BAZI GAZETECİLER BENİ İTİBARSIZLAŞTIRMA KAMPANYASI BAŞLATTI!

Fatih Altaylı'nın "Artık yazıları önemsenmiyor, etkisini kaybetti" dediği Star yazarı Fehmi Koru Akşam Gazetesi'ne çarpıcı açıklamalar yaptı.

Star Gazetesi yazarı Fehmi Koru, iktidara yakın olarak tanımlanan gazetecilerden. ’Şimdiye kadar tüm sağ iktidarlarla dünya görüşüm nedeniyle yakın gösterildim zaten’ diyen Koru ile kaybettiği iddia edilen ’etkisini’ konuştuk.

Yazar Fehmi Koru, muhafazakar kesimin en etkili isimlerinden biri. Ancak son dönemde özellikle Fatih Altaylı’nın açıkça ’Artık yazıları önemsenmiyor’ dediği Koru için, ’etkisini kaybetti’ diyenlerin sayısı artınca kendisini aradım ve bu etki meselesi nedir ona sordum... Aşağıda okuyacağınız uzunca sohbetin sonunda birkaç yıldır düzenlediği fasıl gecelerini bir süredir yapmayan Koru’ya ’Acaba bu nedenle mi etkinizi yitirdiğinizi düşünüyorlar’ deyip yeni fasılların yakında olacağı haberini de aldım...

- Etkili ya da etkisiz olmak, sizin için önemli mi?

Bu tarz sıfatlar benim için fazla bir anlam taşımıyor. Etki ölçülebilir bir şeyse, bu ’etki-metre’ benim elimde yok; başkalarında varsa bilmem.

- Etkinizi kaybettiğinizle ilgili eleştiriler, haber kaynaklarınızın artık sizi uzaklaştırdığı merkezinde yapılıyor. Haber kaynaklarınızdan uzaklaştınız mı?

Eskiden kimlerle çok yakınsam hala o yakınlığım devam ediyor. Ayrıca ben her tanıdığım insanı haber kaynağı olarak görmem. Haberin içinde olanların bana özel bir muamele göstermeyeceklerini de öğrenecek kadar yaşım ilerledi. Zaten kendiliğinden gelen hiçbir haberi değerlendirmedim hayatımda. O tespitler sadece itibarsızlaştırma kampanyasının parçasıdır, okurların, kanaatleridir önemli olan.

- Peki, bu ’Fehmi Koru artık etkisiz’ meselesi nereden çıktı?

Aklıma tek gelen, ’etkili ve önemli olmak’ bu tartışmanın tarafı olan kişilerin kendileri için çok ciddi bir ağırlık taşıyor olmalı. Böyle bir tartışmayı başlatanlar açısından, bunun en basitinden kendileriyle benim aramda kurdukları yanlış bir dengenin sonucu olduğunu düşünüyorum. Bir şey daha var tabii.

- Nedir o?

Bu tartışmanın tarafı olan insanlar medyada belli bir grubu oluşturuyor. Biri bir şey yazdığı zaman onu kampanyaya dönüştürmek için diğerleri hazır bekliyor. Demek ki böyle bir şeyi de kendi aralarında planlamışlar çünkü daha önceden böyle kampanyalar yürüttüklerini iddianamelerin eklerine yerleştirilmiş olan telefon kayıtlarından öğreniyoruz. Yani bunu, beni itibarsızlaştırma, önemsizleştirme, etkisizleştirme adına böyle bir kampanyaya dönüştürmüş olabilirler.

- Bu durum da yabancı olmadığımız bir şey... Daha önce de tasfiye edilecek gazeteciler listesi vardı. Empati yaptınız mı?

30 küsur yıldır her gün yazıyla, son 10-15 yıldır da televizyonda fikirlerimi açıklıyorum; bütün bu süreç boyunca bu tür kampanyaların hedefi oldum. Benim ilk hedef olduğumda duyduğum hisler, şimdi bu konularda yeni hedef haline gelen arkadaşlar için söz konusu oluyordur.

