BU ÜSLUP KARDEŞLİĞİ HAYRA ALAMET DEĞİL! BİRİ ''AL SANA AZİZ NESİN'' DİYOR, DİĞERİ, ''AL SANA AÇILIM...''
Yeni Şafak yazarı Salih Tuna, Başbakan Erdoğan'a hitaben "Al sana Aziz Nesin" diyen Yılmaz Özdil'in üslubunu kime benzetti?
Al sana, al sana!
Hürriyet gazetesinin üçüncü sayfa güzeli Yılmaz Özdil biraderimiz dünkü yazısında “Al sana Aziz Nesin” demiş.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ı yaklaşık iki hafta evvel yumruklayan saldırgan da “Al sana açılım!..” demişti.
Nasıl bir üslup kardeşliğidir bu?
Biri “Al sana Aziz Nesin” diyor, diğeri, “Al sana açılım…”
Biri hasbelkader köşe yazarı, diğeri saldırgan bir vatandaş
Birinin elinde kalem var, diğerinin eli yumruk.
Biri Başbakan’a saldırıyor, diğeri Bakan’a.
“Al sana…”
“Al sana…”
Kim kimden etkilenmiş acaba?
Daha doğrusu, hangisi hangisinin mukallidi?
Zaman parametresine göre konuşacak olursak Yılmaz Özdil, saldırgan vatandaşın mukallididir demek zorundayız.
Öyle ya, o yumruk yaklaşık iki hafta evvel “sallanmış”; mahut yazı daha dün.
Lakin iş öncülük etmeye falan kalırsa vaziyet değişir.
Çünkü…
Samsun’daki saldırının ardından, “Yumruğunu ‘adaletin tokmağı’ yerine koyup, Ahmet Türk’ün burnuna inen kişi, bu ülkede pek çok kişinin duygularına tercüman oldu…” ifadelerini içeren yazısı, “Al sana açılım”dan aşağı yukarı bir hafta evveldir.
Biraz daha evveline gidecek olursak, Ahmet Türk’ün evinin krokisini dercetmiş!
Böyle böyle, “two size”e kadar gitmek mümkün.
Demem o ki, muhteva bakımından Yılmaz Özdil’in kıdemi tartışılmaz.
Lakin üslup da önemli…
Eskiler tevekkeli dememişler; “Üslubu beyan ayniyle insan” ; baksanıza şuraya:
“Al sana…”
“Al sana…”
Açık söyleyeyim, bu üslup kardeşliği hayra alamet değil.
Okurla yazar aynı dili kullanacak kadar “aynileştiğinde”, en azından ikisinden biri dükkanı kapatır.
Hadi okura yazar çok da…
Okurun ağzına bakan yazar nihayetinde dükkanı kapatır.
Sartre “Denemeler”inde “yazmak sipariş işidir” demiştir ama o kadar da değil.
“Sipariş” amiyane tabiriyle “arz-talep” ilişkisini imler; okurun, yazarı “arzuhalciye” dönüştürmesini değil.
Madem yeri geldi, açın kulacığınızı da, muayenehanesini kapatmak zorunda kalan tanıdık bir doktorun kısa tarihinden fragman sunayım size. (Şimdilik bu kadarıyla yetinin, başka zaman uzun uzadıya anlatırım.)
Benim gibi pesimistler için bulunmaz bir doktordu.
Modern tıbbın hilafına olumsuzları elemek yöntemi yerine, ta baştan olumlu düşünmeyi seçerdi.
Mesela, sancım mı var dediniz; hemencecik tahlillerle başlayıp da kanser mi değil mi soruşturmaz; gaz sancısıdır falan derdi.
“Derin nefes al… derin nefes ver…” muhabbetinin ardından bi güzel tansiyon ölçer, “Bir şeyin yok!..” der, birkaç uygun ilaç yazardı.
Hastalarını da sonuna kadar dinlerdi.
Zamanla işi bayağı ilerletti: Dinlemekle yetinmeyip, hastalarının ağızlarına bakar oldu.
“Neyin var?..” sorusuna, “Sabah bir şeyim yoktu. Stresten galiba doktor bey…” şeklinde karşılık verenleri onaylar, birkaç ilaç yazarak vaziyeti idare ederdi.
Çok kötüyüm diyenlere ise genellikle “Bir şeyin yok…” derdi.
Hem hasta olmakta ısrar edip, hem de neden hasta olduğu hakkında açıklayıcı bilgi vermeyenleri de tam teşekküllü bir hastaneye sevk ederdi.
Zamanla hastaların bir kısmı “nasılsa bir şeyim yok” düşüncesiyle muayenehanesine gitmez oldu; kendilerini çok kötü hissedenler de, hasta olduklarını kanıtlamak için anında tahlillere-röntgenlere sardıran doktorların yolunu tuttular.
Sonuç itibariyle bizim doktor, hastalarının ağzına bakmanın faturasını ağır ödemiş; muayenehanesini kapatmak zorunda kalmıştı.
