Devlet Çandar'ın telefonunu 'PKK'ya üye olduğu' iddiasıyla dinlemiş!
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nın; 40 yıllık gazeteci Cengiz Çandar'ın telefonunu, "PKK/KCK terör örgütüne üye olabileceği" iddiasıyla iki yılı aşkın bir süreyle dinlediği ortaya çıktı.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nın; 40 yıllık gazeteci ve 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın başdanışmanı Cengiz Çandar'ın telefonunu, "PKK/KCK terör örgütüne üye olabileceği" iddiasıyla iki yılı aşkın bir süreyle dinlediği ortaya çıktı. Çandar, "İşte “akıl tutulması” diye buna derler. 40 yıldır yazılı basında yer alan, tam 28 yıldır haftada ortalama 3-4 köşe yazısı yazan, yakın geçmişe kadar yüzlerce saat televizyon ekranlarında görüşlerini açıklamış, bir Cumhurbaşkanı’na danışmanlık yapmış, çeşitli cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar, Türkiye’nin yönetici elitiyle, gözler önünde apaçık ilişkileri bulunmuş benim gibi birisi... Ve, 'PKK/KCK terör örgütüne üye olmak suçunu işleme ihtimali!..' El İnsaf! Yazık... Çok yazık..." dedi.
28 Şubat sürecinde, dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir'in "olur"unu taşıyan "Andıç" ile patlayan skandalda, PKK'nın yöneticilerinden Şemdin Sakık'a aitmiş gibi gösterilen sahte ifadelerle "menfaat karşılığında örgütü destekleyenler" arasında adı öne sürülen Türkiye medyasının önde gelen isimlerinden Cengiz Çandar, yaklaşık 18 yıl sonra benzer bir skandala daha konu oldu. İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nün "terör örgütü PKK/KCK'ya üye olabileceği" şüphesi ve savcılığın başvurusu üzerine Çandar'ın telefonunun dinlenmesi için mahkeme kararları çıkarıldı.
Çandar, Radikal ve Hürriyet'in internet sitelerinde yayımlanan (27 Şubat 2016) yazısında telefonunun iki yılı aşkın bir süreyle dinlendiğini savcılıktan gelen yazı ile öğrendiğini açıkladı.
Çandar'ın "Akıl tutulması... El insaf..." başlıklı yazısı şöyle:
Can’ın (Dündar) ve Erdem Gül’ün üç ayı aşkın süreden beri bulunduruldukları demir parmaklıkların ardından çıkan, “açık hava”ya kavuşmaları, kuşkusuz, harikûlâde bir gelişme. Özellikle, kendileri ve en başta da aileleri, yakınları ve sevenleri için.
Dündar-Gül tahliye kararının, Türkiye’de adalete inanan, demokrasi ve özgürlük yanlısı herkes için, gelecek açısından iyimserlik duyulacak bir gelişme olduğunu düşünenler olabilir.
Ama, orada durmak gerekiyor. Söz konusu gelişme, Anayasa Mahkemesi’nin mevcut yapısı sayesinde elde edildi. Anayasa Mahkemesi’nun bu kararı, ne yazık ki, Türkiye’de anti-demokratik gidişatın yön değiştirmesi, demokrasi ve özgürlükler yönünde bir keskin virajın dönülmesine işaret etmiyor.
Karar, “yandaş” ve “troll” diye nitelendirilen kimilerinde infiale yol açtı; “Abdullah Gül’ün mahkemesinin utanç verici kararı” olarak değerlendirildi. “Havuz”dan “Türkiye’de artık casusluk serbest” gibisinden sözde “ironik”, ipe sapa gelmez manşetler atıldı.
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü, “beraat etmemiş olduklarını” hatırlatma gereği duydu. Dahası, Batı dünyasında Wikileaks ile ilgili uygulamalardan söz etti, Julian Assange’ın kovuşturma altında bulunduğu için Londra’da Ekvador Büyükelçiliği’ne sığınmış bulunduğunu söyledi.
Bu, eğer bilinçli bir çarpıtma değilse, çok ama çok yanlış bir örnek. Assange, Wikileaks’i “sızdıran” kişi. Wikileaks’i yayımlamış olan İngiliz The Guardian, İspanyol El Pais gazetelerinin, Alman dergisi Der Spiegel’in, Amerikan basın organlarının “genel yayın yönetmeni” değil.
Wikileaks’i yayımlamış olmaktan ötürü hiçbir gazeteci hakkında hiçbir ülkede soruşturma açılmadı. Oysa, Can Dündar,Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni sıfatı nedeniyle içeri atıldı.
