BİR EDEBİYATÇI, MARKA ÖDÜLÜ ALMAYACAK! ALIRSA KENDİ MARKASI DEŞİFRE OLUR!
Bu yıl 11'ncisi düzenlenen Marka Konferansı çerçevesinde Marka Ödülü verilen yazar Elif Şafak'ın bu ödülü kabul etmesini Taraf yazarı Telesiyej sert bir şekilde eleştirdi.
Edebiyatçı, marka olmanın, kurumsallaşmanın peşine düşer mi
Düşmez, düşmemelidir diye biliriz biz.
Marka denen şey, aslında kapitalizmin ticari bir değer mertebesidir çünkü; bizatihi kendisi sermayedir ve bir edebiyatçı da, marka dendi mi, öcü görmüş gibi kaçmalıdır bana göre.
Mesela Orhan Veli yaşasaydı bugün, veya Sait Faik veya Sabahattin Ali.. ve 11. Marka Konferansı yönetimi de kalkıp 2010 yılının Marka Ödülü’nü verseydi bu yazarlardan birine.. diyelim ki Orhan Veli’ye; koştura koştura gidip, ödülünü alıp, üstelik de sevinç içinde günün mana ve ehemmiyetiyle ilgili bir konuşmacık da yapar mıydı sizce?
Veya Sait Faik veya Sabahattin Ali, kendilerine sunulan marka ödülünü iftiharla kucaklayıp poz verirler miydi kameralara? Ve fırsat bu fırsat, bir de röp patlatırlar mıydı tam sayfa; bahaneyle fırın köşelerinde filan henüz kaleme almaya başladıkları yeni romanlarını ballandırmak amaçlı? Hani bir altyapı oluşturmak, okurun kulağına kar suyu kaçırmak için.. zamane iletişimi ağını ilmek ilmek dokumak babından!
Yok yavu!
Bence Sait Faik, kendisine marka ödülü verildiğini söyleyecek bahtsız kişiyle bir güzel kavga çıkarır; ödülü verenleri doğduğuna pişman ederdi. Zira, ünlü yazarın yakın arkadaşı ve doktoru Fikret Ürgüp’ün belirttiğine göre, bırakın böyle mesnetsiz ödüller almayı; hakkında söylenen övgülere de şiddetle karşı çıkarmış o. Hatta yazarlığından söz açıldığında işi kavgaya kadar götürüp, bulunduğu yeri terk edermiş. Fikret Ürgüp, “Münakaşalı durumlarda, ilkel iç tepkimelerden kuvvet alarak haşin, kavgacı ve isyankâr olur ve kimseye güvenmediğini belli ederdi,” diyor.
Edebiyatçı dediğin de biraz böyle olmalıdır hani; kuru gürültüye, manasız övgülere ve ödüllere pabuç bırakmayan, bu türlü değersiz değerlerin peşine düşmeyen, bu uğurda kendini kategorize etmeyen bilge kişidir zira edebiyatçının hası.
Jean-Paul Sartre, –üstelik de ticari olmayan- Nobel Edebiyat Ödülü’nü, “Bir yazar, şimdi benim için sözkonusu olduğu gibi, en şerefli bir şekil altında bile kurumsallaştırılmayı reddetmek durumundadır” diyerek reddetmişti. Sartre, İsveç gazetelerine gönderdiği ve Nobel’i neden reddettiğini açıkladığı mektubunda şöyle demişti: “(...) Ret, o an içimden gelmiş bir karar, bir davranış değildi, ben resmî payelere her zaman dirsek çevirdim. Harpten sonra 1945’te, Légion d’honneur verilmek istendiği zaman da, hükümette pek çok dostum bulunduğu halde reddettim. Gene bazı dostlarımın beni yeterli görmelerine rağmen, Collège de France’a girmeyi de kabul etmedim. Bu tutumun temelinde, benim, yazarın görevine dair anlayışım var. Siyaset, topluluk, ya da edebiyat meselelerinde bir tutumu benimseyen yazar, bence ancak kendi imkânlarını, yani kalemini ve kâğıdını kullanmalıdır. Kabul edeceği her paye, okuyucularını bir etki karşısında bırakır ki, işte ben bunu istemiyorum. İmzamı ‘Jean-Paul Sartre’ olarak atmakla, ‘Jean-Paul Sarte 1964 Nobel’i’ diye atmak aynı şey değildir, diyorum.”
Bir edebiyatçı azla yetinir diye biliriz ya.. bu yüzden de insan şaşırıyor tabii; Elif Şafak’ın kendisi için uygun görülen Marka Ödülü’nü almak için Londra’dan İstanbul’a koşturmasına ve ödülün kendisine takdim edildiği 11. Marka Konferansı’nda konuşma yaparak ödülü bağrına basıp, fotoğraflar çektirmesine, “Çok mutluyum” demeçleri vermesine.
Kalemin ucundan çıkan değerle, kasanın tuşundan çıkan değer (marka), birbirine taban tabana zıt, uzlaşmaz bir ana çelişkiye sahip iki değerdir.
Elif Şafak, kendi edebiyatını bir proje olarak görüyor. O yüzden de Marka Ödülü’nü hiç düşünmeden kabul etmiştir, ihtimal ki.
