BEJAN MATUR DER SPIEGEL İÇİN YAZDI; İMRALI SÜRECİ ÇIKMAZ SOKAK!
Şair- yazar Bejan Matur, Alman Der Spiegel dergisi için "Kürt bağımsızlığı: Türkiye'yle müzakereler çıkmaz sokak" başlıklı bir makale kaleme aldı.
Kürt yazar, Türk hükümetiyle PKK arasındaki görüşmelerin siyasi özerklik isteyen Kürtleri tatmin etmeyeceğini öne sürdü.
İşte o yazı:
Türkiye’nin Kürt Sorununa Yeni Bir Tanım İhtiyacı
Ortadoğu’nun en kadim halklarından olan Kürtlerin öznesi olduğu Kürt sorunu hakkında bugüne kadar pek çok tanım yapıldı, yapılıyor. Çoğunlukla sorunun bir ‘kültürel haklar’ ve ‘eşitlik’ meselesi olduğu söylendi. Bu konuda entelektüellerden akademisyenlere, siyasetçilere herkes hemfikir. Onlara göre Kürtler demokratik haklarına kavuşup, eşit vatandaşlık statüsü kazanırlarsa sorun çözülmüş olacak. Öyle mi peki?
Öyle ise neden Türk devletinin Kürt kimliğini resmen tanıdığı, gasp edilen demokratik hakları iade edeceğine dair ilk adımları attığı günlerde PKK şiddetini arttırdı? Bana kalırsa bugüne kadar sorunun tanımı konusunda entelektüeller bile daha konforlu buldukları için kendi yalanlarına devleti de ikna ettiler. Bu büyük çarpıtmanın cesurca açığa çıkarılması ve Kürt sorununa yeni bir tanımın yapılması artık zorunlu. O halde daha başlarken söyleyelim, bana göre Kürt sorunu iddia edildiğinin aksine bir kültürel haklar ve eşitlik sorunu değildir! Nasıl bir sorun olduğu ancak ‘uluslaşma’ kavramı etrafında anlaşılabilir. Yani bir topluluğun bir yerde doğmakla o coğrafya ile kurduğu bağa dair ontolojik, varoluşsal bir ihtiyaçtan bahsediyorum. Belli bir coğrafya parçasına ait olmaya ve o coğrafyaya hükmetmeye dair insani, ontolojik ihtiyaç yatıyor Kürt sorunun kaynağında. Bu ontolojik ihtiyaç anlaşılmadan Kürt sorunun anlaşılması mümkün değil. Peki insana içkin olan, doğuştan sahip olunan bu dürtünün politikadaki karşılığı nedir?
Türkiye Cumhuriyeti deneyimi Anadolu’daki bütün etnik çeşitliliği, Türklük çatısı altında eritmeye çalışmış modern bir ulus devlet pratiğiydi. Kürtler bilinen pek çok sebeple bu erimeye, başka bir kimlik altında yok olmaya razı gelmediler. Bunun başlıca sebebi, aynı bölgede yerleşik nüfus yoğunluğuna sahip olmaları, bulundukları coğrafyanın bürokratik işgale geçit vermeyen şartları, geleneksel kültür yapısı ve ona eşlik eden doğal gururlarıydı. Böylece Cumhuriyetin asimilasyoncu politikalarına direnebildiler. Tabii bunda Cumhuriyetin kaynaklarının sınırlı oluşu da etkiliydi.
Bugün geldiğimiz aşamada ise Kürtler; modern tarih sahnesine gecikmiş bir halk olarak çıkıyorlar. Bu gecikmiş bir doğumdur!
Ve şu artık çok net; Kürtler artık varlar. Ve bunun geri dönüşü yok! Bu ‘var’ın, egzistansiyalist anlamda bir duyguya denk geldiğini söylemem gerekiyor. Zaten başından itibaren PKK’nın iddiası buydu, Öcalan, “Kürtler yoktu, ben var ettim’’ diyordu.
Sahiden Cumhuriyet paradigması açısından Kürtler, ‘yok özne’ idi. Türk üst kimliği içinde eritilmeye çalışılmış, varlığı sorunlu bir topluluktu. Ama bugün istense de yok sayılamayacak, politik organizasyon olarak başarılı bir halk hareketi oluşturuyorlar. PKK bu örgütlülüğün öncülüğünü yapan güç olarak misyonunu tamamlamıştır.
