"BU YAZIYI SEDAT ERGİN'İ KISKANDIRMAK İÇİN YAZIYORUM!...." ORAY EĞİN NE YAZDI?...
Oray Eğin sıf Milliyet Genel Yayın Yönetmeni Sedat Ergin'i kıskandırmak için yazdı. İşte Eğin'in o yazısı...
Berlin
Bu yazıyı Sedat Ergin´i kıskandırmak için yazıyorum. Önce ortamı anlatayım: Şehir tam da iki hafta önce bıraktığım gibi. Sadece daha kalablık. Hafta sonu büyük bir tıp kongresi olduğundan doktor dolu. Otel fiyatları doğal olarak katlanmış, zaten yer bulmak da olanaksız. Uçaklar da aynı şekilde. Benim programım da aşağı yukarı iki hafta öncesiyle aynı.
"Bebeğim daha önce buraya geldim, bu odayı biliyorum, bu yerde yürüdüm, seninle tanışmadan önce yalnız yaşardım" desem kendi kendime tam yeridir. Sadece birkaç saat sonra aceleyle çevirdiğim bu cümlenin orijinalini duyacağım. Bunu duymak için buradayım.
East Side Gallery´nin oradaki O2 World bıraktığım gibi. Ostbanhof´tan inip O2´ya doğru yürürken içimde geciktiğime dair bir his var. Teras bomboş, kapıda kuyruk yok. `Belki de Coldplay gibi gençler gelmediği için daha sakindir´ diye teselli etmeye çalışıyorum kendimi, olanaksız.
Hepsi Newton Bar´da birbiri ardına içilen Caiprinha´lar yüzünden. Duvarlarında Helmut Newton´ın çektiği harika çıplak kadın fotoğraflarının bulunduğu bu meşhur barda zamanın nasıl geçtiğini anlamamışız. Vaktimiz varmış gibi bir de Dussman´a girip son dakika kitap alışverişinde oyalandık.
Ve yine Amsterdam´daki gibi aynı problem: Konsere geç kaldık.
Yaz ortasında Amsterdam´a Leonard Cohen´i dinlemeye gitmiştim. Bu turne Cohen´in muhtemelen son dünya turu. 74 yaşında, zaten zorunlu olmasa hiç turneye çıkmaya niyeti yoktu. Amsterdam´da o kadar etkilenmiştim ki, ilk iş Berlin konserine bilet aldım.
Neden Berlin?
Çünkü onun Berlin´de "First we take Manhattan, and then we take Berlin" demesine tanık olmak istiyordum.
Amsterdam´da da Cohen´in ilk şarkısını kaçırmış, konsere ikinci şarkıda girmiştik. Berlin´de de aynısı oldu: "Dance me to the End of Love"ı sadece kapının önünden duyabildik. Bu yazıya başlığını veren "The Future" başladığında yerlerimizi arıyorduk, işgal eden iki kişiyi kaldırdık, bir karışıklık oldu, o şarkı da gümbürtüye gitti.
Yerleştik ve her şey mükemmel: İyi yer seçmişim. Sahneyi yandan görüyoruz ve önümüzde sadece altı-yedi sıra var. Konser izlemek için mükemmel bir ortam. Dahası oturuyoruz.
Bir bir şarkılara eşlik ediyoruz, Cohen söyledikçe...
Önümüzdeki antipatik çift dönüp dönüp ofluyor, kötü kötü bakışlar atıyor. Sonra Almanca bir şeyler söylüyor; susmamız için. Bir Fazıl Say konseri ciddiyetinde izliyorlar demek ki. Halbuki Amsterdam´da herkes danslar ediyor, şarkıları hep bir ağızdan söylüyorlardı.
Fakat onlar bile keyfimizi kaçıramadılar. Biz bu arada onların keyfini kaçırmak için çeşitli girişimlerde bulunduk tabii ki. Cairinha´ların buzlarını karıştırarak ses çıkarmak gibi...
Bir arkadaşım "Şimdi ırkçılığı anlıyorum, şimdi faşizmin neden bu topraklardan çıktığını görüyorum" gibi yorumlar yaparken, bu genellemesini yanımızdaki ve arkamızdaki başka izleyiciler bozdu. Önümüzdekini rahatsız etme pahasına Cohen´in birbirinden güzel şarkılarını söyledik durduk. İlk bis´ten sonra yerinde oturan hiç kimse yoktu zaten.
Doğrusu, yazın Amsterdam´da izlemek daha güzeldi Cohen´i. Turnenin daha başı, daha diri, daha heyecanlı gibiydi. Orada, bizlerle daha çok konuşmuştu.
Berlin´de ise sadece "Bundan 14 sene önce gelip burada saheye çıkmıştım, o yıllarda 60 yaşında hayalleri olan bir çocuktum" dedi.