Ama düşünmeliydi bence, hiç olmazsa edebiyat adına!
Kısaca.. bir edebiyatçı, marka ödülü almayacak arkadaşlar. Alırsa.. kendi markası deşifre olur çünkü!
Telesiyej/Taraf
Düşmez, düşmemelidir diye biliriz biz.
Marka denen şey, aslında kapitalizmin ticari bir değer mertebesidir çünkü; bizatihi kendisi sermayedir ve bir edebiyatçı da, marka dendi mi, öcü görmüş gibi kaçmalıdır bana göre.
Mesela Orhan Veli yaşasaydı bugün, veya Sait Faik veya Sabahattin Ali.. ve 11. Marka Konferansı yönetimi de kalkıp 2010 yılının Marka Ödülü’nü verseydi bu yazarlardan birine.. diyelim ki Orhan Veli’ye; koştura koştura gidip, ödülünü alıp, üstelik de sevinç içinde günün mana ve ehemmiyetiyle ilgili bir konuşmacık da yapar mıydı sizce?
Veya Sait Faik veya Sabahattin Ali, kendilerine sunulan marka ödülünü iftiharla kucaklayıp poz verirler miydi kameralara? Ve fırsat bu fırsat, bir de röp patlatırlar mıydı tam sayfa; bahaneyle fırın köşelerinde filan henüz kaleme almaya başladıkları yeni romanlarını ballandırmak amaçlı? Hani bir altyapı oluşturmak, okurun kulağına kar suyu kaçırmak için.. zamane iletişimi ağını ilmek ilmek dokumak babından!
Yok yavu!
Bence Sait Faik, kendisine marka ödülü verildiğini söyleyecek bahtsız kişiyle bir güzel kavga çıkarır; ödülü verenleri doğduğuna pişman ederdi. Zira, ünlü yazarın yakın arkadaşı ve doktoru Fikret Ürgüp’ün belirttiğine göre, bırakın böyle mesnetsiz ödüller almayı; hakkında söylenen övgülere de şiddetle karşı çıkarmış o. Hatta yazarlığından söz açıldığında işi kavgaya kadar götürüp, bulunduğu yeri terk edermiş. Fikret Ürgüp, “Münakaşalı durumlarda, ilkel iç tepkimelerden kuvvet alarak haşin, kavgacı ve isyankâr olur ve kimseye güvenmediğini belli ederdi,” diyor.
Edebiyatçı dediğin de biraz böyle olmalıdır hani; kuru gürültüye, manasız övgülere ve ödüllere pabuç bırakmayan, bu türlü değersiz değerlerin peşine düşmeyen, bu uğurda kendini kategorize etmeyen bilge kişidir zira edebiyatçının hası.
Jean-Paul Sartre, –üstelik de ticari olmayan- Nobel Edebiyat Ödülü’nü, “Bir yazar, şimdi benim için sözkonusu olduğu gibi, en şerefli bir şekil altında bile kurumsallaştırılmayı reddetmek durumundadır” diyerek reddetmişti. Sartre, İsveç gazetelerine gönderdiği ve Nobel’i neden reddettiğini açıkladığı mektubunda şöyle demişti: “(...) Ret, o an içimden gelmiş bir karar, bir davranış değildi, ben resmî payelere her zaman dirsek çevirdim. Harpten sonra 1945’te, Légion d’honneur verilmek istendiği zaman da, hükümette pek çok dostum bulunduğu halde reddettim. Gene bazı dostlarımın beni yeterli görmelerine rağmen, Collège de France’a girmeyi de kabul etmedim. Bu tutumun temelinde, benim, yazarın görevine dair anlayışım var. Siyaset, topluluk, ya da edebiyat meselelerinde bir tutumu benimseyen yazar, bence ancak kendi imkânlarını, yani kalemini ve kâğıdını kullanmalıdır. Kabul edeceği her paye, okuyucularını bir etki karşısında bırakır ki, işte ben bunu istemiyorum. İmzamı ‘Jean-Paul Sartre’ olarak atmakla, ‘Jean-Paul Sarte 1964 Nobel’i’ diye atmak aynı şey değildir, diyorum.”
Bir edebiyatçı azla yetinir diye biliriz ya.. bu yüzden de insan şaşırıyor tabii; Elif Şafak’ın kendisi için uygun görülen Marka Ödülü’nü almak için Londra’dan İstanbul’a koşturmasına ve ödülün kendisine takdim edildiği 11. Marka Konferansı’nda konuşma yaparak ödülü bağrına basıp, fotoğraflar çektirmesine, “Çok mutluyum” demeçleri vermesine.
Kalemin ucundan çıkan değerle, kasanın tuşundan çıkan değer (marka), birbirine taban tabana zıt, uzlaşmaz bir ana çelişkiye sahip iki değerdir.
Elif Şafak, kendi edebiyatını bir proje olarak görüyor. O yüzden de Marka Ödülü’nü hiç düşünmeden kabul etmiştir, ihtimal ki.
Ama düşünmeliydi bence, hiç olmazsa edebiyat adına!
Kısaca.. bir edebiyatçı, marka ödülü almayacak arkadaşlar. Alırsa.. kendi markası deşifre olur çünkü!
Telesiyej/Taraf