değeri vardır. Ama bu ülkenin entelektüel değeri olan aydınlara yoktur) Doğrusu çok ağrıma gitti…
Seksen Kere Vurulurdum!..
Olayın özeti bu. Peki sonuçta ne oldu derseniz? Sekiz ay sonra “Koruma talebi” min reddedildiği bildirildi. Silah ruhsat talebime ise 20 yıldır halen bir cevap alamadım. Terörden korunayım derken “Terörist” muamelesi görmüştüm. Zaten teröristlerde hep ruhsatlı silah taşırlardı. O esnada kendimi korumak için ruhsatsız taşısaydım ve yakalatsaydım kim bilir daha ne gibi suçlamalarla karşılaşırdım!
Bütün bunlar bana traji komik geliyor. Bu olayı unutmuştum. Murat Ağırel olayı 20 yıl sonra bana bunu tekrar hatırlattı. Kendisine geçmiş olsun dileklerimi ve dayanışmamı bildiriyorum. Bana bu muameleyi layık gören, beni korumayan, kendimi de koruma imkânı vermeyen ve halen cevap alamadığım devlete ise selam ve sevgilerimi iletiyorum!!!...
06. 09. 2024
NOT 1: Yakın tarihinde onlarca aydın – yazar suikastının olduğu ve o ölümler üzerinden operasyonlar yapılan bu ülkede bir milletvekilinin bile çıkıp aklına şöyle benzeri bir yasa teklifi vermek gelmiyor. (Car car komisyonlarda konuşurlar ama akılcı bir öneri bile çıkmaz!) “Bir yazar, gazeteci, aydın suikast tehdidi aldığında devlet bekletilmeksizin koruma sağlamakla yükümlüdür. Bir yazar, gazeteci, aydın suikast tehdidi aldığında ve silah ruhsatı talep etmesi durumunda devlet geçmiş siciline bakılmaksızın talebini bekletmeksizin yerine getirmekle yükümlüdür.”
NOT 2: 04 Eylül 2024 tarihli “Külünk’ün Erdoğan eleştirileri üzerinden! AK Parti “Erdoğansız bir dönüşüm”e zorlanmak mı isteniyor?” başlıklı yazım üzerine Sayın Metin Külünk aradı. Kendisiyle samimi bir sohbetimiz oldu. Sonuçta yanlış anlamaları önlemek için bir izaha ihtiyaç olduğunu belirtti. O nedenle göndermiş olduğu aşağıdaki metne çıkacak ilk yazımda, bu köşede yer vereceğimi belirttim. Bu konuda mutabakata vardık. Şimdi Sayın Külünk’e de söz verdiğim gibi açıklamasını yayınlıyorum…
“Yazınızı okudum, teşekkür ediyorum. Sizi saygıyla takip ediyoruz ve de değerlisiniz. Geçtiğimiz yakın zamanda yazmış olduğunuz bir yazıda sayın Özge Uzun hanımefendi ile gerçekleştirdiğimiz söyleşinin bir bölümünden yola çıkarak yorumunuzu okudum. Siz düşünceleri son derece saygın bir mütefekkirimizsiniz.
Yanlış anlaşılmalara sebebiyet vermemek için; “Güzel Anılmak’ Bırak Git Demenin Nazikçesi” sözlerinize dair şöyle bir izahı gerekli gördüm.
Oysa bizim demokratik yöntemlerle cumhurbaşkanlığı makamına seçilmiş Sayın Erdoğan’ın anayasada belirlenmiş süreler içerisinde görevini tamamladığında elbette ki görevini devredecektir. Küresel güç odaklarının özellikle ve özellikle Türkiye’yi teslim almak istedikleri bu süreçte sayın cumhurbaşkanımızın 2023 seçimlerinde işbaşına gelmiş ve halen 2028’e kadar devletimizin lideri olarak görevini yapıyorken hiçbir şekilde bu söylediğiniz anlamın ortaya çıkacağı bir yorum için bu cümleleri kullanmadık, kullanmayız da. Çünkü Türkiye’nin istikrara ve güvene ihtiyacı var.
Videonun öncesini ve sonrasını dikkatle dinlerseniz, kastımız aslında ne olduğunu daha iyi anlayacağınıza inanıyorum. Ki, nispeten yazının devamında bu vurguyu yapmışsınız. Evet, eksiklikler var, hatalar var, boşluklar var… Ama yine bu boşluklarında , Sn. CB’mızın güçlü liderliği ile aşılacağına inanıyorum.
Tekrar teşekkürler ediyorum, kolaylıklar diliyorum.”