Beni de bu tarz saçmalıkları gördükçe afakanlar basıyor!..
Medyaradar medya-siyaset analisti Atilla Akar, Prof. Dr. Bülent Arı’nın “okuma oranı arttıkça kendisine afakanlar bastığı” şeklindeki yaklaşımını ele aldı…
Malum; bu ülkede o kadar çok çelişki var ki hangi birini sayayım? Siyasi, ekonomik, kültürel, ideolojik, vb. Bunların bazıları reel, bazıları güncel gelişmelere bağlı olarak su yüzüne çıkıyor. Diğer yandan bir de adeta “illâ ki olsun” diye kaşınan dinsel, etnik, mezhepsel, vb çelişkiler var. Buralardan kimlerin, nasıl nemalandığını ise zaten biliyoruz. Bunlar çelişkiden çelişki çıkartmada ustalaşmışlardır!
Lakin öyle anlaşılıyor ki bu çelişkilere adeta yeni çelişkiler eklenmesi için üstün gayret gösteriliyor. Adeta çelişki üzerine çelişki icat ediliyor bile diyebiliriz. Yahut zaten var olan kimi çelişkiler negatif yönde o kadar çok işleniyor ki, öyle tuhaf pazarlanıyor ki insanın başka “çelişki” aramasına gerek kalmıyor. Sonunda çelişe çelişe hep birlikte zihni ve kişiliği çelişkili, hatta şizofrenik şekilde bölünmüş bir topluma döndük. Asıl çelişki bu ve tarifi imkânsız garip bir duruma işaret ediyor. Buralardan çıkabilecek miyiz bilmiyorum?
CEHALETE ÖVGÜ OLUR MU?
Nitekim şimdi bunlara yeni bir tanesi daha eklenmiş görünüyor. Bu da “Okumuşlar / Okumamışlar” (Yahut az okumuşlar) olarak tarif ediliyor. Öyle ki Sebahattin Zaim Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Bülent Arı, bu durumu kendince “teorize” etmiş “okuma oranı arttıkça kendisine afakanlar bastığını ve cahil, okumamış halka daha çok güvendiğini” belirtmiş.
Daha ziyade "Bu suça ortak olmayacağız" diyen akademisyenlerle ilgili tepkisini ifade etmeye çalıştığı anlaşılan Prof. Dr. Bülent Arı, "Ben daha çok cahil ve okumamış tahsilsiz kesimin ferasetine (anlayış-sezgi) güveniyorum bu ülkede. Yani ülkeyi ayakta tutacak olanlar, okumamış, hatta ilkokul bile okumamış, üniversite okumamış cahil halktır. Onlar bu yanlışların hiçbirini yapmazlar, o beyannamenin ben neresinden tutayım. Daha önce Jön Türklerin yaptığı gibi ateşe sürüklüyorlar Türkiye'yi. Türkiye'nin okumuş kesimi, profesörlerden başlayarak geriye doğru en tehlikeli olanlar üniversite mezunları. Olayları en rahat okuyanlar ilkokul mezunları. Çünkü zihinleri berrak. Üniversite ve sonrası durum çok vahim çünkü gidişatı okuyamıyorlar, zihinleri bulanık." demiş.
“Olabilir, bu da bir bakış açısı” diyeceğim ama doğrusu çok sakıncalı bir bakış açısı. Okumamayı “cahil” olmayı, tahsilsizliği neredeyse bir “erdem” seviyesinde yücelten ve bunun karşısına adeta okuyanları genelleyip adeta “düşman” mertebesine yerleştiren “arızalı” bir anlayış bu. Hele de “Prof. Dr.” unvanına sahip biri tarafından dile getirilince daha bir acayip kaçıyor. Ne yani şimdi küllen “cahil” mi kalalım?
Derdini şöyle ifade etse bir ölçüde anlayacağım; “Bunlar ülkesine, milletine ters düşen bir okumuş sınıftırlar. Bu ülkenin gerçeklerine yabancılaşmışlardır.” Hatta detaylarını iyi tarif etmek kaydıyla tartışılabilir bulur belki de kimi noktalara katılabilirdim bile.
