'BABASINI KAYBEDEN KÜÇÜK AYŞE'YE!.. MUTLU TÖNBEKİCİ AYŞE ARMAN'A KÖŞESİNDEN BÖYLE SESLENDİ!..
Ayşe Arman ile aynı yaştayım. Neredeyse ayı ayına. İki gün önce aniden babasını kaybetti. Başı sağ olsun.
Babasını kaybeden küçük Ayşe´ye
Babalarımızın öldüğü yaştayız artık. Bu yaşın gerçeği de bu. Ayşe Arman ile aynı yaştayım. Neredeyse ayı ayına. İki gün önce aniden babasını kaybetti. Başı sağ olsun. Mutlu dünyasında keşke olmasın diyeceğimiz bir şey. Veya biraz daha ertelenseydi diyeceğimiz...
Ama işte babalarımızın öldüğü yaştayız. Böyle bir yaş var. İnsanlar en çok 35-40 arasındayken kaybediyor anne babasını. Üstelik de hiç ummadık, hiç beklenmedik, tam da düzeni oturtmuş, tam da geçmiş ergenlik kavgalarını bırakmış, tam da iki yetişkin gibi oturup karşılıklı rakı içebileceğiniz kıvama gelmişken giderler.
Annemi kaybettiğimde içime en çok oturan da bu olmuştu. Artık "anlaştığımız" devreye girmiştik. İtişip kakışmaktan vazgeçmiştik. Beraber tatile gidip kavga etmeden dönebiliyorduk. Onun beni şekillendirme, benim ona direnme dönemi bitmiş, "aman bu da böyle çıktı işte, ne yapalım" dönemi başlamıştı. O beni bağımsız bir kişilik olarak kabul etmeye başlamış ben de çocukluk öfkelerimi dindirmiştim. Bir nevi barış imzalamıştık.
Heyhat! Barışın tadına ikimiz de varamadan gitti. Ne bir torun gösterebildim ona ne de onu kraliçeler gibi yaşatabildim. Daha adam gibi para bile kazanamamıştım. Kendimi zor geçindirirken onu ne güzel güzel tatillere götürebildim, ne güzel güzel yemeklere çıkartabildim ne de maaşımdan maaş bağlayabildim. Ki kadere en çok bu noktada isyan ederim. Bir on yılcık daha kalaydı da cömert cömert anama bakabileydim. Eksiği gediği kalmasaydı. Kombisini rahat rahat yakabilseydi.
Ayşe´nin babasıyla ilişkini bilmiyorum. Bildiğimden yazmıyorum. Herkes gibi onun da vardır mutlaka babasıyla bir itişi kakışı diye düşünerek yazıyorum. Ve vardıysa eminim yeni bitmiştir. Yeni imzalamışlardır barışlarını. Ama işte bazı babaların acelesi oluyor...
***
İnsanların, çok eskiden, çok uzun yıllar yaşadığına dair bir inanış vardı benim çocukluğumda. 200 yıl, 300 yıl yaşarlarmış güya. Bilimsel olarak aksi çoktan kanıtlandı tabii de anneannem hâlâ inanırdı buna. Hatta kanıtlamak için şöyle bir hikaye anlatırdı:
Bir kadıncağızın oğlu kaybolmuş, sokak sokak arıyormuş, neye benziyordu diyenlere "Kırk yaşında, peşkiri başında" dermiş.
Saftirik torunlar olarak bön bön yüzüne bakınca da açıklardı.
"İnsan kırk yaşındaki oğlunu sokak sokak arar mı? Ama demek ki ömür uzun olunca büyümek de uzun sürüyor. Kırk yaşlarına gelseler de eski insanlar hâlâ çocuk kalıyormuş. Kafalarındaki peşkir bile duruyormuş"
Bu hikayeyi dinleyeli her halde en az 30 yıl olmuştur. "Peşkir" nedir diye sözlüğe ancak şimdi bakıyorum:
1. Genellikle pamuk ipliğinden dokunmuş ince havlu.
2. Yemek yerken kullanılan, el kurulanan, büyük mendil biçimde pamuk veya keten bez, peçete.
Bizim hikayede çocuk şapkası, çocuk baş bağlaması gibi bir manada kullanılıyor herhalde.
***
40 yaşındaki insana şimdi büyümüş insan muamelesi yapıyoruz. Kendimizi de öyle görüyoruz. Koca insanım ben diyoruz. Kalbimiz kırıldığında "kırk yaşında insana denilir mi böyle" diyoruz. Pek bir güvenli, pek bir kibirli oluyoruz.
Ama işte insanın anne babası ölmeye görsün. İşte o zaman pek o kadar da büyümediğini anlıyor insan. Bir bakıyor ki meğer "peşkir" hâlâ baştaymış. Meğer kırk yaşında da insan "kaybolabiliyormuş". Meğer kırk yaşında da insan çocuk parkında yapayalnız bırakılmış gibi hissedebiliyormuş kendini.
Yazık ki kanun böyle. Bizler tam düzeni oturtmuşken onlar gider. Peşkirlerimizle baş başa bırakırlar bizi.
Evet Ayşeciğim. Bu ne yazık ki böyle. Başın sağ olsun.
MUTLU TÖNBEKİCİ/VATAN