''DAHA AZ REYTİNG OLSUN AMA İÇİ DOLU İŞLER YAPALIM!'' ŞİRİN PAYZIN, YÜKSEL ŞENGÜL'E KONUŞTU!
CNN Türk ekranında yayınlanan ‘Ne Oluyor?' adlı programla Türkiye'nin gündemini belirleyen, olayların nabzını tutan Şirin Payzın'la Medyaradar'ın usta röportajcısı Yüksel Şengül konuştu.
Sesiyle yüzüyle her zaman ekrandan izlediğimiz Şirin Payzın, çocukluğunda haberci, gazeteci ya da televizyoncu olmayı düşünüyor muydu?
Babam gazeteci olduğu için televizyonla iç içe büyüdüm ve dolayısıyla bir şekilde gazeteci ya da televizyoncu olmak aklıma geliyordu. Babam gazeteden sonra TRT’de çalışmaya başladı ve benim de çocukluğum TRT’de geçti. Açıkçası televizyon hayali kurmadım ama bir şekilde yazıyla haşır neşirdim. Küçüklüğümde dergiler çıkartır, anneme ve babama satardım (gülüyoruz). Bir şekilde kanıma girmiş olmalı.
Babanız Nizam Payzın’ın meslek hayatınızdaki öneminden biraz bahseder misiniz?
Babam TRT adına yurt dışına seyahatlere giderdi. NATO zirvelerinden, önemli devlet büyüklerinin katıldığı toplantılardan haberler bildirirdi. Yaptıklarına çok özenirdim. Çünkü o yıllarda Türkiye’de yurt dışına çıkmak bir hayli zordu. Babamın mesleği o anlamda hoşuma giderdi. Düşünsenize meslek icabı dünyanın pek çok ülkesine gidiyor, tarihi anlara tanıklık ediyorsunuz. Bunlara bakınca babamın getirdiği bir etkileşim mutlaka olmuştur. En azından mesleğimin alt yapısını oluşturmak anlamında etkisinin büyük olduğunu söyleyebilirim.
Baba tarafı Makedonyalı göçmen... Anne tarafı ise Tatar... Kendinizi hangi tarafa daha yakın hissediyorsunuz?
Ben İstanbul doğumluyum ve kendimi hiçbir tarafa yakın hissetmiyorum. İşin komiği, hayatımın en mutlu günlerini Bağdat’ta geçirdim. Güneydoğu’yu çok severim. Üsküp’e ya da Rusya’ya gittiğimde hiçbir şey hissetmedim. Ama Güneydoğu’ya, Mezopotamya topraklarına, Arap ülkelerine gittiğimde ya da Bağdat’ta olduğumda kendimi topraklarımda hissettim (Susup bir süre düşünüyor). Bilmem ki bu durum nasıl açıklanabilir? Kendini nereli hissediyorsun diye soracak olursanız, dünyanın pek çok yerinde iyi hissediyorum. Ama bu yerlerin hiçbiri ailemin kökeniyle ya da onların memleketleriyle ilgili iyi hissetmeler değil.
Reenkarnasyona inanır mısınız?
(Gülüyor, uzun süre bir şey söylemeden düşünüyor) Yani bilmiyorum böyle açıklanabilir mi?
Yani ‘Yaşanmışlıkların olmadığı yere yakın hissediyorum’ deyince…
Tam tersine o yerlerle ilgili yaşanmışlıklarım var. Mesela Atv’de muhabirlik yaptığım yıllarda çok fazla Arap ülkelerine gitme fırsatım oldu. Oraların insanı ve toprağı bir şekilde beni çekiyor. Son birkaç yıldır Uzakdoğu’ya gidiyorum. Ve tıpkı Arap ülkelerinde olduğu gibi oraları da beni etkiliyor. Doğru söylemek gerekirse, kendi hikayemi oluşturduğum ve insanlarıyla iletişim içinde olduğum yerler beni ben hissettiriyor. Yoksa aile tarafımın Üsküplü ya da Tatar olmasının çok fazla bağlayıcılığı yok. Pek çok ülke ve milletle kendimi özdeş hissedebilirim. Galiba o anlamda sınırsızım, sınırlara inanmıyorum.
Bir gün dünyada sınırların kalkacağı söylenir hep…
(Gülüyor) İşte o benim hayalim.
Peki, sınırlar gerçekten kalkar mı ne dersiniz?
Para ve doğal kaynakların paylaşılması gibi durumlar nedeniyle o sınırların kalkması kısa zaman için zor görünüyor. Ama yine de sınırların kafalarda kalkması son derece olası. Hatta sosyal paylaşım sitelerinde yapılan paylaşımlarla insanların organize olması ve tepkilerini koyması büyük önem taşıyor. Çünkü onlar sınırları kaldırıyorlar. Zaten baktığınızda insanların yedikleri, içtikleri, yaşamdaki arzuları, korkuları, hayattan beklentileri farklı değil ki… Taylandlı bir balıkçıyla Norveç’teki bir balık avcısının dili, ten rengi ya da dini dışında farklılığı yok. Ben dünyayı dolaşan ve çok seyahat eden bir insanım, bunları yaptıkça da daha çok insanı hayatıma sokuyor ve sınırsızlığa daha çok inandığımı düşünüyorum.
Etnik çekişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bence farklılık güç ve renk demektir. Dolayısıyla herkes diniyle, milletiyle ya da etnik kökeniyle farklı olabilir. Etnik kökeni nedeniyle herhangi bir insanın ayrımcılığa uğramasını daha üstün daha aşağı ya da daha az eşit olarak görülmesini hiçbir zaman kabul edememişimdir. Bu konuda mazlumun yanında yer alırım. Etnik kökeni yüzünden dışlanan, ezilen ya da mağdur edilen insanların yanında olmaya çaba harcarım. Etnik ayrımcılığın saçma olduğunu düşünüyorum. Bir gün inşallah bu olmayacak. Türkiye’ye etnik köken özelinde baktığımda, etnik farklılığı çok olan ülkenin daha güçlü olduğunu düşünüyorum.
Kürt meselesi için de aynı düşüncede misiniz?
Kürt meselesinde gerçekten tarafım. Programlarımda da Kürt sorunuyla uğraşan, bu meseleye kafa yoran, herkesi ağırlamaya, onların seslerini duyurmalarını ve ortaya fikirlerini koymalarını sağlamaya çalışıyorum. Tabi ki bu, Ermeni, Musevi ve Çerkez vatandaşlarımızı da unuttuğum anlamına gelmiyor. Mesela geçtiğimiz günlerde yaptığım bir programda, Lazları, Çerkezleri, Gürcüleri, Zazaları, Boşnakları ve Makedonya Türklerini bir araya getirdik. Programı yapmadan önce yönetimle uzun süre bunun tartışmasını da yaptık ve benim için en güzel programlardan biri oldu. Kürt meselesini tartıştığımız zaman bize gelen en büyük eleştiri ‘Kürtleri çıkarıyorsunuz ama diğer etnik kimliklere neden yer vermiyorsunuz?’ olmuştu. Ama şunu gördüm ki, onların hikayesi Türkiye’nin hikayesi. Bu ülkeye herkes bir değer katıyor. Çerkez yemeği yiyebilmenin, Lazca bir türkü dinlemenin güzel şeyler olduğunu düşünüyorum.
AK Parti tarafından ‘Kürt açılımı’ başlatıldı. Kimileri de ‘Bu sadece bir laf, altı boş’ dendi, buna katılıyor musunuz? Bu sadece bir adım mı, sizce çözüm sağlayacak mı?
Önemli bir adım olduğunu düşünüyorum. Kürt meselesi Türkiye’nin yakın zamanlarını kilitlemiş konularından bir tanesi oldu. 90’lı yılları sadece kilitlemekle kalmayıp ülkenin pek çok meselesine de derinlemesine işledi. Kürt meselesi, pek çok bilinmeyenle dolu bir kara kutu. Ama konu sadece PKK’yla özdeşleştiriliyor. Oysa ki bu topraklarda Osmanlı’nın son zamanlarında da, Türkiye Cumhuriyeti zamanında da Kürt sorunundan söz etmek mümkün. Dolayısıyla ikisinin ayrıştırılması gerekiyor. PKK başka, Kürt meselesi başka bir şey. Hükümetin bu konuda cesaretli davrandığını düşünüyorum. Belki her şeyi doğru yapmadı ama…
Gerçekten de Kürt ve PKK meselesi ayrı başlıklar mı?
PKK, Kürt sorununun doğurduğu bir sonuçtur, sebep değildir. Aslında ayrıştırmayı başarabilmeliyiz. Bunu başardığımız zaman sağlıklı konuşmayı da başarabileceğiz. Ne zaman bir gazeteci arkadaşım Kürt meselesiyle ilgili yazıp çizse örgüt mensubu muamelesi görüyordu. Kürtlerin bile kendi içinde muhalefet yaratma sorunu vardı. Hükümetin bu konuda yaptığı en iyi şey ne derseniz, bu meselenin tartışılabilirliğinin önünü açtı derim. Devamı istedikleri gibi gelmedi ve bu meseleyi din üzerinden çözmeye çalıştılar. Ama şu bir gerçek ki bugün Kürtler arasında bile farklı gruplar tartışıp konuşabiliyorsa, bu hükümet ve Kürt sorunu anlamında artı bir puandır.
Bir haberci gözüyle sizce nasıl bir çözüm olabilir?
