''BAL''A AŞIK OLMASI FİLMİN MUCİZESİ, PEKİ HINCAL ULUÇ'UN MUCİZESİ NE?
"Bal'a aşık oldum ben" diyen Hıncal Uluç'un filmi överken "açılış sahnesi" için kullandığı ifadeler Yeni Şafak yazarı Salih Tuna'yı şaşkınlığa uğrattı.
"Bal"ın Hıncal Uluç mucizesi
Kıymet hükmümü baştan söyleyeyim: Tarkovski’nin "Ayna"sından bu yana hiçbir film bu kadar etkilemedi beni.
Semih Kaplanoğlu’nun "Bal"ı, tabiri caizse, bir nevi temaşa zikri.
Öyle ki...
"Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olur..." buyruğundan hareketle, "Bal’ı izlemek bir zikre iştirak etmektir..." demek mümkün.
Çamlıhemşin’in harikulade yeşilliğinden, hulasa, Allah’ın mücmel ayetlerinden bahsetmiyorum sadece.
Kaplanoğlu’nun "Bal"ı...
Arının, balın, ağacın, ormanın, kuşun, düşün, gerçeğin, çiçeğin böceğin ötesinde tevekkülün, tefekkürün, doğayla hemhal olmanın, zamanı, yaşanmaya değer hayatın tanıklığına "çağırmanın" müthiş bir senfonisi.
Semih Kaplanoğlu’nun sinemasıyla Nuri Bilge Ceylan yahut Zeki Demirkubuz’un sinemasını sakın karşılaştırmayın.
Yusuf üçlemesi, bilhassa bu üçlemenin son filmi "Bal", bütün "Uzak"ları yakın kılan, "Mayıs Sıkıntısı" dahil bütün sıkıntıları inşiraha tebdil eden, bütün "Kader"lerin üzerinde de bir kader olduğunu imleyen bir şaheser.
Hem de, her bir karesi, her bir sahnesiyle!
Çocuğun bir kova suda yansıyan Ay’ı tutma gayreti, tutamayınca yutmaya çalışması, olanca safiyet içinde de olsa insan eli dokunduğunda Ay’ın "şavkının" bozulması, sonra kaybolması, sabır ve tevekkül içinde beklendiğinde azar azar toparlanıp eski haline kavuşması...
Evet, tek başına bu sahne bile, Semih Kaplanoğlu’nun "Yumurta", "Süt" ve "Bal" üçlemesinin (zaman ve hakikat ekseninde) hülâsası mesabesindeydi.
Hele o müthiş final sahnesi:
O ağaç, o çocuk, ve zamanı tüketmenin değil yaşanılır kılmanın ifadesi o soluyuş. O hakikatin kucağında hemhal oluş...
Bilimin- tekniğin sadece doğayla çatışarak elde edildiğine iman edilen ahir zamanlara bir "şifa" ayini gibiydi.
Allah’ı her daim zikreden doğayla ancak ve ancak Allah’ı unutan insan çatışabilir.
Ve...
"Onlar ki, Allah’ı unutmuşlardır, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur..." (Haşr- 19) buyurmuştur Kur’an.
"Bal" insana unuttuğu fıtratını, yani, kendisini hatırlatıyor!
"Şifa" niyetine de izleyebilirsiniz bu filmi; modern zamanların insan safiyetini iğva eden saldırılarına karşı...
Mutlaka ama mutlaka izleyin.
Öyle muhteşem bir film ki, Hıncal Uluç’a bile, "Bal’a âşık oldum ben" dedirtebiliyor!
Sadece bunu demekle de kalmıyor tabii.
Muhteşem diyor, kesmiyor; heceleyerek tekrarlıyor aynı kelimeyi, hızını alamıyor; destan diyor, efsane diyor, gurur diyor...
Velhasıl-ı kelam, "Bu film bir mucize..." diyor.
Ki, çok haklı.
Elizabeth Taylor’ın "Her insan kendi hayatını yaşar ve bir kere yaşar..." şeklindeki sözünü "an"ı yaşamak hususunda rehber edinen bir "hedonisti" bile kendine âşık ettiğine göre bu film gerçekten de bir mucize!
İnşallah bu aşk, "Bal"ın Berlin’de aldığı ödüle değil de, bizzat filmedir.
Daha evvel yere göğe sığdıramadığı filmlerden üç aşağı beş yukarı sinema zevkini bildiğimiz için "Bal"a âşık olmasında bir yanlışlık var demek istemem.
Söz konusu yazısında "Bal bir insan filmi.. İnsan için yapılmış insan filmi.." gibi tuhaf bir aforizması da var.
Eh yani, nihayetinde Hıncal Uluç da bir insan olduğuna göre bu filme âşık olması gayet doğal.
Lakin...
"Açılış sahnesi" hakkında övgü sadedinde söyledikleri ister istemez kuşku uyandırıyor!
Hem "Kaplanoğlu, temposuzluktan öyle bir tempo çıkarmış ki, filmi nerdeyse nefes nefese izliyorsunuz..." diyor, hem de övgü yağdırdığı açılış sahnesinde adamın 76, eşeğin 11 adımını sayabiliyor!
İnsan soluk soluğa izlediği bir sahnede eşeğin adımlarını nasıl sayar?
Adamın adımlarıyla eşeğin adımlarının toplamı 87 eder ki, 87’ye kadar sadece saysa mezkur sahne kısa kalabilir.
E’ee, nasıl oluyor bu iş?
Neyse tadını kaçırmayalım.