Pardon, ben bunu neyin üzerine getirecektim yahu?!
Ha, tamam…
Okurun ağzına bakan yazar nihayetinde dükkanı kapatır demiştik değil mi?
Salih Tuna/Yeni Şafak
Hürriyet gazetesinin üçüncü sayfa güzeli Yılmaz Özdil biraderimiz dünkü yazısında “Al sana Aziz Nesin” demiş.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ı yaklaşık iki hafta evvel yumruklayan saldırgan da “Al sana açılım!..” demişti.
Nasıl bir üslup kardeşliğidir bu?
Biri “Al sana Aziz Nesin” diyor, diğeri, “Al sana açılım…”
Biri hasbelkader köşe yazarı, diğeri saldırgan bir vatandaş
Birinin elinde kalem var, diğerinin eli yumruk.
Biri Başbakan’a saldırıyor, diğeri Bakan’a.
“Al sana…”
“Al sana…”
Kim kimden etkilenmiş acaba?
Daha doğrusu, hangisi hangisinin mukallidi?
Zaman parametresine göre konuşacak olursak Yılmaz Özdil, saldırgan vatandaşın mukallididir demek zorundayız.
Öyle ya, o yumruk yaklaşık iki hafta evvel “sallanmış”; mahut yazı daha dün.
Lakin iş öncülük etmeye falan kalırsa vaziyet değişir.
Çünkü…
Samsun’daki saldırının ardından, “Yumruğunu ‘adaletin tokmağı’ yerine koyup, Ahmet Türk’ün burnuna inen kişi, bu ülkede pek çok kişinin duygularına tercüman oldu…” ifadelerini içeren yazısı, “Al sana açılım”dan aşağı yukarı bir hafta evveldir.
Biraz daha evveline gidecek olursak, Ahmet Türk’ün evinin krokisini dercetmiş!
Böyle böyle, “two size”e kadar gitmek mümkün.
Demem o ki, muhteva bakımından Yılmaz Özdil’in kıdemi tartışılmaz.
Lakin üslup da önemli…
Eskiler tevekkeli dememişler; “Üslubu beyan ayniyle insan” ; baksanıza şuraya:
“Al sana…”
“Al sana…”
Açık söyleyeyim, bu üslup kardeşliği hayra alamet değil.
Okurla yazar aynı dili kullanacak kadar “aynileştiğinde”, en azından ikisinden biri dükkanı kapatır.
Hadi okura yazar çok da…
Okurun ağzına bakan yazar nihayetinde dükkanı kapatır.
Sartre “Denemeler”inde “yazmak sipariş işidir” demiştir ama o kadar da değil.
“Sipariş” amiyane tabiriyle “arz-talep” ilişkisini imler; okurun, yazarı “arzuhalciye” dönüştürmesini değil.
Madem yeri geldi, açın kulacığınızı da, muayenehanesini kapatmak zorunda kalan tanıdık bir doktorun kısa tarihinden fragman sunayım size. (Şimdilik bu kadarıyla yetinin, başka zaman uzun uzadıya anlatırım.)
Benim gibi pesimistler için bulunmaz bir doktordu.
Modern tıbbın hilafına olumsuzları elemek yöntemi yerine, ta baştan olumlu düşünmeyi seçerdi.
Mesela, sancım mı var dediniz; hemencecik tahlillerle başlayıp da kanser mi değil mi soruşturmaz; gaz sancısıdır falan derdi.
“Derin nefes al… derin nefes ver…” muhabbetinin ardından bi güzel tansiyon ölçer, “Bir şeyin yok!..” der, birkaç uygun ilaç yazardı.
Hastalarını da sonuna kadar dinlerdi.
Zamanla işi bayağı ilerletti: Dinlemekle yetinmeyip, hastalarının ağızlarına bakar oldu.
“Neyin var?..” sorusuna, “Sabah bir şeyim yoktu. Stresten galiba doktor bey…” şeklinde karşılık verenleri onaylar, birkaç ilaç yazarak vaziyeti idare ederdi.
Çok kötüyüm diyenlere ise genellikle “Bir şeyin yok…” derdi.
Hem hasta olmakta ısrar edip, hem de neden hasta olduğu hakkında açıklayıcı bilgi vermeyenleri de tam teşekküllü bir hastaneye sevk ederdi.
Zamanla hastaların bir kısmı “nasılsa bir şeyim yok” düşüncesiyle muayenehanesine gitmez oldu; kendilerini çok kötü hissedenler de, hasta olduklarını kanıtlamak için anında tahlillere-röntgenlere sardıran doktorların yolunu tuttular.
Sonuç itibariyle bizim doktor, hastalarının ağzına bakmanın faturasını ağır ödemiş; muayenehanesini kapatmak zorunda kalmıştı.
Pardon, ben bunu neyin üzerine getirecektim yahu?!
Ha, tamam…
Okurun ağzına bakan yazar nihayetinde dükkanı kapatır demiştik değil mi?
Salih Tuna/Yeni Şafak