Maalesef Prof. Dr. Arı, sağın çok geleneksel bir “takıntısı”nı tekrar etmekten öteye gidememiş. Sağın oldum olası okumayla, okuyanlarla arasının pek iyi olmadığı, hatta bunu çoğu kez “okuma ve okuyan alerjisi”ne çevirdiği biliniyor. Bu da olabilir. Herkes “entelektüel hareketi” olmak ya da kendisini öyle tarif etmek zorunda değil. Ancak bunu bir “okuyan düşmanlığı”na çevirmenin alemi de yok. O zaman “vasatın egemenliğine” davetiye çıkartır, “vasıfsızlar”ın her alana sızmasına zemin hazırlarsınız. Siyaseti ise büsbütün bu süreçlere teslim edersiniz.
KANTARIN TOPUZUNU KAÇIRAN KAÇIRANA!..
Şimdi öyle anlaşılıyor ki bu konuda da kantarın topuzunu iyice kaçırmışız. Bu noktada da “makul”u, “orta”yı, “olması gereken”i bulamıyoruz. Bunun ana sebebi ise her şeyi olduğu gibi bu konuyu da siyasi tartışmalarımızın içine çekmek istememizden kaynaklanıyor. Prensipte okumayanlara da okuyanlara da böylesi gerekçelerle karşı çıkmak, kötülemek ya da övgü düzmek aslında aynı tepkinin iki yüzü gibidir. İkisi de sağlıksızdır. Dahası toplumun iki unsurunu birbirine düşmanlaştırmaktır.
Oysa ne “okuma” ne de “okumama” kendi başına daha sağlıklı, daha doğru düşünmenin garantisidir. Bambaşka bir “yetenek” işidir. “Okumayanlar doğru düşünmez” buna karşılık “okuyanlar” her zaman “şahane” düşünür diye bir kural da yok. (Ya da tersi; “Okumayanlar her zaman doğru düşünür, okuyanlar ise yanlış düşünür”) ”Okumuş cahiller” mürekkep yalamış kifayetsizler –sürüsüne bereket- olabileceği gibi “okumamış” ama çok daha aklı başında insanlar olabilir. Bunlar yanıltıcı sınıflamalardır. Kaçınmak gerek!
Titr, mevki sahibi ama çok dangıl dungul, öküz derecesinde kafasız kişiler olabileceği gibi hiçbir titri olamayan ama çok daha duyarlılık ve bakış açısı sahibi adamlar da olabilir. Tonlarca kitap hatmetmiş ama burnunun ucunu dahi göremeyen şahıslar çıkabileceği gibi hiç okumamış ya da az okumuş ileri görüşlü kişiler de bulunabilir. Tahsilli ama kaba saba, tahsilsiz ama efendi insanlarda çıkabilir. O yüzden bu ülkede “Tahsil cehaleti alır, eşeklik baki kalır” diye enfes bir söz vardır.
Hele de “erdemli” olmanın okumak ya da okumamakla hiçbir ilgisi yoktur. Ahlak, feraset, edep ne okumayla otomatik olarak kazanılır ne de okumamakla otomatik olarak kaybedilir. Tamamıyla bireysel bir “manevi evrimleşme” meselesidir. Gerçi şimdi çok az rastlanır oldular o başka!
Dahası okumuş olmak halka “tepeden” bakmanın, onun inançlarını, tercihlerini, yaşam tarzını küçümsemenin, dışlamanın, zoraki “adam etme”nin ruhsatını vermediği gibi, “okumamış” olmak da her zaman “okumuşlar”a, aydınlara, entelektüellere şüphe ile bakmanın, “her tür melanet bunlardan gelir” diye düşünmenin gerekçesi de olamaz.
Yanı sıra “okumuş olmak” mankurtlaşmanın, ülkesini yabancı odaklara şikâyet etmenin, ajan olması pek muhtemel yabancıları alkışlamanın, terörü ve teröristi mazur gösterecek gerekçeler bulmanın, ülkenin bölünmesine giden süreçleri desteklemenin, “Ben hükümete karşı çıkayım da isterse ülke yangın yerine dönsün” sorumsuzluğunun, “barış” söylemi ardında “iç savaş”a doğru giden süreci görmemenin bahanesi olamaz. “Okumuşluk” ülkeyi çıkmaza sürüklemenin yetkisini almak değildir. Bu ayrımlar dikkate alınır ama tüm “okumuşlar”a, “üniversiteliler”e mal edemezsiniz. Her farklı düşüneni de suçlayamazsınız.