‘Bu işin formülü budur’ demek çok zor. Öncelikli olarak bu ülkeyi rahatlatmak gerekiyor ki, konuşmaya başladıkça bu konuda rahatlamaya başladığımızı görüyorum. İki taraf da yıllar yılı dogmalar üzerinden ilerlemiş ve biz Kürt meselesini savunan herkese kötü gözle bakmışız. Kürtler cephesinden baktığımızda, ‘Her Türk bize faşizan yaklaşır’ diye bakmışlar. Bu duvarların yıkılması çok önemli. Kürt hareketi kendi içinde muhalifler çıkarıyor ve kendine tartışma ortamları yaratıyor. Bu da sorunların çözümü anlamında önemli adımlar. Farklı fikirler dile getirilmeli, Öcalan’a karşı sesler de yükselmeli. Kürtlerin Meclis’te mutlaka temsil edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Kürt parlamentocular Meclis’te olmalı, BDP Meclis’e girmeli. BDP her şeyi Kürt meselesine bağlamadan Türkiye’nin meselelerini de tartışan bir parti olması gerektiğini düşünüyorum. Milliyetçi değil de Türkiye’nin bir partisi olarak orada olması gerekiyor.
Anneannenizin kuzeni büyük teyzeniz Behice Boran... Türkiye’de bir siyasi partiye genel başkan olan ilk kadındı kendisi.
Çok önemli bir siyasi kimliktir ve ne acıdır ki yeni yeni tanınıyor.
Gençlerimiz geçmişe çok mu kapalı yaşıyorlar?
Ah, 12 Eylül (Gülüyor)… Apolitizeler.
Behice Boran müthiş mücadeleci, sabırlı ve dirençliydi. Onu izlemek, onun gibi siyaset yapmak geçmedi mi kalbinizden?
Hayır. Çünkü onu hayal meyal hatırlıyorum. O yıllar benim çocukluğuma rastladı ve sonrasında yasaklı olması, 12 Eylül ortamı, beni Behice Boran’dan uzak kıldı. Ben onu çok daha sonra tanıdım. Behice Abla’yla anneannem çok benzer. Anneannemin yeri benim hayatımda çok önemlidir, müthiş bir insandır. Hukuk fakültesine girmiş ama ailevi sebepler yüzünden bitirememiş. Anneannemin kardeşi ölünce Behice Abla’yla kardeş gibi oldular. İkisi de çok güçlü kadınlardı ve ben güçlü kadın formülünü onlardan aldım. Bu açıdan baktığımda Behice Abla’daki mücadeleci karakter bende de var. Ailemin bir kısmında siyaset fazlaca konuşulmaz ama ben çocukluğumdan beri siyasete çok meraklıydım. Hiç unutmuyorum daha küçücükken TRT’deki siyaset programlarını gözümü kırpmadan izlerdim. Bir çocuğun siyasete ilgi duymayacağı yaşta siyaset programları izliyordum. Dolayısıyla siyasete olan ilgi alakam oradan geliyor. Çok lezzetli tartışmaların yapıldığı programlar olurdu. Şimdiki gibi insanların birbirlerine sırf reyting uğruna bağırıp çağırdığı programlar yapılmazdı. Onlar gerçek anlamda açık oturumlardı.
Büyük teyzeniz Behice Boran, 1981’de Türk vatandaşlığından çıkarıldı. 1987’de ne yazık ki sürgünde öldü. Cenazesi TBMM’den törenle kaldırılırken siz de orada mıydınız?
Hayır, katılmamıştım. 1987 yılında ben Fransa’daydım. Törene aile mensuplarım katıldı. Behice Abla’nın değerini bir mücevher gibi sonradan fark ettim. Onunla bütünleşmem sonradan oldu. Bundan dört sene önce Behice Abla’nın kitaplarını toplamak üzere Beyazıt’taki sahafları dolaşmıştım. Onun partideki konuşmalarının derlendiği kitaplar buldum. İnanıyorum ki hayatımız boyunca onunla çok yakın olmasak da onun pek çok özelliğini içimde taşıyorum.
Avukatına hapisten yazdığı bir mektupta şu itirafı vardır Behice Hanım’ın: “Hayatımda tamamlanmış bitirilmiş bir şey yok. Yarım kalmış hep. Meslek hayatım öyle, politik hayatım öyle, aile hayatım öyle. Hep bir yerde darbe yemiş, yarım kalmış...” Bu yarım kalmışlıklar sizi nasıl etkiledi, sizin hayatınızda da var mıdır böyle eksikler?
Bir dava için mücadele eden herkesin hayatında böyle eksikler oluyor. İnanan insanlar başarılarını buna borçludur. Ne yarım kalmış, ne bütün olmuş bunu değerlendirmek zor. Hayatınızın geri kalanına baktığınızda sizin yarım dediğiniz şeyler başka insanlar için bir bütün oluşturuyor olabilir.
Behice Hanım’la ilgili bir şeyler yapmayı düşünüyor musunuz? Bir kitap yazmayı, bir belgesel çekmeyi, belki bir dizi…
Evet, gerçekten iyi olurdu. Aslında ben Doğan Kitap’la Behice Boran hakkında bir kitap yazmak üzere konuşmalar yapmıştım. Tam projeye ağırlık verecekken onun üniversite öğrencilerinden biri kitap yazdı. Daha teknik bir kitaptı. Sonra bir başka kitap daha yayınlandı. Kafamda hep var olan bir düşünceydi. Ama sanırım beni durduran, 70’li yılları yaşamadığım için o dönemin sol cephesindeki parti yapılarını, yani sol hareketin fragmanlarını algılamakta zorlanır mıyım düşüncesi oldu. Ki hala günümüzde sol partiler kendi içinde öz eleştirisini daha az yapabilen partiler olarak dikkat çekiyor. Haklarında yeni yeni kitaplar yazılmaya başlandı. O dönemlerin ilişkileri üzerine kimse ‘Birbirimizi satmayalım’ düşüncesiyle konuşmuyor. Hesaplaşmalar yapılamıyor. Zaten ne zaman Behice Abla’ya yakın isimlerle konuşmak istediysem bana ‘Anlatacak çok şey var ama şu anda anlatmamak en iyisi’ dediler. ‘Bunu anlatırsak birileriyle kavga etmek zorunda kalırım’ diyenler de oldu. Bu yüzden o dönemi genç bir insanın yazması zor. Yoksa Behice Abla’yla ilgili bir şey yapmayı çok istiyorum.
Bir dizi hazırlansa ve siz de Behice Hanım’ı oysanız…
Ne kadar güzel olur (gülüyor). Keşke, çok sevinirim. Bakın işte öyle bir proje olsa kesin oynarım. Behice Boran için Türkan Saylan’ın dizisi gibi bir dizi neden olmasın, gerçekten çok iyi olur. Özellikle Türkiye’nin siyasi tarihine yön vermiş kadınlar üzerine yazılmış eserlerin sayısı çok az. Bu çok üzüntü verici bir konu.
Televizyonculukta babanız dışında örnek aldığınız, izlediğiniz isimler kimler oldu?
Allah rahmet eylesin Jülide Gülizar hayatımdaki önemli kadınlardan biriydi. Babamın da çok yakın arkadaşları arasındaydı. Beni çok severdi, aramızda sıcak bir ilişki vardı. “Büyüyünce Jülide Gülizar olacağım” derdim (gülüyor). Onun dışında işe ilk başladığım yıllarda röportajın ustası meşhur İtalyan kadın gazeteci Oriana Fallaci vardı. Ona çok özeniyordum. Bunun dışında bütün televizyoncuların hayali olan ’60 Minute’ (60 Dakika) gibi bir program yapabilmeyi, ‘32. Gün’de haber dosyaları hazırlamayı çok isterdim. Yani isimler üzerinden değil de genelde programlar üzerinden bir örnek alma durumum olmuştur.
İlk olarak New York’a gittiniz ve Birleşmiş Milletler’deki Daimi Temsilciliğimiz’de çalıştınız. Türkiye’ye dönüşünüz ve televizyon kameralarıyla tanışmanız nasıl oldu?
Ufuk Güldemir sayesinde oldu. Ben New York’ta kalıp kalkınma programında çalışmayı istiyordum. Kadınlarla ilgili bir projede gönüllü olup Peru’ya gitmek gibi bir düşüncem vardı. Proje ertelenince o yaz Türkiye’ye döndüm. O sıralar Türkiye’de özel televizyonlar kuruluyordu. ‘Burada mı kalsam ve çalışsam?’ diye düşündüm. Tanıdıklar vasıtasıyla Ufuk’la tanıştım. Bana baktı ve ‘Sen bana lazımsın’ dedi. ‘Evet’ dedim ve geçici bir süre için geri dönmek üzere anlaştık. Tabi ki süreç çok daha farklı ilerledi. Ufuk Güldemir sonraki yıllarda magazin haberleri ya da Reha Muhtar tipi haberler dediğimiz haberlerle anılmaya başlandı. Daha farklı bir kimliğe büründü ama onu ilk tanıdığım yıllarda haberciliğiyle, bizi geliştirmesiyle, yetiştirmesiyle, vizyonuyla müthiş biriydi. Mesleğe onunla başlamış olmak benim için büyük bir şanstı. Beni bir ay boyunca sadece cenazelere göndermişti.
