BASIN ŞEHİTLERİ YÜREK YARASIDIR!
Star yazarı Ardan Zentürk hayatını kaybeden DHA muhabirleri ile ilgili duygusal bir yazı kaleme aldı.
İşte Star yazarı Zentürk'ün o yazısı...
“Basın şehidi” yürek yarasıdır…
“Gazete”, Mühürdar sabahlarının erken saatlerinde kapımıza bırakılırdı o dönem…
Mahallenin bakkalının günlük yaşamımızın en önemli aktörlerinden biri olduğu
yıllardı 1960’lar… Merhum peder bey, okumayı öğrendiğim yıl, benimle hayli masum
görünen ama belki de bütün yaşantımı belirleyecek bir iddia ortaya koymuştu:
Kim en erken uyanıp gazeteyi ilk okuyacak? Erken uyanıp “gazeteyi kaptığım an”,
bu, aynı zamanda cepteki sarı 25 kuruşluk demekti. Benim yaş kuşağım hemen
hatırlayacaktır…Cumhuriyet altınını andıran o sarı 25 kuruşlar günlük harçlık
demekti. Bir de büyük, gümüş rengindeki 2.5 Liralık vardı ki, bayram harçlığı olarak
alındığında bayram işte o zaman gerçek anlamıyla bayram olurdu.
Doktorluk mesleğinin yanında yazarlığını da sürdüren babam ile aramızdaki iddia
henüz 6 yaşımdayken 1961 yılında başladı, ben gazete okumayı hayatımın normal bir
parçası kıldığım günlere kadar sürdü…
Mühürdar’daki mahalle bakkalımız demek çalışkan bir insanmış, yardımcısı Hürriyet
gazetesini sabah 5.30 cıvarında kapımıza bırakırdı, ben kapardım!..
Bugünlerde de bütün yöneticiliklerden arınıp, çok dolaşan, dolaştığını da okuru ve
izleyicisi ile paylaşmaya çalışan bir gazeteci olmanın nedeni Hikmet Feridun Es’in
Hürriyet’te tefrika edilen seyahat yazılarıydı…Hemen, ilk olarak kıdemli gazetecinin
serüvenlerini okurdum.
Ama bir sabah gazeteyi elime aldığımda donup kaldığımı hatırlıyorum…
Döndüm baktım tarihe kontrol için, demek 25 Ocak 1963’müş… Sekiz yaşımın renkli
günlerinde içimi sarsan gelişme, üç gazetecinin göreve giderken donarak ölmesiyle
ilgiliydi…
Hürriyet muhabirleri Yüksel Kasapbaşı, Yüksel Öztürk ve Abidin Behpur Tapaner,
zorlu kış şartlarında Çatalca’da kardan mahsur kalmış bir trenin yolcularına ulaşmak
ve yaşanılanı Türkiye’ye aktarmak için yola çıkmışlardı, önlerini tipi kesti…
Yıl 1963… Memlekette ne doğru dürüst bir kurtarma ekibi, ne yolları hemen açacak
ekipman, ne cep telefonu hatta basın arabalarında telsiz var…24 Ocak 1963 günü
birbirlerine sarılarak öldüler…
Çocuk aklımda benim için o güne kadar iki tür insan ölümsüzdü… Türk askerleri ve
gazeteciler..
Allah’ın onları bir şekilde koruduğuna, her türlü beladan kurtulmalarının yolunu bir
kader olarak açtığına inanırdım…
Yüksel Kasapbaşı, Yüksel Öztürk ve Abidin Behpur Tapaner için evin en küçük
ferdinin yaşadığı ağır yas havasını bütün aileyi derinden etkilediğini, annemin
benimle ağladığını, babamın bile ne yapacağını şaşırdığını hatırlıyorum.
Onlar benim için her zaman kahraman görev şehitleri olarak kaldılar…
İlerleyen yıllar ne yazık ki, askerlerin ve gazetecilerin de diğer faniler ile aynı kaderi
paylaştıklarını gösterse de 1963 yılının o karlı ocak sabahındaki gibi kalmaya çok
çalıştım…
Bu yazıyı, yine iki basın şehidinin aziz anısı için yazıyorum…
Depremden hemen sonra Van-Erciş’e intikal etmiş bir meslek büyükleri olarak…
Sabahattin Yılmaz’ın yaşam öyküsüne baktım…1959 doğumlu…Bu gezegendeki
serüven süremiz hemen hemen aynı…Belli ki içimizdeki meslek heyecanı da…O
mesleğin en kıdemli bölgesinde, gerçek gazetecilik alanında, yani muhabirlikte
sebatını sürdürmüş bir dost…
Cem Emir…1985 doğumlu…Oğullarım yaşında…Yaşam böyle bir şey işte…Yaş
ilerleyince, Cem gibi genç bir cenazenin ardından “evlat yarası” yaşamak kaçınılmaz
oluyor…
Bu meslek, biraz böyledir…Alır götürür…
12 Temmuz 1991’i unutamam…
Erdoğan Öztürk, Asil Nadir’in sahip olduğu Günaydın Gazetesi’nde omuz omuza
çalıştığım değerli bir meslektaştı… Dışhaberler editörüyüm gazetenin…Her
gün “dünya sayfasını” birlikte yapıyoruz…
İşte o gün işe geldiğinde yüzünü kara-sarı renkte ve hayli bitkin görmüştüm.
Sinirliydi de… Yeni doğmuş bebeğine ihtiyacı olan mamayı ve ilacı bir türlü
alamadığını, çareyi ailesinden borç aramakta bulduğunu söylüyordu… Asil Nadir
İngiltere’de hapisteydi ve bizler aylardır tek kuruş maaş almadan onun sahibi olduğu
gazeteleri ayakta tutmaya çalışıyorduk…
Beraber uzun çalışma masasına oturduk, sayfayı yapacağız… O sırada birlikte
çalıştığımız değerli dostum Fatih Böhürler de, sayfa için ayırdığımız fotoğrafları
getirmek için yanımızdan ayrılmış…
Birden… Erdoğan’ın, gözleri sabitlenerek, yere düştüğünü gördüm…Önce bayıldı
sandım, başı ellerimdeydi… Ama sonra… Kalp krizi geçirdiğini fark ettik… Doktor!
çığlıkları, ilk müdahale çabaları… Yetmedi… Erdoğan son nefesini verirken son kez
benimle Fatih’e baktı, sanki “neden yardım etmiyorsunuz” der gibiydi, öldü…
Yüreğim, elimde ölen meslektaşımın gözlerini kapatmaya yetmedi, doktorlara
bıraktım…
Erdoğan Öztürk “basın şehidi” kavramının bir başka yönünü temsil eder…
Maaşını alamayan, patronu tarafından terk edilen, atılan, sürülen, onurlu bir yaşam
sürdürmeye çalışırken ailesiyle birlikte yaşamla yüz yüze bırakılan gazeteciler
grubunun şehididir aslında…
Bu yönüyle baktığınızda… Bizim meslek bütünüyle bir depremdir… Kimin göçük
altında ne zaman kalacağı, kimin Bab-ı Ali’nin ünlü yokuşundan çıkarken kan
kusacağı hiç belli olmaz!..
Sabahattin Yılmaz ile Cem Emir’i yolcu ettik…
Onlar görev başında öldüler… Ebedi dünyada, oraya kendilerinden önce intikal etmiş
ustalar ve ağabeyler tarafından ışıklar içinde karşılandıklarını inanmak, benim çocuk
kalmasına gayret ettiğim yüreğimi biraz ferahlatıyor…
Allah’tan rahmet, meslektaşlarına ve ailelerine sabır diliyorum…