SAĞLI-SOLLU AYDINLARIN DAYATMASI SAHTE BİR İKİLEM!
Sonuç olarak; bence halkın ne “okuyanla” ne de “okumayanla” bir problemi yok. Her ikisiyle de problemi olanlar sağlı-sollu aydınlardır. Biri okumamayı bir “siyasi ranta”, oya çevirmek isterken, diğeri “siyasi suçlama”lara, kendi beceriksizliklerine dolgu malzemesi yapmaktadır. Oysa ne “cehalet”, okumama ne de “tahsilli” olma, okuma başlı başına “siyasi” bir özelliktir. Okumamak tek başına ne “gerici”, ne de okumak “ilerici” olma durumu değildir.
Biri diğeri karşısında suç ya da ayıp da değildir. Sağ aydında okuyanlara karşı nefrete varabilen bir düşmanlık, antipati, güvensizlik, sol aydında ise okumayanlara karşı bir küçümseme, yer yer kibirli bir aşağılamaya varan (“Bidon kafa” ya da “göbeğini kaşıyan adam” söyleminde olduğu gibi) bakışlar mevcuttur. Sorulmayan soru “Biz bu kontağı nasıl kuracağız?” ya da “bu fasit daireyi nasıl aşacağız?” olmalıdır.
O yüzden asıl mesele bu iki “uç anlayış”ı da kırmaktır. Onun için ikisini ortak bir noktada buluşturmaktır. Bu ise halkın okumuşlarla, okumuşların da halkla daha sağlıklı temellerde iletişim kurmasını sağlamaktan geçer. Bu “kıvamı” tutturabilen geleceğin Türkiye’sine damgasını vuracaktır. Okumak milli hedefimizdir, okuyanı, okumayanı ile insanlarımız ise milli değerlerimizdir. Her ikisini karşı karşıya getirmek bu ülkeye yapılacak en büyük kötülük olur.
Ancak buraya ne okumamışlığa, “cehalete methiye” düzmekle, ona prim vermekle ne de “okuma”yı abartmakla, tek başına yüceltmeyle, bir “ayrıcalık” noktasına çekmekle varılabileceğini sanmıyorum!..
22.03.2016
atillaakar@gmail.com
Lakin öyle anlaşılıyor ki bu çelişkilere adeta yeni çelişkiler eklenmesi için üstün gayret gösteriliyor. Adeta çelişki üzerine çelişki icat ediliyor bile diyebiliriz. Yahut zaten var olan kimi çelişkiler negatif yönde o kadar çok işleniyor ki, öyle tuhaf pazarlanıyor ki insanın başka “çelişki” aramasına gerek kalmıyor. Sonunda çelişe çelişe hep birlikte zihni ve kişiliği çelişkili, hatta şizofrenik şekilde bölünmüş bir topluma döndük. Asıl çelişki bu ve tarifi imkânsız garip bir duruma işaret ediyor. Buralardan çıkabilecek miyiz bilmiyorum?
CEHALETE ÖVGÜ OLUR MU?
Nitekim şimdi bunlara yeni bir tanesi daha eklenmiş görünüyor. Bu da “Okumuşlar / Okumamışlar” (Yahut az okumuşlar) olarak tarif ediliyor. Öyle ki Sebahattin Zaim Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Bülent Arı, bu durumu kendince “teorize” etmiş “okuma oranı arttıkça kendisine afakanlar bastığını ve cahil, okumamış halka daha çok güvendiğini” belirtmiş.