- Geçmişte yaşamış da olsanız, empati yapıyor musunuz peki?

Yaptığımız iş, çok bireysel bir iş. Kim, ne kadar uğraşırsa uğraşsın, kimse kimseyi tasfiye edemez. Bir yerden kovulmuşsa başka bir yerden mutlaka çıkar. O bakımdan esas üzerinde durulması gereken gazeteci dediğimiz kişinin hangi zihniyet içine girdiği. Eğer toplumda karşılığı olan bir zihniyetse, o asla kaybolmaz. Bugünkü medya düzeni 27 Mayıs 1960’ta kurulmuş bir düzendir.

- Söz konusu liste sizce ’darbeci zihniyet’i mi temsil ediyor?

27 Mayısçıların Babıali’den geçeceğiz dediklerini, dönemi anlatan tüm kitaplarda okuyabilirsiniz ama Babıali’den hakikaten geçtiklerinin üzerinde kimse durmadı. O zamanın örtülü ödeneğiyle Öncü isimli bir gazete çıkardılar. 1960 sonrasında bu gazetede yayın yönetmeni, yazı işleri müdürü, haber müdürü gibi işler yapan önemli isimlerin hepsi -hala hayatta olanlar- ya yazar, ya yönetici olarak karşımızda. 10 yılda bir darbe dalgaları esiyor, onlar hemen darbe öncesi zemini hazırlayacak bir atmosfere giriyorlar. Eğer tasfiye diye bir şey söz konusuysa, tasfiye bu zihniyetin tasfiyesidir.

- Nedim Şener, bir kitap vesilesiyle hapiste, Uğur Dündar şu anda ekranda değil. Bu isimler de mi askeri vesayetin parçasıydı?

Tek tek isimler üzerinde durmanın doğru olmadığı kanaatindeyim.

- Peki, arada muhalifliklerine kurban olduklarını düşündüğünüz isimler var mı diye sorayım...

Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın adı Ergenekon kapsamında anılmaya başladığını duyduğum anda bunun yanlış olduğunu söyledim. Kişi, gazetecilik çerçevesinde korkmadan fikirlerini ifade edebilmeli. Verdiğiniz o isimler, cevaplandırılamayacak bir konu değil.

UĞUR DÜNDAR’IN SORUNU PATRONUYLA

- Uğur Dündar peki...

Onun patronla ilgili olduğunu düşünüyorum. Neticede her müessesede bir patron var. O patron istediği kişiyle çalışıp çalışmama hakkına sahiptir. Toplumda fikirlerinin karşılığı olan insanlar, bugün bir patronla yollarını ayırır, yarın başka bir patronla devam eder.

- Yani bir şekilde gazetelerden, televizyonlardan uzaklaştırılanların muhalif olmalarının bu durumla bir bağı yok...

Muhalifi de açıklamamız lazım; kim muhalif, neye muhalif? Vesayetçi düzenin var olduğu ortamda sivillere karşı muhalif! Muhalefet midir bu? 28 Şubat’ta Genelkurmay Başkanlığı’nda davet verildiği zaman hemen en önde yerini alan, ’emret komutanım’ diye oradan aldığı emir ve talimatları yerine getiren hangi muhalefetten söz edebilir ki! Yani sivillerin elinde silah yok, ona muhalefet etmek kolay. Ama biz 28 Şubat’larda esas güç kaynağına, elinde silah olanlara karşı muhalefet ederken bu muhalefeti görmedik.

- Elinde silah olmasa da siviller yargıyı ya da başka güçleri kullanıp baskı ortamı yaratamaz mı? Nuray Mert’in ortaya attığı ’sivil dikta’ kavramından endişeniz yok mu?

