Can Dündar'dan Yaşar Kemal yazısı: Işığın türkücüsü öldü!
Can Dündar: Sönen yanardağımızın küllerinden, Yaşar Kemal’in köyü gibi bir yeryüzü doğsun
Can Dündar, Yaşar Kemal'i hayata veda etmesinin ardından biir yazı kaleme aldı. İşte o yazı:
Bir yanardağ söndü.
Devrildi bir çınar; ışığın türkücüsü öldü.
Sadece Çukurova değil, ölüm orucundaki tutsak, pamuk tarlasındaki ırgat, gecekondudaki Roman, ayazda sabahlayan çocuk da dağdaki eşkıya da yetim kaldı.
Kütüphanelerimizin üstüne bir kara bulut indi.
Yer Yaşar, gök Kemal şimdi…
***
2000’de, yeni binyılın kundağında ölmeye yatmış direnişçilerin başucunda dikkatle izlemiştim onu…
Açlık grevleriyle sarsılan Bayrampaşa Cezaevi’nde, tutsaklarla hükümet arasında temas sürdüren heyette birlikteydik.
Azrail’e meydan okuyan eylemciler, koğuşa giren Yaşar Kemal’in “Sizi dinlemeye geldik çocuklar” diyen gür sesini duyunca, bir deri bir kemik kalmış bedenleriyle yerlerinden doğrulmaya çabalamıştı, son bir gayretle…
Sonra onların taleplerini, cezaevi telefonundan Adalet Bakanı’na aktarmıştı Yaşar Kemal; “Kulak verin bu çocuklara” demişti.
Haksızlığa kabaran kulaktı o; zulme saldıran dil, yüreğimize can üfleyen nefesti.
Bizi bir arada tutan nadir bağlardan biriydi.
***
1995’te, “Zulmün artsın ki zevalin çabuk gelsin” diye iktidara kafa tutup mahkemeye düştüğünde de, yazısının altına imzamızı koymuş, onunla aynı mahkemede yargılanmıştık.
“Dik duruş” neymiş, orada görmüştüm.
Konuştukça, tepedeki mahkeme heyeti yere inmiş, O, gür sesi, heybeti ve cesaretiyle, yargılayanların koltuğuna kurulmuştu.
Nebil’in yazısında hatırlattığı gibi, korkmaz değildi; “İnsanların en korkağıyım. Kahramanlardan nefret ederim. Ama insanın bir özelliği de korkuyu yenebilmesidir” derdi.
Biz, korkumuzu onunla yendik.
***
İki sene evvel, Çukurova’yla vedalaşmaya gittiğinde de beraberdik.
Çocukluk arkadaşı Sarı Veli’yle iki yaşlı ağaç gibi birbirlerine dolanışlarına tanıklık ettik.
Babası “Van muhaciri Hacıoğlu Sadık”ın mezarını ziyaret ettik.
Toprağının insanlarının arasında yeniden “Kemal Sadık Göğçeli” oluşuna gıpta ettik.
Bir çınarın gölgesinde çocukluğundan, arkadaşlarından, Cumhuriyet günlerinden, yitip giden isimlerden bahsettik.
Ömrü boyunca yazmıştı.
“İpe çekeceklerini bilse de” yazmıştı.
Öyle çok, öyle derin, öyle güzel yazmıştı ki dünyada okunmadık dil, dokunmadık yürek bırakmamıştı.
Adana’da kendi adını taşıyan kültür merkezinin açılışına gelen yoldaşlarına seslenirken, “Biz” dedi:
“…burada hep bir arada ve mesut yaşadık. Herkes bunu dinlesin: Bütün Türkiye benim köyüm gibi olsun.”
Vasiyetiydi bu...
Son arzusu, son çağrısı, son türküsü oldu.
Onun, uğruna bir ömür harcadığı bu hasret, boynumuza borç olsun:
Sönen yanardağımızın küllerinden, Yaşar Kemal’in köyü gibi bir yeryüzü doğsun.
Bir yanardağ söndü.
Devrildi bir çınar; ışığın türkücüsü öldü.
Sadece Çukurova değil, ölüm orucundaki tutsak, pamuk tarlasındaki ırgat, gecekondudaki Roman, ayazda sabahlayan çocuk da dağdaki eşkıya da yetim kaldı.
Kütüphanelerimizin üstüne bir kara bulut indi.
Yer Yaşar, gök Kemal şimdi…
***
2000’de, yeni binyılın kundağında ölmeye yatmış direnişçilerin başucunda dikkatle izlemiştim onu…
Açlık grevleriyle sarsılan Bayrampaşa Cezaevi’nde, tutsaklarla hükümet arasında temas sürdüren heyette birlikteydik.
Azrail’e meydan okuyan eylemciler, koğuşa giren Yaşar Kemal’in “Sizi dinlemeye geldik çocuklar” diyen gür sesini duyunca, bir deri bir kemik kalmış bedenleriyle yerlerinden doğrulmaya çabalamıştı, son bir gayretle…
Sonra onların taleplerini, cezaevi telefonundan Adalet Bakanı’na aktarmıştı Yaşar Kemal; “Kulak verin bu çocuklara” demişti.
Haksızlığa kabaran kulaktı o; zulme saldıran dil, yüreğimize can üfleyen nefesti.
Bizi bir arada tutan nadir bağlardan biriydi.
***
1995’te, “Zulmün artsın ki zevalin çabuk gelsin” diye iktidara kafa tutup mahkemeye düştüğünde de, yazısının altına imzamızı koymuş, onunla aynı mahkemede yargılanmıştık.
“Dik duruş” neymiş, orada görmüştüm.
Konuştukça, tepedeki mahkeme heyeti yere inmiş, O, gür sesi, heybeti ve cesaretiyle, yargılayanların koltuğuna kurulmuştu.
Nebil’in yazısında hatırlattığı gibi, korkmaz değildi; “İnsanların en korkağıyım. Kahramanlardan nefret ederim. Ama insanın bir özelliği de korkuyu yenebilmesidir” derdi.
Biz, korkumuzu onunla yendik.
***
İki sene evvel, Çukurova’yla vedalaşmaya gittiğinde de beraberdik.
Çocukluk arkadaşı Sarı Veli’yle iki yaşlı ağaç gibi birbirlerine dolanışlarına tanıklık ettik.
Babası “Van muhaciri Hacıoğlu Sadık”ın mezarını ziyaret ettik.
Toprağının insanlarının arasında yeniden “Kemal Sadık Göğçeli” oluşuna gıpta ettik.
Bir çınarın gölgesinde çocukluğundan, arkadaşlarından, Cumhuriyet günlerinden, yitip giden isimlerden bahsettik.
Ömrü boyunca yazmıştı.
“İpe çekeceklerini bilse de” yazmıştı.
Öyle çok, öyle derin, öyle güzel yazmıştı ki dünyada okunmadık dil, dokunmadık yürek bırakmamıştı.
Adana’da kendi adını taşıyan kültür merkezinin açılışına gelen yoldaşlarına seslenirken, “Biz” dedi:
“…burada hep bir arada ve mesut yaşadık. Herkes bunu dinlesin: Bütün Türkiye benim köyüm gibi olsun.”
Vasiyetiydi bu...
Son arzusu, son çağrısı, son türküsü oldu.
Onun, uğruna bir ömür harcadığı bu hasret, boynumuza borç olsun:
Sönen yanardağımızın küllerinden, Yaşar Kemal’in köyü gibi bir yeryüzü doğsun.