Türkiye’ye hükmeden kafa, demokrasi, hukuk, özgürlükler, insan hakları gibi kavramlardan nasibini almamış olduğu için bu tür “gafları” –eğer öyleyse- kolaylıkla yapabiliyor.
Bu arada, Can Dündar ile Erdem Gül, bu durumun farkında olduklarını ortaya koyan gayet güzel ve anlamlı açıklamalar yaptılar.
Can Dündar ve Erdem Gül’e ilişkin “adlî süreç” ile aramda tuhaf bir ilişki kuruldu. 26 Kasım günü (2015) bir yurt dışı seyahatinden yurda döndüğüm sırada, havaalanına ayak basar basmaz, Can ile Erdem Gül’ün “tutuklanma talebi” ile mahkemeye sevkedilmiş olduklarını öğrenmiştim. Eve geldim. Onlar da cezaevine yola çıktılar.
Tam ertesi gün, Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı’nda bu köşede yayımlanmış 7 yazımdan ötürü hakkımdan başlatılmış olan “Cumhurbaşkanı’na Hakaret” soruşturması ile ilgili olarak ifade vermeye gittim.
Bakırköy Adliyesi’nden ayrılırken, kapının önüne yığılmış olan basın mensuplarına, kendi durumumla ilgili kısa bir açıklama yaptıktan sonra, daha önemli olanın “Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklanmış olmaları” olduğunu söyledim.
Aradan 93 gün geçti. Can Dündar ile Erdem Gül, Anayasa Mahkemesi’nin almış olduğu son derece isabetli karar sonucunda, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın doğum gününde, sabaha karşı, serbest bırakıldılar.
Sabaha kadar uyumadan, cezaevinde tahliyelerini uzaktan izledim. Sabahın ilk ışıklarına doğru yattım, uyudum.
Uyandım ve aynı gün, öğle saatlerinde bir “tebligat” aldım, “Cumhurbaşkanı’na Hakaret” iddiasıyla hakkımda dava açıldığını öğrendim.
İddianame, yargılanmamı ve mahkemece suçumun sabit görülmesi halinde Türk Türk Ceza Kanunu’nun 299/1, 43 ve 53 maddesine göre cezalandırılmamı talep ediyor.
Tebligat, Can’ın ve Erdem’in tahliyesinden birkaç saat sonra geldi...
Ama, bence, asıl önemlisi aynı gün içinde aldığım bir başka “tebligat” idi. O tebligat, üzerindeki “Hazırlık Numarası”ndan 2014 yılında başlatılmış olduğunu öğrendiğim bir soruşturma ile ilgiliydi.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Soruşturma Bürosu’ndan gelmişti. Okuduğum vakit, “Akıl Tutulması” ve “El İnsaf” sözcüklerinin aklımdan aynı anda geçmesine neden olan bir “bildirim”...
Bir cumhuriyet savcısının e-imzasıyla biten ve “Sayın” hitabıyla yazılmış ismimin altında yer alan metni –arşivde bulunsun diye- aynen kaydediyorum:
“İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nün araştırmalarına istinaden PKK/KCK terör örgütüne üye olmak suçunu işleme ihtimaline binaen Cumhuriyet Başsavcılığımızla yürütülen soruşturma kapsamında örgütün suç delillerini saptamak ve faaliyetlerinin daha detaylı delillendirilebilmesi için hakkınızda
Tarafınızca kullanılan . ... ... .. .. numaralı telefon ile ilgili olarak CMK 135 ve 137 maddeleri uyarınca iletişimin tespiti, dinlenmesi, kayda alınması, görüşmeye ait detay sorgularının yapılabilmesi, baz istasyonlarının tespiti, sinyal bilgilerinin değerlendirilmesi ile ilgili taleplerde bulunulduğu, bu yönde mahkemelerce kararlar alındığı ve uygulandığı dosya kapsamından anlaşılmış olup,
Atılı suçun işlendiğine dair yeterli delil elde edilmemesi nedeniyle iletişim dinlemesine son verilerek iletişim kayıtları imha edilmiştir.
CMK 137/4 maddesi gereğince bildirim yapılmıştır.”
İşte “akıl tutulması” diye buna derler. 40 (evet, tam kırk!) yıldır yazılı basında yer alan, tam 28 yıldır, haftada ortalama 3-4 köşe yazısı yazan, yani görüşlerini onbinlerce sayfayı bulan uzunlukta ifade etmiş, yakın geçmişe kadar yüzlerce saat televizyon ekranlarında görüşlerini açıklamış, bir Cumhurbaşkanı’na danışmanlık yapmış, çeşitli cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar, Türkiye’nin yönetici elitiyle, gözler önünde apaçık ilişkileri bulunmuş benim gibi birisi...