Endişem olduğu oranda, ben ona karşı da sesimi yükseltiyorum. Mesela şu anda KCK operasyonları sürüyor, orada herkes birilerini tanıdığı için onlara kefil oluyor, ben tanımadığım halde ’bu yanlıştır’ diyorum. İnsanlar fikirlerini sonuna kadar savunmalıdır ama bu sivil vesayet anlamına gelmiyor ki! Yargının kendi iç dengeleri içinde olup biten bir olayın sivillerle alakası yok. Kuvvetler ayrılığı ilkesinin geçerli olduğu bir sistem içinde yürütme, yasama ve yargı arasında geçişsizlik olması lazım.

- ’Medya korku içinde’ başlıklı bir yazı yazdınız...

Basın özgürlüğünün çiğnendiğine dair güçlü emareler var ve bu mesleğin insanları da buna inanıyorlarsa o zaman bunun mücadelesini verecekler. Sadece patronuna karşı değil, baskıyı iktidar yapıyorsa iktidara karşı da mücadele verecek.

- Böyle bir mücadele yok mu?

Basın tarihinde gerçekten dokuz köyden kovulmuş, onuncu köyün neresi olduğunu bilmeyen, bu mesleğin çilesini çekmiş insanlar var tabii. Bugün de bunun mücadelesini vermek isteyenler için mücadele alanı açıktır. Kaldı ki bugün ayrıca gazeteler, televizyonlar bize kapalıysa, teknolojinin önümüze koyduğu alanlar var. Gerçekten hassasiyet duyanın, biraz zahmete katlanması gerekir.

- Ülkemizde basın özgürlüğünün sorunlu olduğu hakkında uluslararası kuruluşların hazırladığı raporlar var. Bu raporlar taraflı mı sizce?

Türkiye’de basın her zaman sorunlu ama bu sorunlar dünyanın her yerinde var. Bizdeki sorun Türk Ceza Kanunu ve Terörle Mücadele Kanunu’ndaki bazı maddelerden kaynaklanıyor. Bu maddeler elinde kalem olan veya konuşmaktan çekinmeyen insanların rahatlıkla toslayabilecekleri bir duvar gibi.

- Taha Kıvanç imzanızla, ’Güce yakın olmak mı olmaz olsun’ başlıklı bir yazı yazdınız. Belki bir muhasebe, bir duruşunuzu açık etme gibi okunabilecek bir yazıydı. Tam olarak neyi anlatmak istediniz?

Madımak Oteli’nde insanlar öldürüldüğünün hemen ertesi günü de ’başım önde geziyorum’ diye bir yazı yazdım. Yazdığım konu, beni bir biçimde ilgilendiriyorsa yani benimle ya da yakınlarımla aynı fikirde olduğunu düşündüğüm insanların yaptığı yanlışa dönükse, bu beni gerçekten çok rahatsız ediyor ve yüzümün kızarmasına sebep oluyor. Çünkü o olayın içinde yer aldığı söylenen insanlarla fikir beraberliği içinde olmam gerekirmiş gibi algılanıyor. Halbuki benim öyle bir eylemin içinde yer almış veya alabilecek kişilerle hiçbir fikir beraberliğim olamaz.

Tweet atar gibi köşe yazanlar var

- Twitter’de neden yoksunuz?

Vaktim az. Aslında bir hesabım var ama bir tane tweet atmışlığım yok. Sağ olsun birkaç bin takipçi, ısrarla atacağım ilk tweet’i bekliyor. Benim adıma ya da Taha Kıvanç adına hesaplar açıp oradan rahatsız edici tweet’ler yazanlar var.

- Takip ettiğiniz kişiler var mı?

Çok yakından izliyorum, benim de takip ettiğim insanlar var. Ama anlamadığım, şu anda bazı insanlar gazetelerdeki köşelerini Twitter üslubuyla yazıyor. Ham, oturmamış ani fikirler. Yani Twitter’ın en büyük sorunu, yazarlar üzerindeki bu etkisi.

Reha Muhtar’ın ’etki-metresi’

- Türkiye’nin en etkili yazarı kim sizce?

En sevdiğim yazarlar diye bir liste isterseniz öyle bir liste verebilirim ama en etkili yazar... Türk medyasından çok, değişik ülkelerden insanların yazıları daha fazla etkiliyor beni. Beni etkilemesi açısından verebileceğim bir liste yok ama toplumu etkilemesi diye soruyorsanız, elimde bir etki-metrem yok.

