BABASI SON NEFESİNİ NASIL VERDİ? ERTUĞRUL ÖZKÖK O ANI YAZDI!..
Ertuğrul Özkök babasının hayata nasıl gözlerini yumduğunu yazdı.
İnsan nasıl ölür
ANNEM, babamın ölümünü şöyle anlattı:
“Sabah ezanından yarım saat önce uyandı. ‘Hafize, ben ölüyorum. Başıma otur bana Kuran oku’ dedi. Divana uzandı ve hemen yanındaki pencereyi açmamı istedi. Ben, ‘Şükrü saçmalama bir şeyin yok’ dedim. O, ‘Ben biliyorum’ dedi. Mecburen Kuran okumaya başladım. Elini omzuma koydu ve ‘Hakkını helal et’ dedi. Sonra üç kere hıçkırdı ve öldü. O sırada sabah ezanı okunuyordu.”
***
Ölümünden bir yıl önce kendisine kanser teşhisi konmuştu.
Doktor teşhisini açıklarken hastane odasında ben de vardım.
Annem ağlamaya başlamıştı.
Ancak babamdan bizi şaşırtan bir tepki geldi.
“Hayır ben kanser değilim. Bu, benim tanıdığım bir ağrı ve 30 yıldan beri onu çok iyi biliyorum” dedi.
Başındaki dahiliye profesörü akrabamızdı.
“Şükrü Abi keşke öyle olsa ama maalesef kanser” deyince babam yine “Hayır kanser değil” diye itiraz etti.
Üç gün sonra biyopsi raporları geldiğinde hepimiz şaşırdık.
Babam kanser değildi.
Ölümden hiç korkmayan bir insandı.
Kanser olmadığını bilmişti.
Öleceğini de bildi.
***
Üç hafta önce Kanyon’da bir sinema salonunda, Rusya’nın en büyük yazarı Tolstoy’un hayatını anlatan “Son İstasyon” filmini seyrediyordum.
Filmin sonunda hayretler içinde kaldım.
Tolstoy, Astapovo isimli küçük bir tren istasyonunda öldü.
Kendisine zatürree teşhisi konmuştu ve tren yolculuğu sırasında fenalaşınca, yola devam edememişti.
İstasyon şefinin odasına yatırılmıştı.
Filmin son sahnesi çok dramatikti.
Dünyanın en büyük yazarlarından biri orada küçücük bir odada hayata veda ediyordu.
Beni şaşırtan, yazarın son anını anlatan sahneydi.
Tolstoy bilinçsiz bir halde yatıyordu.
Artık öteki dünyaya geçmek üzere olduğu belliydi.
İşte o an, doktoru Duşen, kulağını onun ağzına yaklaştırarak, nefes alıp verişini dinlemeye başlar.
Önce “Birinci duraklama” der.
Arkasından “İkinci duraklama” diye devam eder ve sonunda başını kaldırır.
Tolstoy ölmüştür.
Tıpkı babam gibi.
Üç kere hıçkırarak.
***
Tolstoy, mujiklerin nasıl öldüğünü merak ederdi.
O sahneyi seyrederken düşündüm.
“Acaba bütün insanlar böyle üç kere hıçkırarak mı ölür?”
Yani kalp, son durağa iki durağa uğrayarak mı gider?
Dün o ölüm sahnesi yine aklıma geldi.
Doğan Grubu’nun medikal bölümünün başındaki doktor Gündüz Tezmen’i arayıp sordum.
“Hayır böyle bir şey yok. Ben çok ölüm anına tanık oldum. Böyle bir tıp kuralı yok” dedi.
Rus köylüleri nasıl ölür bilmiyorum ama annemin anlattığına göre, babam aynı Tolstoy gibi ölmüştü.
***
Herkes gibi ben de merak ederim.
Acaba ölüm nasıl bir şeydir?
“Köprü” Dergisi’nin 2001 Güz sayısında Nazmi Eroğlu’nun şu cümlesine rastladım:
“Ölüm hayatın en önemli, en gerçekçi, en riyasız yanını temsil etmektedir.”
O yazıdan, Tolstoy’la benim aramda da ortak bir şeyin olduğunu keşfettim.
Tolstoy, Paris’te bulunduğu yıllarda giyotinle yapılan bir idamı seyretmiş ve bu sahne onun hayatına, bir daha çıkmamak üzere kazınmış.
Ben de İzmir’de yapılan halka açık son idamı seyretmiştim.
Bu idam benim hayatıma, bugüne kadar silinmeyen bir damga vurdu.
Hayatım boyunca hep idam cezasına karşı çıktım.
O yüzden Tolstoy’un şu cümlesi benim de içimde çok özel bir yere oturuyor:
“Ölümün sırrını çözemedikçe, hayattaki hiçbir hareketin ve faaliyetin anlamı yoktur.”
***
Dün bu yazıyı yazdıktan sonra Dennis Hopper’ın öldüğünü öğrendim.
“Easy Rider” filminin son sahnesi genç adamın ölümüyle biter.
40 yılda bu filmi kaç kez seyrettiğimi hatırlamıyorum.
Ama filmin sonundaki o genç ölümü hep hatırladım.