Madem konu açıldı, sizin bir de Halkalı Çöplüğü’yle ilgili bir maceranız olmuştu…
Evet, o dönemler sık bir şekilde Halkalı Çöplüğü’ne gidiyordum. Bir ay boyunca her sabah gittim. O sıralar Başbakan Erdoğan, Belediye Başkanı’ydı. Yaptığım haberlere çok kızıyordu. Hatta sonrasında bununla ilgili aramızda bir sohbet geçti. İyi ki cenazelere ve çöp haberlerine gitmişim. Çok faydasını gördüm.
Sizin yurtdışında yaptığınız röportajlarınız da oldu. Mesela, 1997’de Libya Lideri Muammer Kaddafi’yle yaptığınız özel röportaj çok ses getirmişti ve bu röportajla Türkiye Gazeteciler Cemiyeti “Yılın Röportajı” ödülünü aldınız.
O dönem, Erbakan’ın çadırdaki meşhur krizli görüşmesinin hemen sonrasına denk gelmişti. Görüşme yapmak üzere Libya’ya gittim ve resmen çadırın önünde yattım. Sonunda Sirte’deki çadırında görüşme yapmayı başardım.
Çadır sıcak mıydı, kliması var mıydı?
Onu tam olarak çadır gibi düşünmemek gerekiyor. O daha çok şov amaçlı kullandığı bir şey. Kadın korumalarıyla yanıma geldiğinde çok daha gençti. Muammer Kaddafi çok değişik bir adam, zaten onunla röportaj yapmak mümkün değil. Sen ne sorarsan sor o istediği şeyi söylüyor. Kendi bildiğini anlatıyor. Yine de çok açık sözlü biri. O dönem Kürt meselesi üzerinden PKK’ya destek veriyordu. O hassasiyet üzerinden Türkiye’yi vurmaya çalışıyordu. Türkiye’ye üstten bakıyordu.
Libya’da yaşananları siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Libya çok kapalı bir toplum. Onlar 60 senedir aşiret ülkesi ve aşiretlerden oluşuyor. Bütün dünya dönüyor ve Libya duruyor gibi bir halleri var. Zengin bir ülke ama bu zenginlik halka yansımıyor. Bugün gelinen noktadaki gelişmeleri heyecanla izliyorum. Özellikle sosyal medyanın bu konudaki payının çok önemli olduğunu gördük. Kaddafi giderse onun yerine kim gelir ya da nasıl bir yönetim sistemi gelir belli değil. Ama şu kesin ki bu saatten sonra Kaddafi rejiminin Libya’yı yönetmesine imkan yok. Zaten Kaddafi gittiğinde bugünden yarına yönetim değişecek diye bir şey de yok. Bu ülkelerin demokrasi kültürleri hiç olmamış Libya halkının bu konuda yaşanmışlığı yok, dolayısıyla da bu hareketler önemli başlangıçlar ama gidişatın nereye doğru olduğunu göremiyoruz. Gelişmeler yakından izlenmeli ama sonuçta bir Libyalı genç, Fransız gençten farklı olmak istemiyor. Batının müdahalesini de gereksiz görüyorum. Libya’nın yeni bir Afganistan olmasına gerek yok. Bu planlar bana afaki geliyor.
Gelelim CNN Türk’te hazırladığınız ‘Ne Oluyor?’ adlı programa... Diğerleriyle kıyaslarsak programınızın farkı nedir, anlatır mısınız?
Ben bir karar vermek zorundaydım, ya bağırış çağırış iyi reyting getiren ama içi boş tartışmalar yapılan bir program yaparak rakiplerle mücadele edecektim ya da içi dolu konuşmaların yapıldığı bir program yapacaktım. Ben oyumu ikincisinden yana kullandım. Çünkü Türkiye’nin çok önemli meseleleri var. Mesela türbanlı milletvekilleri konusunu konuşuyorsak orada söyleyeceğimiz her lafın, getireceğimiz her konuğun bir ağırlığı olmalı. Bu yüzden ‘Bu kadın bu mesele hakkında iyi bağırır, diğeri de konuyu sonuna kadar gerekirse bağıra çağıra savunur. Haydi biz bunları kapıştıralım’ mantığıyla baktığımız zaman, çok önemli meseleler hakkında incir çekirdeğini doldurmayacak tartışmalar yapıyorsunuz.
Hiç sizin konuklarınız kapışmadı mı?
Mutlaka olmuştur. Ama bunlar fikir kapışması şeklinde oluyor. O başka…
Araya giriyor musunuz?
Fikir kapışmalarında araya girmiyorum. Müdahalem, hakarete varacak ya da saldırgan hitaplar olduğu zaman gerçekleşiyor.
Peki, böyle bir şey oldu mu?
Evet, oldu. Canım son derece sıkıldı ve müdahale ettim. Tartışma adabından uzak insanları sevmiyorum. Ne kadar bilgili olursa olsun bu durum geçerli. Bunun dışında programa çıkardığım konukların diğer televizyon programlarına çıkmamış olmalarına özen gösteriyorum. Yeni konuklar bulup çıkarmaya çalışıyorum.
Her kanala koşan ve ‘Nöbetçi’ şeklinde tanımlanan konuklardan uzak duruyorsunuz.
Ya da kadrolu konuk (Gülüyoruz). Belli davalardaki kadrolu yorumculardan uzak durmaya çalışıyorum. Sonunda bakınca, ortaya güzel bir şeyler çıktığını da düşünüyorum. İlk defa benim çıkardığım bazı konuklar daha sonra başka programlarda da çıkarılmaya başlanıyor. Orada bir şey yakalamış oluyoruz. Türkiye’de fazla insan kaynağı yok, olsa bile kendisini ifade etmek konusunda özgür hissetmiyor. Yeni isimleri piyasaya sürmekten mutluyum, cesur olmaya çalışıyorum. Kimsenin özel hayatına saldırılmadığı sürece her konuya programımda yer vermeye çalışıyorum. Şiddete çağrı yapmasın, desteklemesin yeter. Onun dışında her konu konuşulabilir diye düşünüyorum.
Canlı yayınlar genelde mayın tarlası olarak tanımlanır. Başınızdan geçen ilginç olaylar olmuştur mutlaka...
Yakınlarda bana dava açıldı. Silahlanma konusunda tarafım ve itiraf ediyorum, komisyonda görüşülen silah yasasının çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Programıma ‘ateşli silahlar yasa tasarısı’nın görüşüldüğü komisyonun başkanını çağırdım. Bir de çocuklarını pompalı silahla saldırı sonucu kaybetmiş aileleri çağırdım. O programda mağdur yakını hesap sordu diye AK Partili komisyon başkanı programı terk etti. Oysa o hesap sormuyordu. Düğünde atılan serseri bir kurşunla evladını kaybetmiş bir aileydi ama komisyon başkanının buna tahammülü bile olmadı.
Diğer konuğumun oğlu, bir kız davası yüzünden aynı sınıftaki bir öğrenci tarafından vurulmuş. O gün bugündür acıları dinmemiş. Davalarla uğraşıp durmuşlar. O da programda savcının soruşturmayla ilgili eksikliklerini anlattı. Sonrasında savcı hem bana hem de mağdura kendisini rencide ettiğimiz gerekçesiyle dava açtı. Bunun gibi şeyler yaşıyoruz ama bu işin tadı tuzu diyelim. Dava açıldı ama en azından silah yasa tasarısı kadük oldu ve bu da önemli bir şeydir (Gülüyor)
Şirin Hanım, bizim ekrana çıkan haberci hanımlarımız nedense yakayı, göğüsü biraz açmak zorunda kalıyorlar. Haberle seksapeli birleştirmek reyting için mi önemlidir ve siz nasıl bakıyorsunuz bu olaya?
Çok kötü bakıyorum ve hiçbir şekilde kabul de etmiyorum. Bizler haberciyiz ve o kimlikle oturuyorsak, bu tarz şeylerle gündeme gelmemeliyiz. Tabi ki ekran bakımlı olmayı gerektirir. Güzel bir fizik, saçının bakımlı olması önemli, rüküş olmayacaksın. Ama sunucunun haberin önüne geçecek şekilde dikkat çekmesi hoşuma gitmiyor ve doğru bulmuyorum. İnsanlar beni bacaklarımla değil kafamdakilerle, fikirlerimle, programlarımla değerlendirsinler.
Peki, neden yapılıyor bu tür şeyler, reyting yarışında bir adım öne geçebilmek için mi?
Evet, neden olmasın. Bunda magazin basının da biraz suçu var. Bir ara bacağı, omzu görünen, dekoltesi olan programcıları ve spikerleri bir magazin unsuru haline getirdiler. Magazin unsuru haline gelen şey de bir anda pozitifmiş gibi algılandı ve ekranda böyle bir akım oluştu. Şu sıralar tekrar normale dönüldü, o bir dönemdi. Kısa vadede izlenirliği artıyor ama uzun vadede seni bilinir kılan, ne yaptığın oluyor. Ben zaten haber kanallarının standart reyting ölçümüne girmemesi gerektiğini düşünüyorum. Reyting demek popüler iş demek ve her popüler iş de kaliteli demek değil. Sabun köpüğü işler de var. Çok sayıda haber kanalı var ve dolayısıyla herkesin program yaptığı, herkesin televizyoncu olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Bunlar kirlilik yaratıyor. İzleyici bilgi kirliliğinden sıkıldı. Bu tepkiler bana internet ortamında geliyor. Hatta bu yüzden Twitter, Facebook ya da mail üzerinden bana gelen mesajları bir kitapta toplamayı düşünüyorum. Türkiye’nin nabzını bu mesajlar üzerinden tutabiliyorum. Ortak düşünce, seyircinin popüler girişimlerden bıkmış olması. Daha az reyting olsun ama içi dolu işler yapalım. Çözümün bu olduğuna inanıyorum.
