Can Dündar'dan oğluna doğum günü hediyesi!
Can Dündar, doğum gününde oğluna ne hediye verdi?
"Terör örgütüne yardım, casusluk ve devlet sırlarını ifşa etmek" Cumhuriyet gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar , Adana'da durdurulan MİT TIR'larının içinde silah ve mühimmat bulunduğunu ortaya koyan belgeleri yayınladıkları nedeniyle tutuklu bulunduğu Silivri Açık Ceza İnfaz Kurumu’ndan yazdığı yazısında oğlu Ege Dündar'ın doğum gününün 2 Ocak olduğunu söylerken, “Ona bu yazıdan başka verebileceğim bir yaşgünü hediyesi olamayacak” dedi.
Dündar, oğlu Ege Dündar’ın doğum gününü kutlarken, “Ne “sıfırladın mı oğlum” dedim telefonda ona, ne de o “hepsini dağıttık babacığım” dedi bana…” ifadelerini kullandı.
Can Dündar’ın Cumhuriyet’te bugün (2 Ocak 2015) yayımlanan “Bir küçük yassı taş” başlıklı yazısı şöyle:
Kapalı görüş günü...
Görüş odasına koşar adımlarla gittim.
Dar kabinin camının ardında 20’lik bir fidan...
Benim oğlum...
Fidanın dalları sürgün verip yeşermiş sanki kollarının ucunda... O parmaklarıyla dokunuyor bizi ayıran kalın cama... Avuç içlerimiz camın iki yanında yapışıyor birbirine...
“Yapışıyor” demem lafın gelişi...
İki canın arası cam...
Aramıza dağlar, okyanuslar, kıtalar girdiği olmuştu; ama bu kadar yakınken ten tene dokunamadığımız olmamıştı hiç...
Şimdi yine aramıza kıtalar girmiş gibi, dokunma mesafesindeyken telefonlaşacağız.
Tenimizin işini gözümüz yapacak; bakarak dokunacağız...
Camdan kerpeten
Bugün onun yaş günü...
20’si bitiyor.
Etle tırnak gibi geçmiş 20 yıl... Aradaki soğuk cam, tırnağı etten söken bir kerpeten şimdi...
Doğacağı hafta, “Bir oğlumuz olacak dostlar” diye yazmıştım.
Sezen, “Kalbim Ege’de kaldı”yı söylüyordu...
Annesiyle “Ege” isminde karar kıldık.
“Gülücüklerin mabedi” olmuş bir evde, ilk sözüne, ilk adımına, ilk aşkına tanıklık ettik.
En sevdiği oyuncağı, kitaplardı.
Yazıyla büyüdü.
Dilek jüri olur; biz yazı yarışması yapardık evde:
“Bir koku, yazıyla nasıl tarif edilir?”
Ben kekiği tarif ederdim; o, naneyi...
Kaleme koklamayı öğretirdik.
Yaza yaza bir masal kitabı da çıkardık ortak imzayla...
Sonra, “Kırmızı Bisiklet”i yazdım ona...
Sürmeyi öğrettiğim bisikletin selesini, nasıl ona fark ettirmeden bıraktığımı, onun nasıl elimin hep arkasında olduğunun güveniyle hızlanıp uçtuğunu...
Ardından hayranlıkla bakıp kalışımı...
20 yıl
Bir gün olsun birbirimizi kırmadan geçti 20 yıl...
Ne tek çocuk kaprisi gördük, ne ergenlik bunalımı...
Anneler Günü’nde ben söz yazdım, o besteledi, şarkıyla uyandırdık annemizi...
Babalar Günü’nde en iyi yassı taşları toplayıp suda kaydırmaca oynadık Eymir’de...
Ağladık, dedesini yitirdiğimiz yatağın başucunda...
Güldük, yazdığımız masal, çocuk oyunu olup sahnelendiğinde...
Özenle diktiğimiz fidan hızla boy verdi; ben benim boyumu geçemeyeceğini iddia ettikçe gıcık bir inatla uzadı ve beni göğsünü basacak boya geldi. Bir zamanlar göğsüme bastığım bebeğin göğsüne yaslanmanın eşsiz huzurunu yaşattı bana...