Ve, “PKK/KCK terör örgütüne üye olmak suçunu işleme ihtimali”!...
Buna “binaen”, iki yılı aşkın süredir telefonum dinlenmiş. Bu amaçla, mahkemelerden kararlar çıkartılmış...
Sonuçta, “suçun işlendiğine ilişkin yeterli delil elde edilememiş”...
Bunun üzerine, dinlemekten vazgeçmişler ve iletişim kayıtlarını imha etmişler.
Öyle deniyor.
Ben de diyorum ki: “Akıl tutulması”nın zirve noktası!
El İnsaf!
Yazık... Çok yazık...
28 Şubat sürecinde, dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir'in "olur"unu taşıyan "Andıç" ile patlayan skandalda, PKK'nın yöneticilerinden Şemdin Sakık'a aitmiş gibi gösterilen sahte ifadelerle "menfaat karşılığında örgütü destekleyenler" arasında adı öne sürülen Türkiye medyasının önde gelen isimlerinden Cengiz Çandar, yaklaşık 18 yıl sonra benzer bir skandala daha konu oldu. İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nün "terör örgütü PKK/KCK'ya üye olabileceği" şüphesi ve savcılığın başvurusu üzerine Çandar'ın telefonunun dinlenmesi için mahkeme kararları çıkarıldı.
Çandar, Radikal ve Hürriyet'in internet sitelerinde yayımlanan (27 Şubat 2016) yazısında telefonunun iki yılı aşkın bir süreyle dinlendiğini savcılıktan gelen yazı ile öğrendiğini açıkladı.
Çandar'ın "Akıl tutulması... El insaf..." başlıklı yazısı şöyle:
Can’ın (Dündar) ve Erdem Gül’ün üç ayı aşkın süreden beri bulunduruldukları demir parmaklıkların ardından çıkan, “açık hava”ya kavuşmaları, kuşkusuz, harikûlâde bir gelişme. Özellikle, kendileri ve en başta da aileleri, yakınları ve sevenleri için.
Dündar-Gül tahliye kararının, Türkiye’de adalete inanan, demokrasi ve özgürlük yanlısı herkes için, gelecek açısından iyimserlik duyulacak bir gelişme olduğunu düşünenler olabilir.
Ama, orada durmak gerekiyor. Söz konusu gelişme, Anayasa Mahkemesi’nin mevcut yapısı sayesinde elde edildi. Anayasa Mahkemesi’nun bu kararı, ne yazık ki, Türkiye’de anti-demokratik gidişatın yön değiştirmesi, demokrasi ve özgürlükler yönünde bir keskin virajın dönülmesine işaret etmiyor.
Karar, “yandaş” ve “troll” diye nitelendirilen kimilerinde infiale yol açtı; “Abdullah Gül’ün mahkemesinin utanç verici kararı” olarak değerlendirildi. “Havuz”dan “Türkiye’de artık casusluk serbest” gibisinden sözde “ironik”, ipe sapa gelmez manşetler atıldı.
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü, “beraat etmemiş olduklarını” hatırlatma gereği duydu. Dahası, Batı dünyasında Wikileaks ile ilgili uygulamalardan söz etti, Julian Assange’ın kovuşturma altında bulunduğu için Londra’da Ekvador Büyükelçiliği’ne sığınmış bulunduğunu söyledi.
Bu, eğer bilinçli bir çarpıtma değilse, çok ama çok yanlış bir örnek. Assange, Wikileaks’i “sızdıran” kişi. Wikileaks’i yayımlamış olan İngiliz The Guardian, İspanyol El Pais gazetelerinin, Alman dergisi Der Spiegel’in, Amerikan basın organlarının “genel yayın yönetmeni” değil.
Wikileaks’i yayımlamış olmaktan ötürü hiçbir gazeteci hakkında hiçbir ülkede soruşturma açılmadı. Oysa, Can Dündar,Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni sıfatı nedeniyle içeri atıldı.
Türkiye’ye hükmeden kafa, demokrasi, hukuk, özgürlükler, insan hakları gibi kavramlardan nasibini almamış olduğu için bu tür “gafları” –eğer öyleyse- kolaylıkla yapabiliyor.
Bu arada, Can Dündar ile Erdem Gül, bu durumun farkında olduklarını ortaya koyan gayet güzel ve anlamlı açıklamalar yaptılar.
Can Dündar ve Erdem Gül’e ilişkin “adlî süreç” ile aramda tuhaf bir ilişki kuruldu. 26 Kasım günü (2015) bir yurt dışı seyahatinden yurda döndüğüm sırada, havaalanına ayak basar basmaz, Can ile Erdem Gül’ün “tutuklanma talebi” ile mahkemeye sevkedilmiş olduklarını öğrenmiştim. Eve geldim. Onlar da cezaevine yola çıktılar.