Konserin doruk noktasına çıktığı an ise tabii ki "First we take Manhattan"ın çalınmasıydı. Hep bir ağızdan haykırdık: "And then we take Berlin."
Bu yazıyı Sedat Ergin´i kıskandırmak için yazıyorum. Önce ortamı anlatayım: Şehir tam da iki hafta önce bıraktığım gibi. Sadece daha kalablık. Hafta sonu büyük bir tıp kongresi olduğundan doktor dolu. Otel fiyatları doğal olarak katlanmış, zaten yer bulmak da olanaksız. Uçaklar da aynı şekilde. Benim programım da aşağı yukarı iki hafta öncesiyle aynı.
"Bebeğim daha önce buraya geldim, bu odayı biliyorum, bu yerde yürüdüm, seninle tanışmadan önce yalnız yaşardım" desem kendi kendime tam yeridir. Sadece birkaç saat sonra aceleyle çevirdiğim bu cümlenin orijinalini duyacağım. Bunu duymak için buradayım.
East Side Gallery´nin oradaki O2 World bıraktığım gibi. Ostbanhof´tan inip O2´ya doğru yürürken içimde geciktiğime dair bir his var. Teras bomboş, kapıda kuyruk yok. `Belki de Coldplay gibi gençler gelmediği için daha sakindir´ diye teselli etmeye çalışıyorum kendimi, olanaksız.
Hepsi Newton Bar´da birbiri ardına içilen Caiprinha´lar yüzünden. Duvarlarında Helmut Newton´ın çektiği harika çıplak kadın fotoğraflarının bulunduğu bu meşhur barda zamanın nasıl geçtiğini anlamamışız. Vaktimiz varmış gibi bir de Dussman´a girip son dakika kitap alışverişinde oyalandık.
Ve yine Amsterdam´daki gibi aynı problem: Konsere geç kaldık.
Yaz ortasında Amsterdam´a Leonard Cohen´i dinlemeye gitmiştim. Bu turne Cohen´in muhtemelen son dünya turu. 74 yaşında, zaten zorunlu olmasa hiç turneye çıkmaya niyeti yoktu. Amsterdam´da o kadar etkilenmiştim ki, ilk iş Berlin konserine bilet aldım.
Neden Berlin?
Çünkü onun Berlin´de "First we take Manhattan, and then we take Berlin" demesine tanık olmak istiyordum.
Amsterdam´da da Cohen´in ilk şarkısını kaçırmış, konsere ikinci şarkıda girmiştik. Berlin´de de aynısı oldu: "Dance me to the End of Love"ı sadece kapının önünden duyabildik. Bu yazıya başlığını veren "The Future" başladığında yerlerimizi arıyorduk, işgal eden iki kişiyi kaldırdık, bir karışıklık oldu, o şarkı da gümbürtüye gitti.
Yerleştik ve her şey mükemmel: İyi yer seçmişim. Sahneyi yandan görüyoruz ve önümüzde sadece altı-yedi sıra var. Konser izlemek için mükemmel bir ortam. Dahası oturuyoruz.
Bir bir şarkılara eşlik ediyoruz, Cohen söyledikçe...
Önümüzdeki antipatik çift dönüp dönüp ofluyor, kötü kötü bakışlar atıyor. Sonra Almanca bir şeyler söylüyor; susmamız için. Bir Fazıl Say konseri ciddiyetinde izliyorlar demek ki. Halbuki Amsterdam´da herkes danslar ediyor, şarkıları hep bir ağızdan söylüyorlardı.
Fakat onlar bile keyfimizi kaçıramadılar. Biz bu arada onların keyfini kaçırmak için çeşitli girişimlerde bulunduk tabii ki. Cairinha´ların buzlarını karıştırarak ses çıkarmak gibi...
Bir arkadaşım "Şimdi ırkçılığı anlıyorum, şimdi faşizmin neden bu topraklardan çıktığını görüyorum" gibi yorumlar yaparken, bu genellemesini yanımızdaki ve arkamızdaki başka izleyiciler bozdu. Önümüzdekini rahatsız etme pahasına Cohen´in birbirinden güzel şarkılarını söyledik durduk. İlk bis´ten sonra yerinde oturan hiç kimse yoktu zaten.
Doğrusu, yazın Amsterdam´da izlemek daha güzeldi Cohen´i. Turnenin daha başı, daha diri, daha heyecanlı gibiydi. Orada, bizlerle daha çok konuşmuştu.
Berlin´de ise sadece "Bundan 14 sene önce gelip burada saheye çıkmıştım, o yıllarda 60 yaşında hayalleri olan bir çocuktum" dedi.
Konserin doruk noktasına çıktığı an ise tabii ki "First we take Manhattan"ın çalınmasıydı. Hep bir ağızdan haykırdık: "And then we take Berlin."