ARMUT ÇOKTAN PİŞMİŞTİ; BU İKTİDAR DA AĞACI KÖKÜNDEN SALLADI!
Gazete Habertürk yazarı Umur Talu, Star gazetesi ile yolları ayrılan Mehmet Altan ile yeniden alevlenen "sansür" ve "kovulma" olaylarını masaya yatırdı.
Sonunda aynı yerde!
Emin Çölaşan… Mehmet Altan…
Aynı fikirde olmaları mümkün değil ama “sonunda aynı yerden” bildiriyorlar!
İkisi de “iktidar sansürü; oto sansür; iktidar gölgesinde gazeteci kovulması” üstüne benzer şeyler anlatıyor.
Altan zaten “yandaş medya”daydı diyelim…
Çölaşan da “muhalif sanılan” büyük medyadaydı.
***
Onları kovan yönetici elbet kendince “haklı” gerekçe buluveriyor hemen.
Ama bir zırt deliği var:
Ne oldu da şimdi böyle oldu?
Sorunun bir benzeri “kovulan” için de geçerli maalesef:
Siz bize anlatmadan, yani kovulmadan önce sansür hiç yok muydu?
Kovulmak bir yana; başına daha beteri gelen yok muydu?
***
Çölaşan, kovulduğu sırada, daha önce ne idiyse oydu.
Altan da öyle olmalı.
Bir an geliyor; övülen, gazete vitrininde bulunan, kendi de gazeteyi öven böyle isimler birden tukaka!
Ve o gün, yöneticilerin yaptığı gibi, yazılarının hakaretle filan, kendilerinin kaprisle falan dolu olduğunu anlatmak için artık çok geç!
Çünkü o gün başka bir şey olmuştur artık!
Çünkü koç koçtur, koyun koyun; ama kurbanı, bayramda kesersin!
***
(Bizim gibi) kovulanların, o ana kadar sansürden, oto sansürden, iktidar baskısından, medya yapısından hiç bahsetmeden; yanı başında kovulan şöhretli şöhretsiz meslektaş için tek kelime bahşetmeden; hele birileri kovulsun diye sotada bile bekledikten sonra, birden hakikate vakıf olması, davul zurnayla anlatması tuhaf oluyor.
Kitabından anlamıştık ki, mesela Çölaşan defalarca sansüre uğramış ama kovulduğu güne kadar bize bahsetmemiş, bir sır olarak saklamış.
Şimdi Altan’ın beyanlarına bakıyoruz; bahsettiği baskı, sansür, iktidara yamanma herhalde 2012 Ocak’ta başlamamış.
Birbirine çok karşıt, iki kıdemli yazarın; dört, beş yıl arayla anlattığını birleştirin, sağdan say, soldan say, karşıdan say, yandan say, sağlama gibi…
“İktidar ve medya yapısı” iyi, kötü kabak gibi ortada!
Bir de, gazetecilerin bunu kabullenmesi; kelimelerin, cümlelerin, haberlerin kovulmasına izin vermesi; o meşum güne kadar!
***
Çölaşan, “Altan’ın da kovulması” üzerine yazısında, “Kovma, kovdurma, yazdırmama süreci 2007’de benimle başladı. İktidarın baskısıyla Hürriyet’ten kovuldum” diyor ama…
Yine aynı yanlışı yapıp miladı çekiştiriyor!
“İktidar baskısı; iktidara şirinlik; iktidar-medya işbirliğine muhalifliği kazımak” gibi sebeplerle, gazetesinde yanı başında yazan Mümtaz Soysal’ın, Zeynep Atikkan’ın yazısına son verildiğinde, bu iktidar değil, ama “bir iktidar ile bu medya” yine mevcuttu.
Hatırlamıyorum, onların susturulması üstüne o gazetede ne yazmıştı?
Şimdi “Onu şu mu öldürttü” diye masumiyet müzesi açan (E) yayın yönetmeni, sadece gazetesindekileri değil, grupta başkalarını da susturtmak için patronuna altı çizili yazılar yetiştirir, bazen manşet bile döşenirken hikaye yine aynı hikayeydi.
Sadece siyasi iktidar meselesi de değil.
Genelkurmay baskısıyla, ilan-reklam kuşatmasıyla kazınan nice gazeteci oldu.
Hikaye ne 2007’de, ne 2012’de başlamıştı.
Armut çoktan pişmişti; bu iktidar da ağacı kökünden salladı!
Kök çoktan çürümüştü.
***
Şöhretlinin başına gelenleri epey aşan bir yapı ve ilke sorunu bu.
Türkiye’nin, devletin yapısı; iktidar ve medya yapısı. Bir de bizlerin yamulması!
Güçlüler, birilerini susturmak ister.
Mesele, o sen olmadığın sürece ne dediğin; özgürlükçü gönlünü nerelere uzattığın!
Cezaevinde onca kişi öldürülürken; “Kürt” diye bırak baskıyı, insanlar infaz edilirken; işyerinde hak arayan çöpe atılırken; orduda en ufak haklı itirazın cezası yargısız hapisken; asker çocuklar kolayca öldürülürken; nice öğrenci okuldan atılırken; sözde demokratlar, muhalifler bile kendilerini eleştireni tehdit eder, sustururken; her köşede milyonlarca güçsüz ezilir, sindirilirken yani!
Hele bir de başkalarının fikirlerini, özgürlüklerini, kimlik ve kişiliklerini susturasıya hedef almış, alanlarla sarmaş dolaş olmuş isen!
***
O yüzden… Bugün misal Murathan Mungan’ın mertliğini yazsaydım keşke!
Ya da bildiğim, bilmediğim onca mert insanı ansaydım!