- Reha Muhtar, Ahmet Altan’ı en etkili yazar olarak göstermişti...

Demek onun için öyle. Reha Muhtar’ın elinde öyle bir etki-metre var demek ki.

’En etkili 10 listesi’ manipülasyondur

- Hürriyet’in Ertuğrul Özkök, Enis Berberoğlu, Sedat Ergin ve Ahmet Hakan’dan oluşan Dört Yüz projesini ’mahşerin dört atlısı’na benzettiniz.

Bu meslek bireyseldir, bu bireyselliği ortadan kaldırıp gruplaşmaya başladığınız andan itibaren farklı bir şey yapıyorsunuz. Sizinle ben, farklı düşüncede insanlar olarak bir olayla ilgili ayrı ayrı şeyler yazabiliriz ama oturalım beraber yazalım, bu da olabilir belki ama dördümüz birden derseniz o başka bir şeydir derim... Böyle bir örnek başka ülkelerde de yok sanırım. Sonuçta bu farklı bir amaçla yapılıyor.

- Televizyonda dört kişinin tartışması gibi değil yani...

Hayır, tam tersine; birbirine yakın insanlar, orada tartışma diye bir şey yok.

- Açık oturum diyelim...

Belki öyle göstermek isteyebilirler ama aslında tek başlarına bir yerlere gittiklerinde insanların farklı tepkileriyle karşılaşabilecek yazarların bir arada güç gösterisi olarak görüyorum. Bunu da yanlış buluyorum.

- En etkili 10 listesi yapmalarını da eleştirdiniz... Neden?

Böyle listeler gerçek hisleri paylaşmak için yapılabilir ama ben burada yönlendirme amaçlı bir çaba görüyorum. Türkiye’de ’kendini tartıştırmak’ diye bir kavram var; bundan övünç duyarak, tartışıldık falan diyorlar ama bundan daha önemlisi o listede hiçbirimizin aklına gelmeyecek birtakım isimleri ön plana çıkartmak ve ’bunlar etkilidir’ diye bir başka kamuoyu yaratma çabası var.

- Siz, böyle bir liste yapar mısınız?

Buna alet olmak istemem doğrusu, liste vermek yerine eğer amaç siyaseti ya da toplumu etkilemekse Türkiye’de herkesin etkileme potansiyeli var. Siz de, ben de bulunduğumuz yerlerde siyaseti etkileyebiliriz. Bireylerin belki tek tek etkileme gücü yoktur ama sivil toplum kuruluşlarında örgütlenerek her şeyi etkileyebilirler. Partiler içinde ya da dışında siyaseti etkileyebilirler... Zaten herkesin her şeyi etkileyebileceği bir ortamın adıdır demokrasi. Öyle bir liste yapıp, 10 kişiyle sınırladığınızda, kimsenin onlara vermediği bir payeyi vermiş oluyorsunuz.

CEMAATLE HÜKÜMET KÖPRÜLERİ ATAMAZ!

- Bugünlerde liberallerle muhafazakarların köprüleri attığının konuşulduğu gibi bir de hükümet ile Gülen cemaati arasındaki köprülerin atıldığı konuşuluyor. Atıldı mı sizce bu köprü?

Siyasetin içindekilerle cemaat yapılanması içindekiler aslında ayrı ayrı alanlarda çalışır. Bir iktidarın hangi düşüncede olduğu cemaatler açısından belki önemlidir ama onunla çok köprüleri atmamak iki tarafın da menfaatinedir. Gülen cemaati tabii çok büyüdü, çok alanda faaliyet gösteriyor. Dolayısıyla da o cesamete bakıp hükümetle mutlaka bir iktidar kavgasına tutuşmaları gerekirmiş gibi fikir üretiliyor. Böyle bir şeyin olması mümkün değil. İşin doğası gereği ne cemaat hükümete bütünüyle köprüleri attıracak kadar ileri gidebilir ne de hükümetler cemaatlerle ters düşmeyi göze alabilir. Neticede ikisi birlikte yaşamanın yolunu mutlaka bulur.