Fakat şimdi ne olacak? Abdullah Öcalan’ın Newroz’da milyonlara hitap eden mesajı, ‘silahların susması, sınır dışına çekilme, birlikte bir gelecek ve özetle demokratik ortak bir Cumhuriyet’ hayali ne kadar gerçekçi? Öcalan’ın önerdiği Anadolu, Mezopotamya birliği mümkün mü?
Başlarken sözünü ettiğim ontolojik sebeplerin bu hayale bir şerh düşürdüğünü zannediyorum. Şöyle ki; PKK o saf mülkiyet duygusunun, kendi doğasına, coğrafyasına hükmetme arzusunun bir sonucu olarak doğmuş bir örgüt. Her ne kadar marksist/sosyalist ideoloji üzerinden kendini enternasyonal olarak tanımlasa da, toplumsal yabancılaşmayı aşacak bir kök arayışı ve o kökü yeniden uyandırma ihtiyacından doğmuş bir örgüt.
Bu ihtiyacın pratik olarak hayata geçmesi için ciddi bedeller ödediği ise biliniyor. Dolayısıyla üzerinde yükseldiği bu kaidenin gereğini yerine getirmek, yayından fırlayan oku hedefine götürmekle yükümlü olsa gerek. Çünkü bu sadece tarihsel değil, insani, ontolojik de bir gereklilik.
Evet şu anda Türk devleti ile müzakere yürütmeleri için yeterince sebepleri var. Fakat bu pragmatik sebepler, Kürt halkının derinden hissettiği o ‘kendi coğrafyasına hükmetme’ ihtiyacını somut olarak bir çerçeveye oturtma hissini yok etmeye yetmiyor, yetmez.
Bunu daha iyi anlamak için Avrupa’nın modern tarih sahnesine geç çıkan uluslarına bakmak gerekir. Bugün İskoçya’nın, Katalonya’nın, Galler’in Avrupa Birliği çatısının güvenli saçağına sığınır sığınmaz, yüzyıllardır birlikte yaşadıkları uluslardan ayrılmayı istemeleri tam da iddia ettiğim tezi kanıtlıyor. Kürtler, evet Öcalan’ın sözünü ettiği demokratik, sınırları açık, Mezopotamya/Anadolu Cumhuriyetini diğer Ortadoğu halkalarını da içerecek şekilde yaratmayı hayal edebilirler belki. Fakat bu hayal muhatabı Türkler açısından ne kadar gerçekçi? Çünkü farklı ‘uluslar’ söz konusu olduğunda, sözünü ettiğim o ontolojik ‘kendi olma’ haline denk düşen bir sistem yaratılmadığı sürece dipten dibe rahatsızlık devam eder.
Bugün bu rahatsızlığın en iyi kanıtı asimile olmuş Kürtlerin bile radikal bir Kürtlük tavrı içinde olmalarıdır. Yani bir insan asimile de olsa içindeki o ulus duygusu bir biçimde yeşerebiliyor. Zaten Türkler açısından da asıl sorun yaratan, bu güçlü ‘gizil’ duygudur. Yoksa bugün ortalama hangi Türk’e sorsanız; Kürtlerin dillerini konuşması, demokratik eşit haklara sahip olması sorun olmayacaktır. Ama konu ‘bulunduğu coğrafyaya hükmetmeye, hakim olmaya’ gelince orada işler değişir! Kürtlerin statü talebi zinhar kabul görmez.
Bana kalırsa TC ile PKK arasında yürütülen müzakereye -ki gerçek anlamda bir müzakereden söz edilemez, çünkü tarafları, çerçevesi, garantörleri belli değil, ortada henüz net bir koreografi yok- rağmen sorun tüm ağırlığıyla orta yerde duruyor. Müzakerenin mantığının doğru seyretmemesinin altında yatan sebepler de yukarıda sözünü ettiğim kaygılardan kaynaklanıyor.
Yani Türk devletinin Kürtler konusundaki klasik refleksleri müzakerenin doğru ilerlemesine engel oluyor. Yaklaşık 30 yıldır savaştığı bir gücü, dolayısıyla Kürt halkını bir özne olarak muhatap kabul etmekte zorlanıyor devlet. Bunda zorlandığı için de ana yoldan sapıp ara yollar deniyor. Bugün müzakere adını verdiği görüşmeleri, medya ve BDP üzerinden yürütmesinin başka açıklaması olamaz. Halbuki BDP sorunun muhataplarından biridir, arabulucu rolünü üstlenmemeli.
