Anlayamazsınız!
Kavrayış ailesi yüzbinlik tekneyle gezerken biz suyun üzerinde kalmak ve nefes almak için çırpınıyoruz. Murat Tolga Şen'in yeni yazısı...
Babam söylerdi; “Dedenin ömrü hükümete küfretmekle geçti, bu yaşıma geldim ben de sürekli sitem ediyorum, korkarım bu ülkede hiçbir şey değişmeyecek, sen ve çocukların ömrünüzü yine böyle heba edeceksiniz!”
Ne doğru, ne üzücü bir tespitmiş meğer...
40 yaşıma geldim, bir şekilde akıyor hayatım ama tüm kahkahaların arkasına geçince içimde derin bir gelecek endişesi ve bir karın ağrısı gibi yerleşmiş olan mutlak bir mutsuzluk var.
Her şeyi olan, her şeyi vaadeden bir ülke burası ama sadece tırmanmayı bilenler ve yükseğe çıkınca başı dönmeyenler için. Üstelik çıktığımız dağ yine kendi insanlarımızın sömürülmüş emeği, çalınmış geleceğiyle yükselmiş bir yığın. Farkında ya da değilsin ama yaşadığın her keyfin ardında bir başkasının yitirdikleri var.
“Kahve keyfi” diyerek çekip instagrama koyduğun fotoğrafı düşün mesela... O kahveyi toplayan Brezilyalı işçinin, telefonu yapan Çinli işçinin mahvolmuşluğuna girmiyorum bile ama sana o kahveyi getiren ve “başka bir şey arzu eder misiniz?” diye seslenen gencin kocaman hayallerini çok gözüksün diye brüt açıklanan asgari ücrete satmış olduğunu bil.
Çünkü bu topraklar kadim efendilere ait, her zaman böyleydi, hala böyle... Havada uçan yırtıcıların yerde otlayan kuzuları kaptığı diyarlar... Öyle bir an gelir ki, bin lira için çekim yapan kameramana, biraz daha fazlası için haber yapan sunucuya çıkışır, kendisine yüzbin avroluk tekne alınmış çocuk; “anlayamazsınız!”
Yeşilçam komedilerinde klişe bir tipleme sanıyordun; "Fıstık benim olacak, binicem üstüne, vurucam kırbaçı, vurucam kırbaçı!" diyen ve sonra da "benim babam çok zengiin, çuvalla para verir gene de alır" diyen zengin çocuğunu ama bak kaç yıl sonra canlısı çıkıverdi karşına... Hep vardı, hep olacak.
Kavrayış ailesinin keyfi yerinde, videosu da sana/bana anca Facebook malzemesi olur, zenginin malı züğürdün çenesini yorar ama bu devran böyle gelmiş ve gider.
Çünkü... Bu memlekette gerçek olan hiçbir şey yok, her şey Yeşilçam’ın ucuz tarihi filmlerindeki gibi suntadan ve galvanizle boyalı...
İdealler, demokrasi, sevgi, saygı, emek, hak, hukuk... Hepsi bizim dışarıdan görünen çıtır kaplamamız. İçimiz en çiğ timsah etinden bile beter.
Artık iktidar sahiplerine kızmayı bıraktım. Anladım ki dağı oluşturan yığınlar kıpırdanırsa kimse zirvede sallanmadan ve nihayetinde aşağı yuvarlanmadan duramaz.
Kızdığım şey o yığın, çaresizliğini de anladığım kitleler... Geçim, gelecek kaygısıyla kıpırdayamaz hale gelmiş, üstelik buna da gönüllü olmuş ülkemin insanları.
Ekonomik sömürü çağında diktatörlük yapmak gerçekten çok kolaymış. Plastik kartlardan prangalarımızla, onurumuz için başkaldıramayacak kadar yorgunuz.
O yüzden kendisine 100.000 avroluk tekne alınmış çocuğun mutluluğunu da, oğlunun polis tarafından alındığını sonradan öğrenen bakan babanın dramını da... Anlayamayız!