Madem ki "Bal"a âşık olmasını filmin mucizesine verdik, eşeğin adımlarını saymasına da "Hıncal’ın mucizesi" diyelim olsun bitsin.
Salih Tuna/Yeni Şafak
Kıymet hükmümü baştan söyleyeyim: Tarkovski’nin "Ayna"sından bu yana hiçbir film bu kadar etkilemedi beni.
Semih Kaplanoğlu’nun "Bal"ı, tabiri caizse, bir nevi temaşa zikri.
Öyle ki...
"Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olur..." buyruğundan hareketle, "Bal’ı izlemek bir zikre iştirak etmektir..." demek mümkün.
Çamlıhemşin’in harikulade yeşilliğinden, hulasa, Allah’ın mücmel ayetlerinden bahsetmiyorum sadece.
Kaplanoğlu’nun "Bal"ı...
Arının, balın, ağacın, ormanın, kuşun, düşün, gerçeğin, çiçeğin böceğin ötesinde tevekkülün, tefekkürün, doğayla hemhal olmanın, zamanı, yaşanmaya değer hayatın tanıklığına "çağırmanın" müthiş bir senfonisi.
Semih Kaplanoğlu’nun sinemasıyla Nuri Bilge Ceylan yahut Zeki Demirkubuz’un sinemasını sakın karşılaştırmayın.
Yusuf üçlemesi, bilhassa bu üçlemenin son filmi "Bal", bütün "Uzak"ları yakın kılan, "Mayıs Sıkıntısı" dahil bütün sıkıntıları inşiraha tebdil eden, bütün "Kader"lerin üzerinde de bir kader olduğunu imleyen bir şaheser.
Hem de, her bir karesi, her bir sahnesiyle!
Çocuğun bir kova suda yansıyan Ay’ı tutma gayreti, tutamayınca yutmaya çalışması, olanca safiyet içinde de olsa insan eli dokunduğunda Ay’ın "şavkının" bozulması, sonra kaybolması, sabır ve tevekkül içinde beklendiğinde azar azar toparlanıp eski haline kavuşması...
Evet, tek başına bu sahne bile, Semih Kaplanoğlu’nun "Yumurta", "Süt" ve "Bal" üçlemesinin (zaman ve hakikat ekseninde) hülâsası mesabesindeydi.
Hele o müthiş final sahnesi:
O ağaç, o çocuk, ve zamanı tüketmenin değil yaşanılır kılmanın ifadesi o soluyuş. O hakikatin kucağında hemhal oluş...
Bilimin- tekniğin sadece doğayla çatışarak elde edildiğine iman edilen ahir zamanlara bir "şifa" ayini gibiydi.
Allah’ı her daim zikreden doğayla ancak ve ancak Allah’ı unutan insan çatışabilir.
Ve...
"Onlar ki, Allah’ı unutmuşlardır, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur..." (Haşr- 19) buyurmuştur Kur’an.
"Bal" insana unuttuğu fıtratını, yani, kendisini hatırlatıyor!
"Şifa" niyetine de izleyebilirsiniz bu filmi; modern zamanların insan safiyetini iğva eden saldırılarına karşı...
Mutlaka ama mutlaka izleyin.
Öyle muhteşem bir film ki, Hıncal Uluç’a bile, "Bal’a âşık oldum ben" dedirtebiliyor!
Sadece bunu demekle de kalmıyor tabii.
Muhteşem diyor, kesmiyor; heceleyerek tekrarlıyor aynı kelimeyi, hızını alamıyor; destan diyor, efsane diyor, gurur diyor...
Velhasıl-ı kelam, "Bu film bir mucize..." diyor.
Ki, çok haklı.
Elizabeth Taylor’ın "Her insan kendi hayatını yaşar ve bir kere yaşar..." şeklindeki sözünü "an"ı yaşamak hususunda rehber edinen bir "hedonisti" bile kendine âşık ettiğine göre bu film gerçekten de bir mucize!
İnşallah bu aşk, "Bal"ın Berlin’de aldığı ödüle değil de, bizzat filmedir.
Daha evvel yere göğe sığdıramadığı filmlerden üç aşağı beş yukarı sinema zevkini bildiğimiz için "Bal"a âşık olmasında bir yanlışlık var demek istemem.
Söz konusu yazısında "Bal bir insan filmi.. İnsan için yapılmış insan filmi.." gibi tuhaf bir aforizması da var.
Eh yani, nihayetinde Hıncal Uluç da bir insan olduğuna göre bu filme âşık olması gayet doğal.
Lakin...
"Açılış sahnesi" hakkında övgü sadedinde söyledikleri ister istemez kuşku uyandırıyor!
Hem "Kaplanoğlu, temposuzluktan öyle bir tempo çıkarmış ki, filmi nerdeyse nefes nefese izliyorsunuz..." diyor, hem de övgü yağdırdığı açılış sahnesinde adamın 76, eşeğin 11 adımını sayabiliyor!
İnsan soluk soluğa izlediği bir sahnede eşeğin adımlarını nasıl sayar?
Adamın adımlarıyla eşeğin adımlarının toplamı 87 eder ki, 87’ye kadar sadece saysa mezkur sahne kısa kalabilir.
E’ee, nasıl oluyor bu iş?
Neyse tadını kaçırmayalım.
Madem ki "Bal"a âşık olmasını filmin mucizesine verdik, eşeğin adımlarını saymasına da "Hıncal’ın mucizesi" diyelim olsun bitsin.
Salih Tuna/Yeni Şafak