Birbirimizi büyüttük.
Işıklı kutudaki çocuk
Geçen ay bir akşam, soğuk bir hücrenin plastik sandalyesi üzerinde oturup karşımdaki ışıklı kutuda onu izledim.
Hep tersi olurdu.
O çocukken ben televizyona çıktığımda, merakla arkaya dolaşır, ışıklı kutunun içinde beni arardı.
Yıllarca benim konuştuğum, onun dinlediği kutuda o vardı şimdi...
Kimsenin yaşından beklemeyeceği bir olgunlukla adaletten, hürriyetten, zulümden söz ediyordu.
Kutunun arkasına dolanıp onu kucaklayasım geldi.
Sonra Cumhuriyet’e yazdı.
Benim ömrümü çizen kalem, şimdi onun ince parmakları arasında, gürül gürül çağlamaya başlamıştı.
Kekik ve naneden, hürriyet ve adalete dönmüştü konu...
Babam yanımdan uçup gittiğinde nasıl ağladıysam, oğlum yanımda bittiğinde öyle ağladım o gün...
Bir de o görüş günü, cebine gizlediği küçük yassı taşı avucunun içinden bana gösterdiğinde...
Soğuk camın, uzak bir göle dönüştüğü o an...
Dinleyenler, kaydedenler duyup kaydetmiştir;
Ne “sıfırladın mı oğlum” dedim telefonda ona, ne de o “hepsini dağıttık babacığım” dedi bana...
Çok şükür, kandırmadan, kandırılmadan, çalıp çırpmadan, haramsız, tertemiz geldik bugüne...
Bugün 2 Ocak...
Ona bu yazıdan başka verebileceğim bir yaşgünü hediyesi olamayacak.
Ama eminim ki bir camın iki yanında yanan iki avucun sıcaklığı ileride bir şiirde, bir biyografide, bir kitapta uzak, hazin bir anı olarak yer alacak.
Biz onunla hep hayal ettiğimiz gibi uzak bir kıtada, baş başa, üstü açık bir arabayı, ufka doğru sürüyor olacağız.
Veda
Güzelim sohbeti, “süre bitti” diyen infaz memurunun sesi böldü.
Telefon kesildi.
Avuç içleri bir kez daha yapıştı cama...
20’lik fidan gitti.
Gururlu bir çift göz, bakakaldı ardından...
Kalbim, Ege’de kaldı.
Dündar, oğlu Ege Dündar’ın doğum gününü kutlarken, “Ne “sıfırladın mı oğlum” dedim telefonda ona, ne de o “hepsini dağıttık babacığım” dedi bana…” ifadelerini kullandı.
Can Dündar’ın Cumhuriyet’te bugün (2 Ocak 2015) yayımlanan “Bir küçük yassı taş” başlıklı yazısı şöyle:
Kapalı görüş günü...
Görüş odasına koşar adımlarla gittim.
Dar kabinin camının ardında 20’lik bir fidan...
Benim oğlum...
Fidanın dalları sürgün verip yeşermiş sanki kollarının ucunda... O parmaklarıyla dokunuyor bizi ayıran kalın cama... Avuç içlerimiz camın iki yanında yapışıyor birbirine...
“Yapışıyor” demem lafın gelişi...
İki canın arası cam...
Aramıza dağlar, okyanuslar, kıtalar girdiği olmuştu; ama bu kadar yakınken ten tene dokunamadığımız olmamıştı hiç...
Şimdi yine aramıza kıtalar girmiş gibi, dokunma mesafesindeyken telefonlaşacağız.
Tenimizin işini gözümüz yapacak; bakarak dokunacağız...
Camdan kerpeten
Bugün onun yaş günü...
20’si bitiyor.
Etle tırnak gibi geçmiş 20 yıl... Aradaki soğuk cam, tırnağı etten söken bir kerpeten şimdi...
Doğacağı hafta, “Bir oğlumuz olacak dostlar” diye yazmıştım.
Sezen, “Kalbim Ege’de kaldı”yı söylüyordu...
Annesiyle “Ege” isminde karar kıldık.