Tolstoy haklı, ölümün, özellikle de genç ölümün sırrı çözülmedikçe hayatın anlamını anlamak da kolay olmuyor.
Ertuğrul Özkök/Hürriyet
ANNEM, babamın ölümünü şöyle anlattı:
“Sabah ezanından yarım saat önce uyandı. ‘Hafize, ben ölüyorum. Başıma otur bana Kuran oku’ dedi. Divana uzandı ve hemen yanındaki pencereyi açmamı istedi. Ben, ‘Şükrü saçmalama bir şeyin yok’ dedim. O, ‘Ben biliyorum’ dedi. Mecburen Kuran okumaya başladım. Elini omzuma koydu ve ‘Hakkını helal et’ dedi. Sonra üç kere hıçkırdı ve öldü. O sırada sabah ezanı okunuyordu.”
***
Ölümünden bir yıl önce kendisine kanser teşhisi konmuştu.
Doktor teşhisini açıklarken hastane odasında ben de vardım.
Annem ağlamaya başlamıştı.
Ancak babamdan bizi şaşırtan bir tepki geldi.
“Hayır ben kanser değilim. Bu, benim tanıdığım bir ağrı ve 30 yıldan beri onu çok iyi biliyorum” dedi.
Başındaki dahiliye profesörü akrabamızdı.
“Şükrü Abi keşke öyle olsa ama maalesef kanser” deyince babam yine “Hayır kanser değil” diye itiraz etti.
Üç gün sonra biyopsi raporları geldiğinde hepimiz şaşırdık.
Babam kanser değildi.
Ölümden hiç korkmayan bir insandı.
Kanser olmadığını bilmişti.
Öleceğini de bildi.
***
Üç hafta önce Kanyon’da bir sinema salonunda, Rusya’nın en büyük yazarı Tolstoy’un hayatını anlatan “Son İstasyon” filmini seyrediyordum.
Filmin sonunda hayretler içinde kaldım.
Tolstoy, Astapovo isimli küçük bir tren istasyonunda öldü.
Kendisine zatürree teşhisi konmuştu ve tren yolculuğu sırasında fenalaşınca, yola devam edememişti.
İstasyon şefinin odasına yatırılmıştı.
Filmin son sahnesi çok dramatikti.
Dünyanın en büyük yazarlarından biri orada küçücük bir odada hayata veda ediyordu.
Beni şaşırtan, yazarın son anını anlatan sahneydi.
Tolstoy bilinçsiz bir halde yatıyordu.
Artık öteki dünyaya geçmek üzere olduğu belliydi.
İşte o an, doktoru Duşen, kulağını onun ağzına yaklaştırarak, nefes alıp verişini dinlemeye başlar.
Önce “Birinci duraklama” der.
Arkasından “İkinci duraklama” diye devam eder ve sonunda başını kaldırır.
Tolstoy ölmüştür.
Tıpkı babam gibi.
Üç kere hıçkırarak.
***
Tolstoy, mujiklerin nasıl öldüğünü merak ederdi.
O sahneyi seyrederken düşündüm.
“Acaba bütün insanlar böyle üç kere hıçkırarak mı ölür?”
Yani kalp, son durağa iki durağa uğrayarak mı gider?
Dün o ölüm sahnesi yine aklıma geldi.
Doğan Grubu’nun medikal bölümünün başındaki doktor Gündüz Tezmen’i arayıp sordum.
“Hayır böyle bir şey yok. Ben çok ölüm anına tanık oldum. Böyle bir tıp kuralı yok” dedi.
Rus köylüleri nasıl ölür bilmiyorum ama annemin anlattığına göre, babam aynı Tolstoy gibi ölmüştü.
***
Herkes gibi ben de merak ederim.
Acaba ölüm nasıl bir şeydir?
“Köprü” Dergisi’nin 2001 Güz sayısında Nazmi Eroğlu’nun şu cümlesine rastladım:
“Ölüm hayatın en önemli, en gerçekçi, en riyasız yanını temsil etmektedir.”
O yazıdan, Tolstoy’la benim aramda da ortak bir şeyin olduğunu keşfettim.
Tolstoy, Paris’te bulunduğu yıllarda giyotinle yapılan bir idamı seyretmiş ve bu sahne onun hayatına, bir daha çıkmamak üzere kazınmış.
Ben de İzmir’de yapılan halka açık son idamı seyretmiştim.
Bu idam benim hayatıma, bugüne kadar silinmeyen bir damga vurdu.
Hayatım boyunca hep idam cezasına karşı çıktım.
O yüzden Tolstoy’un şu cümlesi benim de içimde çok özel bir yere oturuyor:
“Ölümün sırrını çözemedikçe, hayattaki hiçbir hareketin ve faaliyetin anlamı yoktur.”
***
Dün bu yazıyı yazdıktan sonra Dennis Hopper’ın öldüğünü öğrendim.
“Easy Rider” filminin son sahnesi genç adamın ölümüyle biter.
40 yılda bu filmi kaç kez seyrettiğimi hatırlamıyorum.
Ama filmin sonundaki o genç ölümü hep hatırladım.
Tolstoy haklı, ölümün, özellikle de genç ölümün sırrı çözülmedikçe hayatın anlamını anlamak da kolay olmuyor.
Ertuğrul Özkök/Hürriyet