Abdi İpekçi’nin öldürülüşünün yıldönümünde böyle bir medya (yazısı) işte!
Kendi cinayetlerimiz, intiharlarımız, pusularımıza, puslarımıza, paslarımıza da dair.
Emin Çölaşan… Mehmet Altan…
Aynı fikirde olmaları mümkün değil ama “sonunda aynı yerden” bildiriyorlar!
İkisi de “iktidar sansürü; oto sansür; iktidar gölgesinde gazeteci kovulması” üstüne benzer şeyler anlatıyor.
Altan zaten “yandaş medya”daydı diyelim…
Çölaşan da “muhalif sanılan” büyük medyadaydı.
***
Onları kovan yönetici elbet kendince “haklı” gerekçe buluveriyor hemen.
Ama bir zırt deliği var:
Ne oldu da şimdi böyle oldu?
Sorunun bir benzeri “kovulan” için de geçerli maalesef:
Siz bize anlatmadan, yani kovulmadan önce sansür hiç yok muydu?
Kovulmak bir yana; başına daha beteri gelen yok muydu?
***
Çölaşan, kovulduğu sırada, daha önce ne idiyse oydu.
Altan da öyle olmalı.
Bir an geliyor; övülen, gazete vitrininde bulunan, kendi de gazeteyi öven böyle isimler birden tukaka!
Ve o gün, yöneticilerin yaptığı gibi, yazılarının hakaretle filan, kendilerinin kaprisle falan dolu olduğunu anlatmak için artık çok geç!
Çünkü o gün başka bir şey olmuştur artık!
Çünkü koç koçtur, koyun koyun; ama kurbanı, bayramda kesersin!
***
(Bizim gibi) kovulanların, o ana kadar sansürden, oto sansürden, iktidar baskısından, medya yapısından hiç bahsetmeden; yanı başında kovulan şöhretli şöhretsiz meslektaş için tek kelime bahşetmeden; hele birileri kovulsun diye sotada bile bekledikten sonra, birden hakikate vakıf olması, davul zurnayla anlatması tuhaf oluyor.
Kitabından anlamıştık ki, mesela Çölaşan defalarca sansüre uğramış ama kovulduğu güne kadar bize bahsetmemiş, bir sır olarak saklamış.
Şimdi Altan’ın beyanlarına bakıyoruz; bahsettiği baskı, sansür, iktidara yamanma herhalde 2012 Ocak’ta başlamamış.
Birbirine çok karşıt, iki kıdemli yazarın; dört, beş yıl arayla anlattığını birleştirin, sağdan say, soldan say, karşıdan say, yandan say, sağlama gibi…
“İktidar ve medya yapısı” iyi, kötü kabak gibi ortada!
Bir de, gazetecilerin bunu kabullenmesi; kelimelerin, cümlelerin, haberlerin kovulmasına izin vermesi; o meşum güne kadar!
***
Çölaşan, “Altan’ın da kovulması” üzerine yazısında, “Kovma, kovdurma, yazdırmama süreci 2007’de benimle başladı. İktidarın baskısıyla Hürriyet’ten kovuldum” diyor ama…
Yine aynı yanlışı yapıp miladı çekiştiriyor!
“İktidar baskısı; iktidara şirinlik; iktidar-medya işbirliğine muhalifliği kazımak” gibi sebeplerle, gazetesinde yanı başında yazan Mümtaz Soysal’ın, Zeynep Atikkan’ın yazısına son verildiğinde, bu iktidar değil, ama “bir iktidar ile bu medya” yine mevcuttu.
Hatırlamıyorum, onların susturulması üstüne o gazetede ne yazmıştı?
Şimdi “Onu şu mu öldürttü” diye masumiyet müzesi açan (E) yayın yönetmeni, sadece gazetesindekileri değil, grupta başkalarını da susturtmak için patronuna altı çizili yazılar yetiştirir, bazen manşet bile döşenirken hikaye yine aynı hikayeydi.
Sadece siyasi iktidar meselesi de değil.
Genelkurmay baskısıyla, ilan-reklam kuşatmasıyla kazınan nice gazeteci oldu.
Hikaye ne 2007’de, ne 2012’de başlamıştı.
Armut çoktan pişmişti; bu iktidar da ağacı kökünden salladı!
Kök çoktan çürümüştü.
***
Şöhretlinin başına gelenleri epey aşan bir yapı ve ilke sorunu bu.
Türkiye’nin, devletin yapısı; iktidar ve medya yapısı. Bir de bizlerin yamulması!
Güçlüler, birilerini susturmak ister.
Mesele, o sen olmadığın sürece ne dediğin; özgürlükçü gönlünü nerelere uzattığın!
Cezaevinde onca kişi öldürülürken; “Kürt” diye bırak baskıyı, insanlar infaz edilirken; işyerinde hak arayan çöpe atılırken; orduda en ufak haklı itirazın cezası yargısız hapisken; asker çocuklar kolayca öldürülürken; nice öğrenci okuldan atılırken; sözde demokratlar, muhalifler bile kendilerini eleştireni tehdit eder, sustururken; her köşede milyonlarca güçsüz ezilir, sindirilirken yani!
Hele bir de başkalarının fikirlerini, özgürlüklerini, kimlik ve kişiliklerini susturasıya hedef almış, alanlarla sarmaş dolaş olmuş isen!
***
O yüzden… Bugün misal Murathan Mungan’ın mertliğini yazsaydım keşke!
Ya da bildiğim, bilmediğim onca mert insanı ansaydım!
Abdi İpekçi’nin öldürülüşünün yıldönümünde böyle bir medya (yazısı) işte!
Kendi cinayetlerimiz, intiharlarımız, pusularımıza, puslarımıza, paslarımıza da dair.