Tam ertesi gün, Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı’nda bu köşede yayımlanmış 7 yazımdan ötürü hakkımdan başlatılmış olan “Cumhurbaşkanı’na Hakaret” soruşturması ile ilgili olarak ifade vermeye gittim.
Bakırköy Adliyesi’nden ayrılırken, kapının önüne yığılmış olan basın mensuplarına, kendi durumumla ilgili kısa bir açıklama yaptıktan sonra, daha önemli olanın “Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklanmış olmaları” olduğunu söyledim.
Aradan 93 gün geçti. Can Dündar ile Erdem Gül, Anayasa Mahkemesi’nin almış olduğu son derece isabetli karar sonucunda, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın doğum gününde, sabaha karşı, serbest bırakıldılar.
Sabaha kadar uyumadan, cezaevinde tahliyelerini uzaktan izledim. Sabahın ilk ışıklarına doğru yattım, uyudum.
Uyandım ve aynı gün, öğle saatlerinde bir “tebligat” aldım, “Cumhurbaşkanı’na Hakaret” iddiasıyla hakkımda dava açıldığını öğrendim.
İddianame, yargılanmamı ve mahkemece suçumun sabit görülmesi halinde Türk Türk Ceza Kanunu’nun 299/1, 43 ve 53 maddesine göre cezalandırılmamı talep ediyor.
Tebligat, Can’ın ve Erdem’in tahliyesinden birkaç saat sonra geldi...
Ama, bence, asıl önemlisi aynı gün içinde aldığım bir başka “tebligat” idi. O tebligat, üzerindeki “Hazırlık Numarası”ndan 2014 yılında başlatılmış olduğunu öğrendiğim bir soruşturma ile ilgiliydi.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Soruşturma Bürosu’ndan gelmişti. Okuduğum vakit, “Akıl Tutulması” ve “El İnsaf” sözcüklerinin aklımdan aynı anda geçmesine neden olan bir “bildirim”...
Bir cumhuriyet savcısının e-imzasıyla biten ve “Sayın” hitabıyla yazılmış ismimin altında yer alan metni –arşivde bulunsun diye- aynen kaydediyorum:
“İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nün araştırmalarına istinaden PKK/KCK terör örgütüne üye olmak suçunu işleme ihtimaline binaen Cumhuriyet Başsavcılığımızla yürütülen soruşturma kapsamında örgütün suç delillerini saptamak ve faaliyetlerinin daha detaylı delillendirilebilmesi için hakkınızda
Tarafınızca kullanılan . ... ... .. .. numaralı telefon ile ilgili olarak CMK 135 ve 137 maddeleri uyarınca iletişimin tespiti, dinlenmesi, kayda alınması, görüşmeye ait detay sorgularının yapılabilmesi, baz istasyonlarının tespiti, sinyal bilgilerinin değerlendirilmesi ile ilgili taleplerde bulunulduğu, bu yönde mahkemelerce kararlar alındığı ve uygulandığı dosya kapsamından anlaşılmış olup,
Atılı suçun işlendiğine dair yeterli delil elde edilmemesi nedeniyle iletişim dinlemesine son verilerek iletişim kayıtları imha edilmiştir.
CMK 137/4 maddesi gereğince bildirim yapılmıştır.”
İşte “akıl tutulması” diye buna derler. 40 (evet, tam kırk!) yıldır yazılı basında yer alan, tam 28 yıldır, haftada ortalama 3-4 köşe yazısı yazan, yani görüşlerini onbinlerce sayfayı bulan uzunlukta ifade etmiş, yakın geçmişe kadar yüzlerce saat televizyon ekranlarında görüşlerini açıklamış, bir Cumhurbaşkanı’na danışmanlık yapmış, çeşitli cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar, Türkiye’nin yönetici elitiyle, gözler önünde apaçık ilişkileri bulunmuş benim gibi birisi...
Ve, “PKK/KCK terör örgütüne üye olmak suçunu işleme ihtimali”!...
Buna “binaen”, iki yılı aşkın süredir telefonum dinlenmiş. Bu amaçla, mahkemelerden kararlar çıkartılmış...
Sonuçta, “suçun işlendiğine ilişkin yeterli delil elde edilememiş”...
Bunun üzerine, dinlemekten vazgeçmişler ve iletişim kayıtlarını imha etmişler.
Öyle deniyor.
Ben de diyorum ki: “Akıl tutulması”nın zirve noktası!
El İnsaf!
Yazık... Çok yazık...