- Bu tip bir ilişkide birbirinin çıkarlarını kollamak demokratik midir?

Amerika ya da diğer ülkelerde böyle toplumsal örgütlenmeler var ve bu örgütlenmeler bir biçimde siyasette ağırlıklarını koymak için çaba gösterir. Türkiye gelip cemaat ya da farklı yapılanmaları görmezden geliyordu, şimdi bu realiteyle karşı karşıya. Başka ülkelerdeki benzerlikler aranmadığı için sanki bize özel bir durum varmış gibi hüküm veriliyor. Tabii, Gülen cemaatinin medya yapılanması da olduğu için bazı şüpheler oluyordur. Bu medya yapılanması içinde yer alan insanlar, oturup bugün kime vuralım, kime alkış tutalım demiyorlar. Neticede o yazıyı da, bir kişi yazıyor. Cemaati herkesi bir biçimde sınırlayan ve asla farklı olmaması gereken bir hale dönüştüren bir yapı olarak görmek çok yanlış.

- Kafamızdaki cemaat tanımı da tam olarak bu!

İşte, o yanlış diyorum.

- Sonuçta cemaat bir ortak ideal etrafındaki insanlardan oluşmuyor mu?

Ortak ideal evet ama o cemaat içinde olmayıp da aynı ideal için çaba gösteren başka insanlar yok mu?

- Ama cemaatin medya organında yazarken ortak ideale ters bir şey yazılabilir mi, öyle bir özgürlük var mı?

Vallahi ben, özgür olduğu kanaatindeyim. Değişik gazetelerde çıkan yazılara bakıyorum ve bir emir-komuta zinciri içinde yazılmadığı kanaatine varıyorum ama başkaları da aynı yazıları okuyup tersi sonuca varıyor olabilirler. Bir disiplin içinde yazmıyorlar ama birbirlerinden mutlaka etkileniyorlardır. Bu etkiyi, talimatla yazı yazdırma tarzında yorumlamak yanlış.

- Bu konuyla ilgili çok sayıda söylenti yayılıyor. Mesela Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç Amerika’ya gitti, cemaatin ileri gelenlerine ’siz ne yapmak istiyorsunuz’ diye bağırdı. Yahut Gülen geçen ay bir grup gazeteciyi Amerika’ya çağırdı, bugünlerde onların yazılarını daha dikkatli okuyun gibi... Bunlar mesnetsiz iddialar mı?

Mesnetsiz olmayabilir de, böyle olaylar da oluyordur. Ben zaten en başta bunu söylemeye çalıştım. Netice itibarıyla birbirlerine yakın duran ama çıkarları ve çalıştıkları alanların getirdiği sınırlamaları farklı olan sosyal tabakalar bunlar. Biri siyaset, ötekisi cemaat ama malzemesi aynı: İnsan. Dolayısıyla zaman zaman yollar bir biçimde kesişiyor ve mutluluklar olduğu gibi mutsuzluklar da doğuran bazı olaylar olabiliyor. Dolayısıyla bir siyasetçinin bir şeyin yanlış yapıldığını ifade etmesi ya da siyasetçiye benzer bir çıkışın cemaatin bir üyesi tarafından yapılması, tanımladığım sınırlar içinde. Gazetecilerin, ABD’ye gitmesi, orada konuşulanlar bir talimattır demek, o arkadaşlara da hiç yakışmaz. Gazetecileri davet ediyorlarsa göstermek istedikleri bir şey vardır ama ille yazsınlar diye de götürdüklerini zannetmiyorum. Hoca Efendi, kendiyle görüşen gazetecilere büyük ihtimalle zaten yazılmaması kaydıyla konuşuyordur, yani talimat yazmak yönünde değil yazmamak yönündedir.

Gülay Altan/Akşam