CNN Türk Dış Haberler Müdürü olarak da görev yaptınız. Kadın olarak bunu yapmanın zorlukları neler olmuştu?
Bir dönem yapmıştım. Ama kadın olarak bir avantajım ya da dezavantajım olduğunu hiç düşünmedim. Bence esas değerlendirme ‘Ne kadar iyi ya da kötü habercisin?’ üzerinden yapılıyor. Açıkçası kadın olduğum için zorlanırım ya da bir şeyler kolay olur gibi bir ruh halinde olmadım. Ama tabi ki ben böyle bir ruh halinde değilim diye Türkiye’deki kadınlar da bu konuda rahatlar anlamına gelmesin. Bir röportajımda ‘Erkek ağırlıklı ekrana sinir oluyorum’ demiştim. Mesela şimdi o durum tersine çevrildi. Bu sevindirici bir durum, belki bunda Doğan Grubu’nun başında kadın yöneticiler olmasının payı büyüktür. Yine de Türkiye’deki kadınların ayrımcılık yaşamadığını söylemek doğru olmaz, bunun altını çizmek istiyorum. Mesela seçime girecek partiler aday listelerini açıkladı ve kadınlar yine düzgün ve seçilecek yerlerde değiller. Bir sürü laf salatasından sonra yine aynı noktadayız. Siyasette olsaydım kadın olmanın zorluklarını çekerdim. Bütün dünyada da bu böyle. Mesela Fransa’daki üst düzey kadın yönetici, genel olarak bizden farklı durumda değil. Kadınların yükselmesi konusunda sorun var.
Neden bizde kadın anchor yok? Yetenekli olmadığı için mi, önü kesildiği için mi?
Ona katılmıyorum. Mutlaka olacaktır. Bu soruyu on sene sonra sorarsanız sağlıklı bir yanıt verebileceğimi düşünüyorum. Çünkü anchorluk tecrübe işi. O masada oturan isimler gerilerinde büyük bir tecrübe taşıyorlar. ‘Ben üç günlük televizyoncuyum, haydi anchor olayım’ gibi bir düşünceye de karşıyım. Özel televizyonlarda çalışan isimlerin ilk jenerasyonundayım. Bu sebeple yaş nedeniyle ekrandan uzaklaştırılmazsak bundan beş on sene sonra aramızdan anchor da çıkacak. Anchor koltuğunda oturanlar birikimleri nedeniyle orada bulunuyorlar.
Sizi etkileyen, gözlerinizi sulandıran haberler oluyor mu?
Ağladığım haberler genelde hayvanlara yapılan eziyetlerin bulunduğu görüntüler oluyor. Tabi ki bir de çocuklara yapılan tacizler, tecavüzler ve onların mağduriyetleri gözlerimin dolmasına neden oluyor. Onun dışında siyasi haberler beni ağlatmıyor, üstüne üstlük daha çok sinir basıyor ve bunları nasıl değiştirebilirim diye düşünüyorum. Yani siyasi haberler, mücadele etmek adına beni tahrik ediyor.
İş ortamında Şirin Payzın nasıldır? Heyecanlı mı, telaşlı mı, titiz mi, öfkeli mi?
Bütün şıklar (Gülüyor) Şöyle ki, ben işimle yaşayan bir insanım, o yüzden de işlerin her konuda titizlikle yapılmasını isterim. Hiçbir zaman mesleğimle ilgili olarak heyecanımı kaybetmedim. Yarım yapılan işlere öfkelenirim ama kızgınlığım çabuk geçer. Öfkem işle sınırlıdır ve yönetmenlerle takıştığım olur. Sonuçta bu iş için sürekli bir tartışma ortamında olmanız gerekiyor. Fikir tartışmaları işimizin temelini oluşturuyor. O heyecanın hep birlikte yaşanmasını isterim. Fikir tartışmalarını çok severim, hayatta en sevdiğim şey tartışmadır. Çok fazla sükunet başarıya delalet değildir diye düşünüyorum. Televizyonculukta dakikalarla yarışıyorsunuz.
Elbette sizin hayranlarınız da var. Ama ben aldığınız evlilik tekliflerini merak ediyorum...
(Gülüyor…)
Çok güldüğünüze göre bir hayli teklif alıyorsunuz galiba…
Televizyon cezp edici bir mecra ve mesajlar atanlar da var. Ama tabi ki seyircilerimle öyle bir iletişim içinde değilim. Herkes gibi iltifat aldığımda seviniyorum. Yine de programa iltifat aldığımda, kendime aldığımdan daha çok seviniyorum.
Mesleki açıdan televizyoncunun evli ya da bekar olması başarıyı etkiler mi?
Evli olduğunuz kişiyle ilgili olarak değişir. Benim böyle bir sıkıntım olmadı. Sonuçta bu bir hayat biçimi ve o hayat biçimini kabul etmiş biriyle hayatınızı birleştiriyorsanız bir dezavantajı olmuyor.
Sizin için durum ne?
Benim hiçbir sıkıntım yok. Zaten evli değilim, uzun süreli bir ilişkim var. O beni seyrettiğinde ve değerlendirmelerde bulunduğunda çok mutlu oluyorum. Dolayısıyla beni motive ediyor. Görmediğim ya da gözden kaçırdığım unsurları yakalıyor, beni sorularıyla yönlendiriyor.
Ne güzel, bu anlamda şanslısınız…
Belki öyle ama insanların kendi seçimleri sonucu şanslarını yarattıklarını düşünüyorum.
Nikahınıza gelmeyi isteriz. Evlilik düşünüyor musunuz?
Hayır. Şimdilik böyle iyi gidiyor (Gülüyor).
Program size mutlaka stresler yüklüyor? O stresleri nasıl atıyorsunuz?
Program gece 23.30’da bitiyor ve şirketten çıkmam gece yarısını buluyor. Evime arabamla dönüyorum. Yol boyunca müziği sonuna kadar açıyorum ve eve gidene kadar keyifli bir yarım saat geçiriyorum.
Türkiye’de haberciliğin ve habercilerin en büyük sıkıntısı nedir?
Bence yetişmiş eleman sıkıntısı yaşıyoruz. Teknolojik olarak dünya televizyonlarıyla rekabet edebilecek konumdayız ama eleman konusunda çırak- hoca ilişkimiz biraz zayıf kalıyor. Bu meslekte sabır göstermek ve orta uzun vadede başarıyı yakalamaya çalışmak gerekiyor. Sabahtan akşama kadar ünlü olacağız diye bir şey yok. ‘Kısa yoldan meşhur olayım’ düşüncesi bu mesleğin sıkıntısı. Bu meslekte çok fazla para yatırmak gerekiyor, bunun yanında seyirci memleketin gündeminden bahsetmediğimizden yakınıyor. Bu istekleri karşılamak adına daha fazla hayata giren haberler yapmalıyız. Dolayısıyla sektörün taşları daha yerli yerine oturmadı.
Mehmet Ali Birand gibi sorayım; Sokaktaki insan sizi gördüğünde ne soruyor?
Sokaktaki adam beni çevirip sorular sorduğunda, ülke olarak ne kadar kutuplaştığımızı görüyorum. ‘Şirin Hanım, bir daha o konukları çıkarmayın ya da Şirin Hanım böyle çok iyi devam edin’ gibi dönüşler alıyorum. Zaten programım hakkında hükümet yanlılarının, CHP taraftarlarının ya da İslamcıların yazılar yazması akşam kafamı yastığa rahat koymamı sağlıyor. İyi bir iş yaptığımı düşünüyorum. Programım bittikten sonra izleyicilerden gelen maillerden on tanesine cevap vermeye çalışıyorum, ki halkın nabzını yakalamak çok önemli diye düşünüyorum.
13 Haziran günü size göre Türkiye hangi partinin zaferiyle güne başlayacak, bu konuda bize neler söylemek istersiniz?
AK Parti’nin bu seçimi de kazanacağını düşünüyorum. Ama CHP’nin de eskiye oranla daha güçlü bir şekilde Meclis’e gireceğine inanıyorum. Bence 13 Haziran’dan itibaren anayasa değişikliği gibi Türkiye’nin önemli meselelerini konuşmaya başlayacağız. Yine de bunlar yapılırken Meclis’te AK Parti’nin anayasayı tek başına değiştirebilecek çoğunluğu yakalayacağını düşünmüyorum. Nasıl bir parlamento şekillenecek ona bakmak lazım. CHP’nin yeni yüzleriyle daha güçlü, daha farklı bir parti görünümüyle Meclis’te olacağını düşünüyorum. İçi boş tartışmalarla vakit geçirdik. Artık Türkiye’nin hayati meselelerinin konuşulması ve çözüme ulaştırılması gerekiyor. Hayati meselelerde CHP’nin de fikir üreten bir parti olması gerekiyor. Ki bu anlamda büyük adımlar attılar. Adayları da değişimi simgeliyor, AK Parti de yenilenme gösterdi. Başta da dediğim gibi iktidar partisinin bir dönem daha kalacağını düşünüyorum ama yeni dönemde parlamentonun rengi ve siyasetin gündemi daha farklı olacak.