Efendiler için çalışmaktan çatlamış nasırlı avuç içlerimizin sızısının dinmesinden başka keyfimiz yok bizim.
MURAT TOLGA ŞEN /
Ne doğru, ne üzücü bir tespitmiş meğer...
40 yaşıma geldim, bir şekilde akıyor hayatım ama tüm kahkahaların arkasına geçince içimde derin bir gelecek endişesi ve bir karın ağrısı gibi yerleşmiş olan mutlak bir mutsuzluk var.
Her şeyi olan, her şeyi vaadeden bir ülke burası ama sadece tırmanmayı bilenler ve yükseğe çıkınca başı dönmeyenler için. Üstelik çıktığımız dağ yine kendi insanlarımızın sömürülmüş emeği, çalınmış geleceğiyle yükselmiş bir yığın. Farkında ya da değilsin ama yaşadığın her keyfin ardında bir başkasının yitirdikleri var.
“Kahve keyfi” diyerek çekip instagrama koyduğun fotoğrafı düşün mesela... O kahveyi toplayan Brezilyalı işçinin, telefonu yapan Çinli işçinin mahvolmuşluğuna girmiyorum bile ama sana o kahveyi getiren ve “başka bir şey arzu eder misiniz?” diye seslenen gencin kocaman hayallerini çok gözüksün diye brüt açıklanan asgari ücrete satmış olduğunu bil.
Çünkü bu topraklar kadim efendilere ait, her zaman böyleydi, hala böyle... Havada uçan yırtıcıların yerde otlayan kuzuları kaptığı diyarlar... Öyle bir an gelir ki, bin lira için çekim yapan kameramana, biraz daha fazlası için haber yapan sunucuya çıkışır, kendisine yüzbin avroluk tekne alınmış çocuk; “anlayamazsınız!”
Yeşilçam komedilerinde klişe bir tipleme sanıyordun; "Fıstık benim olacak, binicem üstüne, vurucam kırbaçı, vurucam kırbaçı!" diyen ve sonra da "benim babam çok zengiin, çuvalla para verir gene de alır" diyen zengin çocuğunu ama bak kaç yıl sonra canlısı çıkıverdi karşına... Hep vardı, hep olacak.
Kavrayış ailesinin keyfi yerinde, videosu da sana/bana anca Facebook malzemesi olur, zenginin malı züğürdün çenesini yorar ama bu devran böyle gelmiş ve gider.
Çünkü... Bu memlekette gerçek olan hiçbir şey yok, her şey Yeşilçam’ın ucuz tarihi filmlerindeki gibi suntadan ve galvanizle boyalı...
İdealler, demokrasi, sevgi, saygı, emek, hak, hukuk... Hepsi bizim dışarıdan görünen çıtır kaplamamız. İçimiz en çiğ timsah etinden bile beter.
Artık iktidar sahiplerine kızmayı bıraktım. Anladım ki dağı oluşturan yığınlar kıpırdanırsa kimse zirvede sallanmadan ve nihayetinde aşağı yuvarlanmadan duramaz.
Kızdığım şey o yığın, çaresizliğini de anladığım kitleler... Geçim, gelecek kaygısıyla kıpırdayamaz hale gelmiş, üstelik buna da gönüllü olmuş ülkemin insanları.
Ekonomik sömürü çağında diktatörlük yapmak gerçekten çok kolaymış. Plastik kartlardan prangalarımızla, onurumuz için başkaldıramayacak kadar yorgunuz.
O yüzden kendisine 100.000 avroluk tekne alınmış çocuğun mutluluğunu da, oğlunun polis tarafından alındığını sonradan öğrenen bakan babanın dramını da... Anlayamayız!
Efendiler için çalışmaktan çatlamış nasırlı avuç içlerimizin sızısının dinmesinden başka keyfimiz yok bizim.
MURAT TOLGA ŞEN /