O nedenle bağımsız üçüncü bir tarafın kolaylaştırıcı rolü üstlenmesi, tüm çatışma çözümlerinde olduğu gibi burada da gerekli. Böyle olunca akla hemen Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye karşı hissettiği dostluk geliyor. Varsa eğer tam da bu dostluğun sınanacağı bir zamandayız!
İşte o yazı:
Türkiye’nin Kürt Sorununa Yeni Bir Tanım İhtiyacı
Ortadoğu’nun en kadim halklarından olan Kürtlerin öznesi olduğu Kürt sorunu hakkında bugüne kadar pek çok tanım yapıldı, yapılıyor. Çoğunlukla sorunun bir ‘kültürel haklar’ ve ‘eşitlik’ meselesi olduğu söylendi. Bu konuda entelektüellerden akademisyenlere, siyasetçilere herkes hemfikir. Onlara göre Kürtler demokratik haklarına kavuşup, eşit vatandaşlık statüsü kazanırlarsa sorun çözülmüş olacak. Öyle mi peki?
Öyle ise neden Türk devletinin Kürt kimliğini resmen tanıdığı, gasp edilen demokratik hakları iade edeceğine dair ilk adımları attığı günlerde PKK şiddetini arttırdı? Bana kalırsa bugüne kadar sorunun tanımı konusunda entelektüeller bile daha konforlu buldukları için kendi yalanlarına devleti de ikna ettiler. Bu büyük çarpıtmanın cesurca açığa çıkarılması ve Kürt sorununa yeni bir tanımın yapılması artık zorunlu. O halde daha başlarken söyleyelim, bana göre Kürt sorunu iddia edildiğinin aksine bir kültürel haklar ve eşitlik sorunu değildir! Nasıl bir sorun olduğu ancak ‘uluslaşma’ kavramı etrafında anlaşılabilir. Yani bir topluluğun bir yerde doğmakla o coğrafya ile kurduğu bağa dair ontolojik, varoluşsal bir ihtiyaçtan bahsediyorum. Belli bir coğrafya parçasına ait olmaya ve o coğrafyaya hükmetmeye dair insani, ontolojik ihtiyaç yatıyor Kürt sorunun kaynağında. Bu ontolojik ihtiyaç anlaşılmadan Kürt sorunun anlaşılması mümkün değil. Peki insana içkin olan, doğuştan sahip olunan bu dürtünün politikadaki karşılığı nedir?
Türkiye Cumhuriyeti deneyimi Anadolu’daki bütün etnik çeşitliliği, Türklük çatısı altında eritmeye çalışmış modern bir ulus devlet pratiğiydi. Kürtler bilinen pek çok sebeple bu erimeye, başka bir kimlik altında yok olmaya razı gelmediler. Bunun başlıca sebebi, aynı bölgede yerleşik nüfus yoğunluğuna sahip olmaları, bulundukları coğrafyanın bürokratik işgale geçit vermeyen şartları, geleneksel kültür yapısı ve ona eşlik eden doğal gururlarıydı. Böylece Cumhuriyetin asimilasyoncu politikalarına direnebildiler. Tabii bunda Cumhuriyetin kaynaklarının sınırlı oluşu da etkiliydi.
Bugün geldiğimiz aşamada ise Kürtler; modern tarih sahnesine gecikmiş bir halk olarak çıkıyorlar. Bu gecikmiş bir doğumdur!
Ve şu artık çok net; Kürtler artık varlar. Ve bunun geri dönüşü yok! Bu ‘var’ın, egzistansiyalist anlamda bir duyguya denk geldiğini söylemem gerekiyor. Zaten başından itibaren PKK’nın iddiası buydu, Öcalan, “Kürtler yoktu, ben var ettim’’ diyordu.
Sahiden Cumhuriyet paradigması açısından Kürtler, ‘yok özne’ idi. Türk üst kimliği içinde eritilmeye çalışılmış, varlığı sorunlu bir topluluktu. Ama bugün istense de yok sayılamayacak, politik organizasyon olarak başarılı bir halk hareketi oluşturuyorlar. PKK bu örgütlülüğün öncülüğünü yapan güç olarak misyonunu tamamlamıştır.
Fakat şimdi ne olacak? Abdullah Öcalan’ın Newroz’da milyonlara hitap eden mesajı, ‘silahların susması, sınır dışına çekilme, birlikte bir gelecek ve özetle demokratik ortak bir Cumhuriyet’ hayali ne kadar gerçekçi? Öcalan’ın önerdiği Anadolu, Mezopotamya birliği mümkün mü?