Yüzde on barajını aşamayacak parti olduğunu düşünüyor musunuz?
Bilmiyorum. Önümüzdeki dönemdeki performanslara bakmak ve onları görmek lazım.
Şirin Hanım, bu sohbet için size Madyaradar okurları adına çok teşekkür ederim. Dilerim, habercilikte belirlediğiniz hedeflere bir gün mutlaka ulaşırsınız...
RÖPORTAJ: YÜKSEL ŞENGÜL
Babam gazeteci olduğu için televizyonla iç içe büyüdüm ve dolayısıyla bir şekilde gazeteci ya da televizyoncu olmak aklıma geliyordu. Babam gazeteden sonra TRT’de çalışmaya başladı ve benim de çocukluğum TRT’de geçti. Açıkçası televizyon hayali kurmadım ama bir şekilde yazıyla haşır neşirdim. Küçüklüğümde dergiler çıkartır, anneme ve babama satardım (gülüyoruz). Bir şekilde kanıma girmiş olmalı.
Babanız Nizam Payzın’ın meslek hayatınızdaki öneminden biraz bahseder misiniz?
Babam TRT adına yurt dışına seyahatlere giderdi. NATO zirvelerinden, önemli devlet büyüklerinin katıldığı toplantılardan haberler bildirirdi. Yaptıklarına çok özenirdim. Çünkü o yıllarda Türkiye’de yurt dışına çıkmak bir hayli zordu. Babamın mesleği o anlamda hoşuma giderdi. Düşünsenize meslek icabı dünyanın pek çok ülkesine gidiyor, tarihi anlara tanıklık ediyorsunuz. Bunlara bakınca babamın getirdiği bir etkileşim mutlaka olmuştur. En azından mesleğimin alt yapısını oluşturmak anlamında etkisinin büyük olduğunu söyleyebilirim.
Baba tarafı Makedonyalı göçmen... Anne tarafı ise Tatar... Kendinizi hangi tarafa daha yakın hissediyorsunuz?
Ben İstanbul doğumluyum ve kendimi hiçbir tarafa yakın hissetmiyorum. İşin komiği, hayatımın en mutlu günlerini Bağdat’ta geçirdim. Güneydoğu’yu çok severim. Üsküp’e ya da Rusya’ya gittiğimde hiçbir şey hissetmedim. Ama Güneydoğu’ya, Mezopotamya topraklarına, Arap ülkelerine gittiğimde ya da Bağdat’ta olduğumda kendimi topraklarımda hissettim (Susup bir süre düşünüyor). Bilmem ki bu durum nasıl açıklanabilir? Kendini nereli hissediyorsun diye soracak olursanız, dünyanın pek çok yerinde iyi hissediyorum. Ama bu yerlerin hiçbiri ailemin kökeniyle ya da onların memleketleriyle ilgili iyi hissetmeler değil.
(Gülüyor, uzun süre bir şey söylemeden düşünüyor) Yani bilmiyorum böyle açıklanabilir mi?
Yani ‘Yaşanmışlıkların olmadığı yere yakın hissediyorum’ deyince…
Tam tersine o yerlerle ilgili yaşanmışlıklarım var. Mesela Atv’de muhabirlik yaptığım yıllarda çok fazla Arap ülkelerine gitme fırsatım oldu. Oraların insanı ve toprağı bir şekilde beni çekiyor. Son birkaç yıldır Uzakdoğu’ya gidiyorum. Ve tıpkı Arap ülkelerinde olduğu gibi oraları da beni etkiliyor. Doğru söylemek gerekirse, kendi hikayemi oluşturduğum ve insanlarıyla iletişim içinde olduğum yerler beni ben hissettiriyor. Yoksa aile tarafımın Üsküplü ya da Tatar olmasının çok fazla bağlayıcılığı yok. Pek çok ülke ve milletle kendimi özdeş hissedebilirim. Galiba o anlamda sınırsızım, sınırlara inanmıyorum.
Bir gün dünyada sınırların kalkacağı söylenir hep…
(Gülüyor) İşte o benim hayalim.
Peki, sınırlar gerçekten kalkar mı ne dersiniz?
Para ve doğal kaynakların paylaşılması gibi durumlar nedeniyle o sınırların kalkması kısa zaman için zor görünüyor. Ama yine de sınırların kafalarda kalkması son derece olası. Hatta sosyal paylaşım sitelerinde yapılan paylaşımlarla insanların organize olması ve tepkilerini koyması büyük önem taşıyor. Çünkü onlar sınırları kaldırıyorlar. Zaten baktığınızda insanların yedikleri, içtikleri, yaşamdaki arzuları, korkuları, hayattan beklentileri farklı değil ki… Taylandlı bir balıkçıyla Norveç’teki bir balık avcısının dili, ten rengi ya da dini dışında farklılığı yok. Ben dünyayı dolaşan ve çok seyahat eden bir insanım, bunları yaptıkça da daha çok insanı hayatıma sokuyor ve sınırsızlığa daha çok inandığımı düşünüyorum.
Etnik çekişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bence farklılık güç ve renk demektir. Dolayısıyla herkes diniyle, milletiyle ya da etnik kökeniyle farklı olabilir. Etnik kökeni nedeniyle herhangi bir insanın ayrımcılığa uğramasını daha üstün daha aşağı ya da daha az eşit olarak görülmesini hiçbir zaman kabul edememişimdir. Bu konuda mazlumun yanında yer alırım. Etnik kökeni yüzünden dışlanan, ezilen ya da mağdur edilen insanların yanında olmaya çaba harcarım. Etnik ayrımcılığın saçma olduğunu düşünüyorum. Bir gün inşallah bu olmayacak. Türkiye’ye etnik köken özelinde baktığımda, etnik farklılığı çok olan ülkenin daha güçlü olduğunu düşünüyorum.
Kürt meselesi için de aynı düşüncede misiniz?
Kürt meselesinde gerçekten tarafım. Programlarımda da Kürt sorunuyla uğraşan, bu meseleye kafa yoran, herkesi ağırlamaya, onların seslerini duyurmalarını ve ortaya fikirlerini koymalarını sağlamaya çalışıyorum. Tabi ki bu, Ermeni, Musevi ve Çerkez vatandaşlarımızı da unuttuğum anlamına gelmiyor. Mesela geçtiğimiz günlerde yaptığım bir programda, Lazları, Çerkezleri, Gürcüleri, Zazaları, Boşnakları ve Makedonya Türklerini bir araya getirdik. Programı yapmadan önce yönetimle uzun süre bunun tartışmasını da yaptık ve benim için en güzel programlardan biri oldu. Kürt meselesini tartıştığımız zaman bize gelen en büyük eleştiri ‘Kürtleri çıkarıyorsunuz ama diğer etnik kimliklere neden yer vermiyorsunuz?’ olmuştu. Ama şunu gördüm ki, onların hikayesi Türkiye’nin hikayesi. Bu ülkeye herkes bir değer katıyor. Çerkez yemeği yiyebilmenin, Lazca bir türkü dinlemenin güzel şeyler olduğunu düşünüyorum.
AK Parti tarafından ‘Kürt açılımı’ başlatıldı. Kimileri de ‘Bu sadece bir laf, altı boş’ dendi, buna katılıyor musunuz? Bu sadece bir adım mı, sizce çözüm sağlayacak mı?
Önemli bir adım olduğunu düşünüyorum. Kürt meselesi Türkiye’nin yakın zamanlarını kilitlemiş konularından bir tanesi oldu. 90’lı yılları sadece kilitlemekle kalmayıp ülkenin pek çok meselesine de derinlemesine işledi. Kürt meselesi, pek çok bilinmeyenle dolu bir kara kutu. Ama konu sadece PKK’yla özdeşleştiriliyor. Oysa ki bu topraklarda Osmanlı’nın son zamanlarında da, Türkiye Cumhuriyeti zamanında da Kürt sorunundan söz etmek mümkün. Dolayısıyla ikisinin ayrıştırılması gerekiyor. PKK başka, Kürt meselesi başka bir şey. Hükümetin bu konuda cesaretli davrandığını düşünüyorum. Belki her şeyi doğru yapmadı ama…
Gerçekten de Kürt ve PKK meselesi ayrı başlıklar mı?
PKK, Kürt sorununun doğurduğu bir sonuçtur, sebep değildir. Aslında ayrıştırmayı başarabilmeliyiz. Bunu başardığımız zaman sağlıklı konuşmayı da başarabileceğiz. Ne zaman bir gazeteci arkadaşım Kürt meselesiyle ilgili yazıp çizse örgüt mensubu muamelesi görüyordu. Kürtlerin bile kendi içinde muhalefet yaratma sorunu vardı. Hükümetin bu konuda yaptığı en iyi şey ne derseniz, bu meselenin tartışılabilirliğinin önünü açtı derim. Devamı istedikleri gibi gelmedi ve bu meseleyi din üzerinden çözmeye çalıştılar. Ama şu bir gerçek ki bugün Kürtler arasında bile farklı gruplar tartışıp konuşabiliyorsa, bu hükümet ve Kürt sorunu anlamında artı bir puandır.
Bir haberci gözüyle sizce nasıl bir çözüm olabilir?