Daha ziyade "Bu suça ortak olmayacağız" diyen akademisyenlerle ilgili tepkisini ifade etmeye çalıştığı anlaşılan Prof. Dr. Bülent Arı, "Ben daha çok cahil ve okumamış tahsilsiz kesimin ferasetine (anlayış-sezgi) güveniyorum bu ülkede. Yani ülkeyi ayakta tutacak olanlar, okumamış, hatta ilkokul bile okumamış, üniversite okumamış cahil halktır. Onlar bu yanlışların hiçbirini yapmazlar, o beyannamenin ben neresinden tutayım. Daha önce Jön Türklerin yaptığı gibi ateşe sürüklüyorlar Türkiye'yi. Türkiye'nin okumuş kesimi, profesörlerden başlayarak geriye doğru en tehlikeli olanlar üniversite mezunları. Olayları en rahat okuyanlar ilkokul mezunları. Çünkü zihinleri berrak. Üniversite ve sonrası durum çok vahim çünkü gidişatı okuyamıyorlar, zihinleri bulanık." demiş.
“Olabilir, bu da bir bakış açısı” diyeceğim ama doğrusu çok sakıncalı bir bakış açısı. Okumamayı “cahil” olmayı, tahsilsizliği neredeyse bir “erdem” seviyesinde yücelten ve bunun karşısına adeta okuyanları genelleyip adeta “düşman” mertebesine yerleştiren “arızalı” bir anlayış bu. Hele de “Prof. Dr.” unvanına sahip biri tarafından dile getirilince daha bir acayip kaçıyor. Ne yani şimdi küllen “cahil” mi kalalım?
Derdini şöyle ifade etse bir ölçüde anlayacağım; “Bunlar ülkesine, milletine ters düşen bir okumuş sınıftırlar. Bu ülkenin gerçeklerine yabancılaşmışlardır.” Hatta detaylarını iyi tarif etmek kaydıyla tartışılabilir bulur belki de kimi noktalara katılabilirdim bile.
Maalesef Prof. Dr. Arı, sağın çok geleneksel bir “takıntısı”nı tekrar etmekten öteye gidememiş. Sağın oldum olası okumayla, okuyanlarla arasının pek iyi olmadığı, hatta bunu çoğu kez “okuma ve okuyan alerjisi”ne çevirdiği biliniyor. Bu da olabilir. Herkes “entelektüel hareketi” olmak ya da kendisini öyle tarif etmek zorunda değil. Ancak bunu bir “okuyan düşmanlığı”na çevirmenin alemi de yok. O zaman “vasatın egemenliğine” davetiye çıkartır, “vasıfsızlar”ın her alana sızmasına zemin hazırlarsınız. Siyaseti ise büsbütün bu süreçlere teslim edersiniz.
KANTARIN TOPUZUNU KAÇIRAN KAÇIRANA!..
Şimdi öyle anlaşılıyor ki bu konuda da kantarın topuzunu iyice kaçırmışız. Bu noktada da “makul”u, “orta”yı, “olması gereken”i bulamıyoruz. Bunun ana sebebi ise her şeyi olduğu gibi bu konuyu da siyasi tartışmalarımızın içine çekmek istememizden kaynaklanıyor. Prensipte okumayanlara da okuyanlara da böylesi gerekçelerle karşı çıkmak, kötülemek ya da övgü düzmek aslında aynı tepkinin iki yüzü gibidir. İkisi de sağlıksızdır. Dahası toplumun iki unsurunu birbirine düşmanlaştırmaktır.
Oysa ne “okuma” ne de “okumama” kendi başına daha sağlıklı, daha doğru düşünmenin garantisidir. Bambaşka bir “yetenek” işidir. “Okumayanlar doğru düşünmez” buna karşılık “okuyanlar” her zaman “şahane” düşünür diye bir kural da yok. (Ya da tersi; “Okumayanlar her zaman doğru düşünür, okuyanlar ise yanlış düşünür”) ”Okumuş cahiller” mürekkep yalamış kifayetsizler –sürüsüne bereket- olabileceği gibi “okumamış” ama çok daha aklı başında insanlar olabilir. Bunlar yanıltıcı sınıflamalardır. Kaçınmak gerek!
Titr, mevki sahibi ama çok dangıl dungul, öküz derecesinde kafasız kişiler olabileceği gibi hiçbir titri olamayan ama çok daha duyarlılık ve bakış açısı sahibi adamlar da olabilir. Tonlarca kitap hatmetmiş ama burnunun ucunu dahi göremeyen şahıslar çıkabileceği gibi hiç okumamış ya da az okumuş ileri görüşlü kişiler de bulunabilir. Tahsilli ama kaba saba, tahsilsiz ama efendi insanlarda çıkabilir. O yüzden bu ülkede “Tahsil cehaleti alır, eşeklik baki kalır” diye enfes bir söz vardır.