“Gülücüklerin mabedi” olmuş bir evde, ilk sözüne, ilk adımına, ilk aşkına tanıklık ettik.
En sevdiği oyuncağı, kitaplardı.
Yazıyla büyüdü.
Dilek jüri olur; biz yazı yarışması yapardık evde:
“Bir koku, yazıyla nasıl tarif edilir?”
Ben kekiği tarif ederdim; o, naneyi...
Kaleme koklamayı öğretirdik.
Yaza yaza bir masal kitabı da çıkardık ortak imzayla...
Sonra, “Kırmızı Bisiklet”i yazdım ona...
Sürmeyi öğrettiğim bisikletin selesini, nasıl ona fark ettirmeden bıraktığımı, onun nasıl elimin hep arkasında olduğunun güveniyle hızlanıp uçtuğunu...
Ardından hayranlıkla bakıp kalışımı...
20 yıl
Bir gün olsun birbirimizi kırmadan geçti 20 yıl...
Ne tek çocuk kaprisi gördük, ne ergenlik bunalımı...
Anneler Günü’nde ben söz yazdım, o besteledi, şarkıyla uyandırdık annemizi...
Babalar Günü’nde en iyi yassı taşları toplayıp suda kaydırmaca oynadık Eymir’de...
Ağladık, dedesini yitirdiğimiz yatağın başucunda...
Güldük, yazdığımız masal, çocuk oyunu olup sahnelendiğinde...
Özenle diktiğimiz fidan hızla boy verdi; ben benim boyumu geçemeyeceğini iddia ettikçe gıcık bir inatla uzadı ve beni göğsünü basacak boya geldi. Bir zamanlar göğsüme bastığım bebeğin göğsüne yaslanmanın eşsiz huzurunu yaşattı bana...
Birbirimizi büyüttük.
Işıklı kutudaki çocuk
Geçen ay bir akşam, soğuk bir hücrenin plastik sandalyesi üzerinde oturup karşımdaki ışıklı kutuda onu izledim.
Hep tersi olurdu.
O çocukken ben televizyona çıktığımda, merakla arkaya dolaşır, ışıklı kutunun içinde beni arardı.
Yıllarca benim konuştuğum, onun dinlediği kutuda o vardı şimdi...
Kimsenin yaşından beklemeyeceği bir olgunlukla adaletten, hürriyetten, zulümden söz ediyordu.
Kutunun arkasına dolanıp onu kucaklayasım geldi.
Sonra Cumhuriyet’e yazdı.
Benim ömrümü çizen kalem, şimdi onun ince parmakları arasında, gürül gürül çağlamaya başlamıştı.
Kekik ve naneden, hürriyet ve adalete dönmüştü konu...
Babam yanımdan uçup gittiğinde nasıl ağladıysam, oğlum yanımda bittiğinde öyle ağladım o gün...
Bir de o görüş günü, cebine gizlediği küçük yassı taşı avucunun içinden bana gösterdiğinde...
Soğuk camın, uzak bir göle dönüştüğü o an...
Dinleyenler, kaydedenler duyup kaydetmiştir;
Ne “sıfırladın mı oğlum” dedim telefonda ona, ne de o “hepsini dağıttık babacığım” dedi bana...
Çok şükür, kandırmadan, kandırılmadan, çalıp çırpmadan, haramsız, tertemiz geldik bugüne...
Bugün 2 Ocak...
Ona bu yazıdan başka verebileceğim bir yaşgünü hediyesi olamayacak.
Ama eminim ki bir camın iki yanında yanan iki avucun sıcaklığı ileride bir şiirde, bir biyografide, bir kitapta uzak, hazin bir anı olarak yer alacak.
Biz onunla hep hayal ettiğimiz gibi uzak bir kıtada, baş başa, üstü açık bir arabayı, ufka doğru sürüyor olacağız.
Veda
Güzelim sohbeti, “süre bitti” diyen infaz memurunun sesi böldü.
Telefon kesildi.
Avuç içleri bir kez daha yapıştı cama...
20’lik fidan gitti.
Gururlu bir çift göz, bakakaldı ardından...
Kalbim, Ege’de kaldı.