‘Bu işin formülü budur’ demek çok zor. Öncelikli olarak bu ülkeyi rahatlatmak gerekiyor ki, konuşmaya başladıkça bu konuda rahatlamaya başladığımızı görüyorum. İki taraf da yıllar yılı dogmalar üzerinden ilerlemiş ve biz Kürt meselesini savunan herkese kötü gözle bakmışız. Kürtler cephesinden baktığımızda, ‘Her Türk bize faşizan yaklaşır’ diye bakmışlar. Bu duvarların yıkılması çok önemli. Kürt hareketi kendi içinde muhalifler çıkarıyor ve kendine tartışma ortamları yaratıyor. Bu da sorunların çözümü anlamında önemli adımlar. Farklı fikirler dile getirilmeli, Öcalan’a karşı sesler de yükselmeli. Kürtlerin Meclis’te mutlaka temsil edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Kürt parlamentocular Meclis’te olmalı, BDP Meclis’e girmeli. BDP her şeyi Kürt meselesine bağlamadan Türkiye’nin meselelerini de tartışan bir parti olması gerektiğini düşünüyorum. Milliyetçi değil de Türkiye’nin bir partisi olarak orada olması gerekiyor.
Anneannenizin kuzeni büyük teyzeniz Behice Boran... Türkiye’de bir siyasi partiye genel başkan olan ilk kadındı kendisi.
Çok önemli bir siyasi kimliktir ve ne acıdır ki yeni yeni tanınıyor.
Gençlerimiz geçmişe çok mu kapalı yaşıyorlar?
Ah, 12 Eylül (Gülüyor)… Apolitizeler.
Behice Boran müthiş mücadeleci, sabırlı ve dirençliydi. Onu izlemek, onun gibi siyaset yapmak geçmedi mi kalbinizden?
Hayır. Çünkü onu hayal meyal hatırlıyorum. O yıllar benim çocukluğuma rastladı ve sonrasında yasaklı olması, 12 Eylül ortamı, beni Behice Boran’dan uzak kıldı. Ben onu çok daha sonra tanıdım. Behice Abla’yla anneannem çok benzer. Anneannemin yeri benim hayatımda çok önemlidir, müthiş bir insandır. Hukuk fakültesine girmiş ama ailevi sebepler yüzünden bitirememiş. Anneannemin kardeşi ölünce Behice Abla’yla kardeş gibi oldular. İkisi de çok güçlü kadınlardı ve ben güçlü kadın formülünü onlardan aldım. Bu açıdan baktığımda Behice Abla’daki mücadeleci karakter bende de var. Ailemin bir kısmında siyaset fazlaca konuşulmaz ama ben çocukluğumdan beri siyasete çok meraklıydım. Hiç unutmuyorum daha küçücükken TRT’deki siyaset programlarını gözümü kırpmadan izlerdim. Bir çocuğun siyasete ilgi duymayacağı yaşta siyaset programları izliyordum. Dolayısıyla siyasete olan ilgi alakam oradan geliyor. Çok lezzetli tartışmaların yapıldığı programlar olurdu. Şimdiki gibi insanların birbirlerine sırf reyting uğruna bağırıp çağırdığı programlar yapılmazdı. Onlar gerçek anlamda açık oturumlardı.
Büyük teyzeniz Behice Boran, 1981’de Türk vatandaşlığından çıkarıldı. 1987’de ne yazık ki sürgünde öldü. Cenazesi TBMM’den törenle kaldırılırken siz de orada mıydınız?
Hayır, katılmamıştım. 1987 yılında ben Fransa’daydım. Törene aile mensuplarım katıldı. Behice Abla’nın değerini bir mücevher gibi sonradan fark ettim. Onunla bütünleşmem sonradan oldu. Bundan dört sene önce Behice Abla’nın kitaplarını toplamak üzere Beyazıt’taki sahafları dolaşmıştım. Onun partideki konuşmalarının derlendiği kitaplar buldum. İnanıyorum ki hayatımız boyunca onunla çok yakın olmasak da onun pek çok özelliğini içimde taşıyorum.
Avukatına hapisten yazdığı bir mektupta şu itirafı vardır Behice Hanım’ın: “Hayatımda tamamlanmış bitirilmiş bir şey yok. Yarım kalmış hep. Meslek hayatım öyle, politik hayatım öyle, aile hayatım öyle. Hep bir yerde darbe yemiş, yarım kalmış...” Bu yarım kalmışlıklar sizi nasıl etkiledi, sizin hayatınızda da var mıdır böyle eksikler?
Bir dava için mücadele eden herkesin hayatında böyle eksikler oluyor. İnanan insanlar başarılarını buna borçludur. Ne yarım kalmış, ne bütün olmuş bunu değerlendirmek zor. Hayatınızın geri kalanına baktığınızda sizin yarım dediğiniz şeyler başka insanlar için bir bütün oluşturuyor olabilir.
Evet, gerçekten iyi olurdu. Aslında ben Doğan Kitap’la Behice Boran hakkında bir kitap yazmak üzere konuşmalar yapmıştım. Tam projeye ağırlık verecekken onun üniversite öğrencilerinden biri kitap yazdı. Daha teknik bir kitaptı. Sonra bir başka kitap daha yayınlandı. Kafamda hep var olan bir düşünceydi. Ama sanırım beni durduran, 70’li yılları yaşamadığım için o dönemin sol cephesindeki parti yapılarını, yani sol hareketin fragmanlarını algılamakta zorlanır mıyım düşüncesi oldu. Ki hala günümüzde sol partiler kendi içinde öz eleştirisini daha az yapabilen partiler olarak dikkat çekiyor. Haklarında yeni yeni kitaplar yazılmaya başlandı. O dönemlerin ilişkileri üzerine kimse ‘Birbirimizi satmayalım’ düşüncesiyle konuşmuyor. Hesaplaşmalar yapılamıyor. Zaten ne zaman Behice Abla’ya yakın isimlerle konuşmak istediysem bana ‘Anlatacak çok şey var ama şu anda anlatmamak en iyisi’ dediler. ‘Bunu anlatırsak birileriyle kavga etmek zorunda kalırım’ diyenler de oldu. Bu yüzden o dönemi genç bir insanın yazması zor. Yoksa Behice Abla’yla ilgili bir şey yapmayı çok istiyorum.
Bir dizi hazırlansa ve siz de Behice Hanım’ı oysanız…
Ne kadar güzel olur (gülüyor). Keşke, çok sevinirim. Bakın işte öyle bir proje olsa kesin oynarım. Behice Boran için Türkan Saylan’ın dizisi gibi bir dizi neden olmasın, gerçekten çok iyi olur. Özellikle Türkiye’nin siyasi tarihine yön vermiş kadınlar üzerine yazılmış eserlerin sayısı çok az. Bu çok üzüntü verici bir konu.
Televizyonculukta babanız dışında örnek aldığınız, izlediğiniz isimler kimler oldu?
Allah rahmet eylesin Jülide Gülizar hayatımdaki önemli kadınlardan biriydi. Babamın da çok yakın arkadaşları arasındaydı. Beni çok severdi, aramızda sıcak bir ilişki vardı. “Büyüyünce Jülide Gülizar olacağım” derdim (gülüyor). Onun dışında işe ilk başladığım yıllarda röportajın ustası meşhur İtalyan kadın gazeteci Oriana Fallaci vardı. Ona çok özeniyordum. Bunun dışında bütün televizyoncuların hayali olan ’60 Minute’ (60 Dakika) gibi bir program yapabilmeyi, ‘32. Gün’de haber dosyaları hazırlamayı çok isterdim. Yani isimler üzerinden değil de genelde programlar üzerinden bir örnek alma durumum olmuştur.
İlk olarak New York’a gittiniz ve Birleşmiş Milletler’deki Daimi Temsilciliğimiz’de çalıştınız. Türkiye’ye dönüşünüz ve televizyon kameralarıyla tanışmanız nasıl oldu?
Ufuk Güldemir sayesinde oldu. Ben New York’ta kalıp kalkınma programında çalışmayı istiyordum. Kadınlarla ilgili bir projede gönüllü olup Peru’ya gitmek gibi bir düşüncem vardı. Proje ertelenince o yaz Türkiye’ye döndüm. O sıralar Türkiye’de özel televizyonlar kuruluyordu. ‘Burada mı kalsam ve çalışsam?’ diye düşündüm. Tanıdıklar vasıtasıyla Ufuk’la tanıştım. Bana baktı ve ‘Sen bana lazımsın’ dedi. ‘Evet’ dedim ve geçici bir süre için geri dönmek üzere anlaştık. Tabi ki süreç çok daha farklı ilerledi. Ufuk Güldemir sonraki yıllarda magazin haberleri ya da Reha Muhtar tipi haberler dediğimiz haberlerle anılmaya başlandı. Daha farklı bir kimliğe büründü ama onu ilk tanıdığım yıllarda haberciliğiyle, bizi geliştirmesiyle, yetiştirmesiyle, vizyonuyla müthiş biriydi. Mesleğe onunla başlamış olmak benim için büyük bir şanstı. Beni bir ay boyunca sadece cenazelere göndermişti.
Madem konu açıldı, sizin bir de Halkalı Çöplüğü’yle ilgili bir maceranız olmuştu…
Evet, o dönemler sık bir şekilde Halkalı Çöplüğü’ne gidiyordum. Bir ay boyunca her sabah gittim. O sıralar Başbakan Erdoğan, Belediye Başkanı’ydı. Yaptığım haberlere çok kızıyordu. Hatta sonrasında bununla ilgili aramızda bir sohbet geçti. İyi ki cenazelere ve çöp haberlerine gitmişim. Çok faydasını gördüm.