Hele de “erdemli” olmanın okumak ya da okumamakla hiçbir ilgisi yoktur. Ahlak, feraset, edep ne okumayla otomatik olarak kazanılır ne de okumamakla otomatik olarak kaybedilir. Tamamıyla bireysel bir “manevi evrimleşme” meselesidir. Gerçi şimdi çok az rastlanır oldular o başka!
Dahası okumuş olmak halka “tepeden” bakmanın, onun inançlarını, tercihlerini, yaşam tarzını küçümsemenin, dışlamanın, zoraki “adam etme”nin ruhsatını vermediği gibi, “okumamış” olmak da her zaman “okumuşlar”a, aydınlara, entelektüellere şüphe ile bakmanın, “her tür melanet bunlardan gelir” diye düşünmenin gerekçesi de olamaz.
Yanı sıra “okumuş olmak” mankurtlaşmanın, ülkesini yabancı odaklara şikâyet etmenin, ajan olması pek muhtemel yabancıları alkışlamanın, terörü ve teröristi mazur gösterecek gerekçeler bulmanın, ülkenin bölünmesine giden süreçleri desteklemenin, “Ben hükümete karşı çıkayım da isterse ülke yangın yerine dönsün” sorumsuzluğunun, “barış” söylemi ardında “iç savaş”a doğru giden süreci görmemenin bahanesi olamaz. “Okumuşluk” ülkeyi çıkmaza sürüklemenin yetkisini almak değildir. Bu ayrımlar dikkate alınır ama tüm “okumuşlar”a, “üniversiteliler”e mal edemezsiniz. Her farklı düşüneni de suçlayamazsınız.
SAĞLI-SOLLU AYDINLARIN DAYATMASI SAHTE BİR İKİLEM!
Sonuç olarak; bence halkın ne “okuyanla” ne de “okumayanla” bir problemi yok. Her ikisiyle de problemi olanlar sağlı-sollu aydınlardır. Biri okumamayı bir “siyasi ranta”, oya çevirmek isterken, diğeri “siyasi suçlama”lara, kendi beceriksizliklerine dolgu malzemesi yapmaktadır. Oysa ne “cehalet”, okumama ne de “tahsilli” olma, okuma başlı başına “siyasi” bir özelliktir. Okumamak tek başına ne “gerici”, ne de okumak “ilerici” olma durumu değildir.
Biri diğeri karşısında suç ya da ayıp da değildir. Sağ aydında okuyanlara karşı nefrete varabilen bir düşmanlık, antipati, güvensizlik, sol aydında ise okumayanlara karşı bir küçümseme, yer yer kibirli bir aşağılamaya varan (“Bidon kafa” ya da “göbeğini kaşıyan adam” söyleminde olduğu gibi) bakışlar mevcuttur. Sorulmayan soru “Biz bu kontağı nasıl kuracağız?” ya da “bu fasit daireyi nasıl aşacağız?” olmalıdır.
O yüzden asıl mesele bu iki “uç anlayış”ı da kırmaktır. Onun için ikisini ortak bir noktada buluşturmaktır. Bu ise halkın okumuşlarla, okumuşların da halkla daha sağlıklı temellerde iletişim kurmasını sağlamaktan geçer. Bu “kıvamı” tutturabilen geleceğin Türkiye’sine damgasını vuracaktır. Okumak milli hedefimizdir, okuyanı, okumayanı ile insanlarımız ise milli değerlerimizdir. Her ikisini karşı karşıya getirmek bu ülkeye yapılacak en büyük kötülük olur.
Ancak buraya ne okumamışlığa, “cehalete methiye” düzmekle, ona prim vermekle ne de “okuma”yı abartmakla, tek başına yüceltmeyle, bir “ayrıcalık” noktasına çekmekle varılabileceğini sanmıyorum!..
22.03.2016
atillaakar@gmail.com