Başlarken sözünü ettiğim ontolojik sebeplerin bu hayale bir şerh düşürdüğünü zannediyorum. Şöyle ki; PKK o saf mülkiyet duygusunun, kendi doğasına, coğrafyasına hükmetme arzusunun bir sonucu olarak doğmuş bir örgüt. Her ne kadar marksist/sosyalist ideoloji üzerinden kendini enternasyonal olarak tanımlasa da, toplumsal yabancılaşmayı aşacak bir kök arayışı ve o kökü yeniden uyandırma ihtiyacından doğmuş bir örgüt.
Bu ihtiyacın pratik olarak hayata geçmesi için ciddi bedeller ödediği ise biliniyor. Dolayısıyla üzerinde yükseldiği bu kaidenin gereğini yerine getirmek, yayından fırlayan oku hedefine götürmekle yükümlü olsa gerek. Çünkü bu sadece tarihsel değil, insani, ontolojik de bir gereklilik.
Evet şu anda Türk devleti ile müzakere yürütmeleri için yeterince sebepleri var. Fakat bu pragmatik sebepler, Kürt halkının derinden hissettiği o ‘kendi coğrafyasına hükmetme’ ihtiyacını somut olarak bir çerçeveye oturtma hissini yok etmeye yetmiyor, yetmez.
Bunu daha iyi anlamak için Avrupa’nın modern tarih sahnesine geç çıkan uluslarına bakmak gerekir. Bugün İskoçya’nın, Katalonya’nın, Galler’in Avrupa Birliği çatısının güvenli saçağına sığınır sığınmaz, yüzyıllardır birlikte yaşadıkları uluslardan ayrılmayı istemeleri tam da iddia ettiğim tezi kanıtlıyor. Kürtler, evet Öcalan’ın sözünü ettiği demokratik, sınırları açık, Mezopotamya/Anadolu Cumhuriyetini diğer Ortadoğu halkalarını da içerecek şekilde yaratmayı hayal edebilirler belki. Fakat bu hayal muhatabı Türkler açısından ne kadar gerçekçi? Çünkü farklı ‘uluslar’ söz konusu olduğunda, sözünü ettiğim o ontolojik ‘kendi olma’ haline denk düşen bir sistem yaratılmadığı sürece dipten dibe rahatsızlık devam eder.
Bugün bu rahatsızlığın en iyi kanıtı asimile olmuş Kürtlerin bile radikal bir Kürtlük tavrı içinde olmalarıdır. Yani bir insan asimile de olsa içindeki o ulus duygusu bir biçimde yeşerebiliyor. Zaten Türkler açısından da asıl sorun yaratan, bu güçlü ‘gizil’ duygudur. Yoksa bugün ortalama hangi Türk’e sorsanız; Kürtlerin dillerini konuşması, demokratik eşit haklara sahip olması sorun olmayacaktır. Ama konu ‘bulunduğu coğrafyaya hükmetmeye, hakim olmaya’ gelince orada işler değişir! Kürtlerin statü talebi zinhar kabul görmez.
Bana kalırsa TC ile PKK arasında yürütülen müzakereye -ki gerçek anlamda bir müzakereden söz edilemez, çünkü tarafları, çerçevesi, garantörleri belli değil, ortada henüz net bir koreografi yok- rağmen sorun tüm ağırlığıyla orta yerde duruyor. Müzakerenin mantığının doğru seyretmemesinin altında yatan sebepler de yukarıda sözünü ettiğim kaygılardan kaynaklanıyor.
Yani Türk devletinin Kürtler konusundaki klasik refleksleri müzakerenin doğru ilerlemesine engel oluyor. Yaklaşık 30 yıldır savaştığı bir gücü, dolayısıyla Kürt halkını bir özne olarak muhatap kabul etmekte zorlanıyor devlet. Bunda zorlandığı için de ana yoldan sapıp ara yollar deniyor. Bugün müzakere adını verdiği görüşmeleri, medya ve BDP üzerinden yürütmesinin başka açıklaması olamaz. Halbuki BDP sorunun muhataplarından biridir, arabulucu rolünü üstlenmemeli.
O nedenle bağımsız üçüncü bir tarafın kolaylaştırıcı rolü üstlenmesi, tüm çatışma çözümlerinde olduğu gibi burada da gerekli. Böyle olunca akla hemen Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye karşı hissettiği dostluk geliyor. Varsa eğer tam da bu dostluğun sınanacağı bir zamandayız!