Sizin yurtdışında yaptığınız röportajlarınız da oldu. Mesela, 1997’de Libya Lideri Muammer Kaddafi’yle yaptığınız özel röportaj çok ses getirmişti ve bu röportajla Türkiye Gazeteciler Cemiyeti “Yılın Röportajı” ödülünü aldınız.
O dönem, Erbakan’ın çadırdaki meşhur krizli görüşmesinin hemen sonrasına denk gelmişti. Görüşme yapmak üzere Libya’ya gittim ve resmen çadırın önünde yattım. Sonunda Sirte’deki çadırında görüşme yapmayı başardım.
Çadır sıcak mıydı, kliması var mıydı?
Onu tam olarak çadır gibi düşünmemek gerekiyor. O daha çok şov amaçlı kullandığı bir şey. Kadın korumalarıyla yanıma geldiğinde çok daha gençti. Muammer Kaddafi çok değişik bir adam, zaten onunla röportaj yapmak mümkün değil. Sen ne sorarsan sor o istediği şeyi söylüyor. Kendi bildiğini anlatıyor. Yine de çok açık sözlü biri. O dönem Kürt meselesi üzerinden PKK’ya destek veriyordu. O hassasiyet üzerinden Türkiye’yi vurmaya çalışıyordu. Türkiye’ye üstten bakıyordu.
Libya’da yaşananları siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Libya çok kapalı bir toplum. Onlar 60 senedir aşiret ülkesi ve aşiretlerden oluşuyor. Bütün dünya dönüyor ve Libya duruyor gibi bir halleri var. Zengin bir ülke ama bu zenginlik halka yansımıyor. Bugün gelinen noktadaki gelişmeleri heyecanla izliyorum. Özellikle sosyal medyanın bu konudaki payının çok önemli olduğunu gördük. Kaddafi giderse onun yerine kim gelir ya da nasıl bir yönetim sistemi gelir belli değil. Ama şu kesin ki bu saatten sonra Kaddafi rejiminin Libya’yı yönetmesine imkan yok. Zaten Kaddafi gittiğinde bugünden yarına yönetim değişecek diye bir şey de yok. Bu ülkelerin demokrasi kültürleri hiç olmamış Libya halkının bu konuda yaşanmışlığı yok, dolayısıyla da bu hareketler önemli başlangıçlar ama gidişatın nereye doğru olduğunu göremiyoruz. Gelişmeler yakından izlenmeli ama sonuçta bir Libyalı genç, Fransız gençten farklı olmak istemiyor. Batının müdahalesini de gereksiz görüyorum. Libya’nın yeni bir Afganistan olmasına gerek yok. Bu planlar bana afaki geliyor.
Gelelim CNN Türk’te hazırladığınız ‘Ne Oluyor?’ adlı programa... Diğerleriyle kıyaslarsak programınızın farkı nedir, anlatır mısınız?
Ben bir karar vermek zorundaydım, ya bağırış çağırış iyi reyting getiren ama içi boş tartışmalar yapılan bir program yaparak rakiplerle mücadele edecektim ya da içi dolu konuşmaların yapıldığı bir program yapacaktım. Ben oyumu ikincisinden yana kullandım. Çünkü Türkiye’nin çok önemli meseleleri var. Mesela türbanlı milletvekilleri konusunu konuşuyorsak orada söyleyeceğimiz her lafın, getireceğimiz her konuğun bir ağırlığı olmalı. Bu yüzden ‘Bu kadın bu mesele hakkında iyi bağırır, diğeri de konuyu sonuna kadar gerekirse bağıra çağıra savunur. Haydi biz bunları kapıştıralım’ mantığıyla baktığımız zaman, çok önemli meseleler hakkında incir çekirdeğini doldurmayacak tartışmalar yapıyorsunuz.
Hiç sizin konuklarınız kapışmadı mı?
Mutlaka olmuştur. Ama bunlar fikir kapışması şeklinde oluyor. O başka…
Araya giriyor musunuz?
Fikir kapışmalarında araya girmiyorum. Müdahalem, hakarete varacak ya da saldırgan hitaplar olduğu zaman gerçekleşiyor.
Peki, böyle bir şey oldu mu?
Evet, oldu. Canım son derece sıkıldı ve müdahale ettim. Tartışma adabından uzak insanları sevmiyorum. Ne kadar bilgili olursa olsun bu durum geçerli. Bunun dışında programa çıkardığım konukların diğer televizyon programlarına çıkmamış olmalarına özen gösteriyorum. Yeni konuklar bulup çıkarmaya çalışıyorum.
Her kanala koşan ve ‘Nöbetçi’ şeklinde tanımlanan konuklardan uzak duruyorsunuz.
Ya da kadrolu konuk (Gülüyoruz). Belli davalardaki kadrolu yorumculardan uzak durmaya çalışıyorum. Sonunda bakınca, ortaya güzel bir şeyler çıktığını da düşünüyorum. İlk defa benim çıkardığım bazı konuklar daha sonra başka programlarda da çıkarılmaya başlanıyor. Orada bir şey yakalamış oluyoruz. Türkiye’de fazla insan kaynağı yok, olsa bile kendisini ifade etmek konusunda özgür hissetmiyor. Yeni isimleri piyasaya sürmekten mutluyum, cesur olmaya çalışıyorum. Kimsenin özel hayatına saldırılmadığı sürece her konuya programımda yer vermeye çalışıyorum. Şiddete çağrı yapmasın, desteklemesin yeter. Onun dışında her konu konuşulabilir diye düşünüyorum.
Canlı yayınlar genelde mayın tarlası olarak tanımlanır. Başınızdan geçen ilginç olaylar olmuştur mutlaka...
Yakınlarda bana dava açıldı. Silahlanma konusunda tarafım ve itiraf ediyorum, komisyonda görüşülen silah yasasının çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Programıma ‘ateşli silahlar yasa tasarısı’nın görüşüldüğü komisyonun başkanını çağırdım. Bir de çocuklarını pompalı silahla saldırı sonucu kaybetmiş aileleri çağırdım. O programda mağdur yakını hesap sordu diye AK Partili komisyon başkanı programı terk etti. Oysa o hesap sormuyordu. Düğünde atılan serseri bir kurşunla evladını kaybetmiş bir aileydi ama komisyon başkanının buna tahammülü bile olmadı.
Diğer konuğumun oğlu, bir kız davası yüzünden aynı sınıftaki bir öğrenci tarafından vurulmuş. O gün bugündür acıları dinmemiş. Davalarla uğraşıp durmuşlar. O da programda savcının soruşturmayla ilgili eksikliklerini anlattı. Sonrasında savcı hem bana hem de mağdura kendisini rencide ettiğimiz gerekçesiyle dava açtı. Bunun gibi şeyler yaşıyoruz ama bu işin tadı tuzu diyelim. Dava açıldı ama en azından silah yasa tasarısı kadük oldu ve bu da önemli bir şeydir (Gülüyor)
Çok kötü bakıyorum ve hiçbir şekilde kabul de etmiyorum. Bizler haberciyiz ve o kimlikle oturuyorsak, bu tarz şeylerle gündeme gelmemeliyiz. Tabi ki ekran bakımlı olmayı gerektirir. Güzel bir fizik, saçının bakımlı olması önemli, rüküş olmayacaksın. Ama sunucunun haberin önüne geçecek şekilde dikkat çekmesi hoşuma gitmiyor ve doğru bulmuyorum. İnsanlar beni bacaklarımla değil kafamdakilerle, fikirlerimle, programlarımla değerlendirsinler.
Peki, neden yapılıyor bu tür şeyler, reyting yarışında bir adım öne geçebilmek için mi?
Evet, neden olmasın. Bunda magazin basının da biraz suçu var. Bir ara bacağı, omzu görünen, dekoltesi olan programcıları ve spikerleri bir magazin unsuru haline getirdiler. Magazin unsuru haline gelen şey de bir anda pozitifmiş gibi algılandı ve ekranda böyle bir akım oluştu. Şu sıralar tekrar normale dönüldü, o bir dönemdi. Kısa vadede izlenirliği artıyor ama uzun vadede seni bilinir kılan, ne yaptığın oluyor. Ben zaten haber kanallarının standart reyting ölçümüne girmemesi gerektiğini düşünüyorum. Reyting demek popüler iş demek ve her popüler iş de kaliteli demek değil. Sabun köpüğü işler de var. Çok sayıda haber kanalı var ve dolayısıyla herkesin program yaptığı, herkesin televizyoncu olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Bunlar kirlilik yaratıyor. İzleyici bilgi kirliliğinden sıkıldı. Bu tepkiler bana internet ortamında geliyor. Hatta bu yüzden Twitter, Facebook ya da mail üzerinden bana gelen mesajları bir kitapta toplamayı düşünüyorum. Türkiye’nin nabzını bu mesajlar üzerinden tutabiliyorum. Ortak düşünce, seyircinin popüler girişimlerden bıkmış olması. Daha az reyting olsun ama içi dolu işler yapalım. Çözümün bu olduğuna inanıyorum.
CNN Türk Dış Haberler Müdürü olarak da görev yaptınız. Kadın olarak bunu yapmanın zorlukları neler olmuştu?
Bir dönem yapmıştım. Ama kadın olarak bir avantajım ya da dezavantajım olduğunu hiç düşünmedim. Bence esas değerlendirme ‘Ne kadar iyi ya da kötü habercisin?’ üzerinden yapılıyor. Açıkçası kadın olduğum için zorlanırım ya da bir şeyler kolay olur gibi bir ruh halinde olmadım. Ama tabi ki ben böyle bir ruh halinde değilim diye Türkiye’deki kadınlar da bu konuda rahatlar anlamına gelmesin. Bir röportajımda ‘Erkek ağırlıklı ekrana sinir oluyorum’ demiştim. Mesela şimdi o durum tersine çevrildi. Bu sevindirici bir durum, belki bunda Doğan Grubu’nun başında kadın yöneticiler olmasının payı büyüktür. Yine de Türkiye’deki kadınların ayrımcılık yaşamadığını söylemek doğru olmaz, bunun altını çizmek istiyorum. Mesela seçime girecek partiler aday listelerini açıkladı ve kadınlar yine düzgün ve seçilecek yerlerde değiller. Bir sürü laf salatasından sonra yine aynı noktadayız. Siyasette olsaydım kadın olmanın zorluklarını çekerdim. Bütün dünyada da bu böyle. Mesela Fransa’daki üst düzey kadın yönetici, genel olarak bizden farklı durumda değil. Kadınların yükselmesi konusunda sorun var.
Neden bizde kadın anchor yok? Yetenekli olmadığı için mi, önü kesildiği için mi?
Ona katılmıyorum. Mutlaka olacaktır. Bu soruyu on sene sonra sorarsanız sağlıklı bir yanıt verebileceğimi düşünüyorum. Çünkü anchorluk tecrübe işi. O masada oturan isimler gerilerinde büyük bir tecrübe taşıyorlar. ‘Ben üç günlük televizyoncuyum, haydi anchor olayım’ gibi bir düşünceye de karşıyım. Özel televizyonlarda çalışan isimlerin ilk jenerasyonundayım. Bu sebeple yaş nedeniyle ekrandan uzaklaştırılmazsak bundan beş on sene sonra aramızdan anchor da çıkacak. Anchor koltuğunda oturanlar birikimleri nedeniyle orada bulunuyorlar.
Sizi etkileyen, gözlerinizi sulandıran haberler oluyor mu?
Ağladığım haberler genelde hayvanlara yapılan eziyetlerin bulunduğu görüntüler oluyor. Tabi ki bir de çocuklara yapılan tacizler, tecavüzler ve onların mağduriyetleri gözlerimin dolmasına neden oluyor. Onun dışında siyasi haberler beni ağlatmıyor, üstüne üstlük daha çok sinir basıyor ve bunları nasıl değiştirebilirim diye düşünüyorum. Yani siyasi haberler, mücadele etmek adına beni tahrik ediyor.
İş ortamında Şirin Payzın nasıldır? Heyecanlı mı, telaşlı mı, titiz mi, öfkeli mi?
Bütün şıklar (Gülüyor) Şöyle ki, ben işimle yaşayan bir insanım, o yüzden de işlerin her konuda titizlikle yapılmasını isterim. Hiçbir zaman mesleğimle ilgili olarak heyecanımı kaybetmedim. Yarım yapılan işlere öfkelenirim ama kızgınlığım çabuk geçer. Öfkem işle sınırlıdır ve yönetmenlerle takıştığım olur. Sonuçta bu iş için sürekli bir tartışma ortamında olmanız gerekiyor. Fikir tartışmaları işimizin temelini oluşturuyor. O heyecanın hep birlikte yaşanmasını isterim. Fikir tartışmalarını çok severim, hayatta en sevdiğim şey tartışmadır. Çok fazla sükunet başarıya delalet değildir diye düşünüyorum. Televizyonculukta dakikalarla yarışıyorsunuz.
Elbette sizin hayranlarınız da var. Ama ben aldığınız evlilik tekliflerini merak ediyorum...
(Gülüyor…)
Çok güldüğünüze göre bir hayli teklif alıyorsunuz galiba…
Televizyon cezp edici bir mecra ve mesajlar atanlar da var. Ama tabi ki seyircilerimle öyle bir iletişim içinde değilim. Herkes gibi iltifat aldığımda seviniyorum. Yine de programa iltifat aldığımda, kendime aldığımdan daha çok seviniyorum.
Mesleki açıdan televizyoncunun evli ya da bekar olması başarıyı etkiler mi?
Evli olduğunuz kişiyle ilgili olarak değişir. Benim böyle bir sıkıntım olmadı. Sonuçta bu bir hayat biçimi ve o hayat biçimini kabul etmiş biriyle hayatınızı birleştiriyorsanız bir dezavantajı olmuyor.
Sizin için durum ne?
Benim hiçbir sıkıntım yok. Zaten evli değilim, uzun süreli bir ilişkim var. O beni seyrettiğinde ve değerlendirmelerde bulunduğunda çok mutlu oluyorum. Dolayısıyla beni motive ediyor. Görmediğim ya da gözden kaçırdığım unsurları yakalıyor, beni sorularıyla yönlendiriyor.
Ne güzel, bu anlamda şanslısınız…
Belki öyle ama insanların kendi seçimleri sonucu şanslarını yarattıklarını düşünüyorum.
Nikahınıza gelmeyi isteriz. Evlilik düşünüyor musunuz?
Hayır. Şimdilik böyle iyi gidiyor (Gülüyor).
Program size mutlaka stresler yüklüyor? O stresleri nasıl atıyorsunuz?
Program gece 23.30’da bitiyor ve şirketten çıkmam gece yarısını buluyor. Evime arabamla dönüyorum. Yol boyunca müziği sonuna kadar açıyorum ve eve gidene kadar keyifli bir yarım saat geçiriyorum.
Türkiye’de haberciliğin ve habercilerin en büyük sıkıntısı nedir?
Bence yetişmiş eleman sıkıntısı yaşıyoruz. Teknolojik olarak dünya televizyonlarıyla rekabet edebilecek konumdayız ama eleman konusunda çırak- hoca ilişkimiz biraz zayıf kalıyor. Bu meslekte sabır göstermek ve orta uzun vadede başarıyı yakalamaya çalışmak gerekiyor. Sabahtan akşama kadar ünlü olacağız diye bir şey yok. ‘Kısa yoldan meşhur olayım’ düşüncesi bu mesleğin sıkıntısı. Bu meslekte çok fazla para yatırmak gerekiyor, bunun yanında seyirci memleketin gündeminden bahsetmediğimizden yakınıyor. Bu istekleri karşılamak adına daha fazla hayata giren haberler yapmalıyız. Dolayısıyla sektörün taşları daha yerli yerine oturmadı.
Mehmet Ali Birand gibi sorayım; Sokaktaki insan sizi gördüğünde ne soruyor?
Sokaktaki adam beni çevirip sorular sorduğunda, ülke olarak ne kadar kutuplaştığımızı görüyorum. ‘Şirin Hanım, bir daha o konukları çıkarmayın ya da Şirin Hanım böyle çok iyi devam edin’ gibi dönüşler alıyorum. Zaten programım hakkında hükümet yanlılarının, CHP taraftarlarının ya da İslamcıların yazılar yazması akşam kafamı yastığa rahat koymamı sağlıyor. İyi bir iş yaptığımı düşünüyorum. Programım bittikten sonra izleyicilerden gelen maillerden on tanesine cevap vermeye çalışıyorum, ki halkın nabzını yakalamak çok önemli diye düşünüyorum.
13 Haziran günü size göre Türkiye hangi partinin zaferiyle güne başlayacak, bu konuda bize neler söylemek istersiniz?
AK Parti’nin bu seçimi de kazanacağını düşünüyorum. Ama CHP’nin de eskiye oranla daha güçlü bir şekilde Meclis’e gireceğine inanıyorum. Bence 13 Haziran’dan itibaren anayasa değişikliği gibi Türkiye’nin önemli meselelerini konuşmaya başlayacağız. Yine de bunlar yapılırken Meclis’te AK Parti’nin anayasayı tek başına değiştirebilecek çoğunluğu yakalayacağını düşünmüyorum. Nasıl bir parlamento şekillenecek ona bakmak lazım. CHP’nin yeni yüzleriyle daha güçlü, daha farklı bir parti görünümüyle Meclis’te olacağını düşünüyorum. İçi boş tartışmalarla vakit geçirdik. Artık Türkiye’nin hayati meselelerinin konuşulması ve çözüme ulaştırılması gerekiyor. Hayati meselelerde CHP’nin de fikir üreten bir parti olması gerekiyor. Ki bu anlamda büyük adımlar attılar. Adayları da değişimi simgeliyor, AK Parti de yenilenme gösterdi. Başta da dediğim gibi iktidar partisinin bir dönem daha kalacağını düşünüyorum ama yeni dönemde parlamentonun rengi ve siyasetin gündemi daha farklı olacak.
Yüzde on barajını aşamayacak parti olduğunu düşünüyor musunuz?
Bilmiyorum. Önümüzdeki dönemdeki performanslara bakmak ve onları görmek lazım.
Şirin Hanım, bu sohbet için size Madyaradar okurları adına çok teşekkür ederim. Dilerim, habercilikte belirlediğiniz hedeflere bir gün mutlaka ulaşırsınız...
RÖPORTAJ: YÜKSEL ŞENGÜL