Ali Bulaç'tan tartışma yaratacak "ajan" yazısı! Polistir dediler inanmadım! MİT'in has adamı çıktı!
Zaman yazarı Ali Bulaç, 70'li yıllarda polis tarafından kendisine ajanlık teklif edildiğini aktararak, kendisinin bu teklifi kabul etmediğini ama 'kabul eden bazı İslamcıların' hızla yükseldiğini söyledi.
Türkiye ’de İslamcı hareketin önemli isimlerinden yazar Ali Bulaç, 70’li yılların başında yaşadığı bir polis sorgusunu ve bu sorguda kendisine “Nurcular içinde ajanlık yapmasının teklif edildiğini” anlatarak kendisinin bunu reddettiğini ancak bu teklifi kabul eden pek çok İslamcının hızla yükseldiğini ve önemli yerlere geldiğini yazdı.
Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç, bugünkü köşesinde, bir başka Zaman yazarı Mümtaz’er Türköne’nin dün isim vermeden aktardığı “Ajanlık teklif edilen İslamcı” anekdotunu hatırlatarak, “Sözünü ettiği şahıs benim. Hikâyeyi anlatacağım” diyerek başladığı çok ilginç bir yazı kaleme aldı.
Bulaç, polis ve başka istihbarat örgütlerinin İslamcı camiayla ilişkilerine ilişkin bazı başka anekdotlar aktardıktan sonra, “Kısaca devlet zaten içimizdeymiş, sırası gelince bizim mahalleyi devreye sokmuş” diye yazdı.
Ali Bulaç’ın "Neden devletin İslamcısı olmadım?" başlıklı yazısı şöyle:
Dünkü yazısında Mümtaz'er Türköne “kendisini hâlâ İslâmcı olarak tanımlayan, yaşça benden büyük bir dostundan dinlediği” bir olayı anlatıyordu: “70'lerin başına ait bir hikâye. Üniversitede okurken polisler sebepsiz yere Siyasî Şube'ye alıyor; iyi polis-kötü polis muhabbeti ile korkutucu bir sorgudan geçiriliyor. En nihayetinde üçüncü bir kişi “bize çalışacaksın” diye meseleyi bağlıyor. İslâmcı dostum, “Ben reddettim, ama çevremde aynı tezgâha düşüp teklifi kabul eden çok sayıda tanıdığım olduğunu anladım.” diye bitirdi hikâyeyi.”
Okuyucularımızın merakını gidereyim. Sözünü ettiği şahıs benim. Hikâyeyi anlatacağım.
Ben son yarım asırlık İslami mücadelenin hem içinde yer almış bir özneyim, hem gözlemcisi, şahidiyim. İmam Hatip'te okurken gözümü İslamcı olarak açtım; hiçbir zaman ne sağcı ne solcu oldum. Atatürk milliyetçiliğinden hazzetmedim, Anadolu milliyetçiliğini anlamaya çalıştım. Ancak Türk, Kürt veya Fars milliyetçiliği ile aramdaki mesafe neyse Arap milliyetçiliğiyle de mesafem aynıdır. Müslümanların en büyük hastalıkları milliyetçilik, mezhepçilik ve dünyevileşmedir; bu illetlerden kurtulmaları son derece güç. Kapitalizme, faşizme ve komünizme en ufak bir yakınlık duymadım ama dine saygılı sol ve sosyalizme sempati duydum. Duam, başladığım çizgide son nefesi vermektir.
İlk yazılarıma 15 yaşımda iken mahalli gazetelerde başladım. Yarım asırdır bu mahallenin içindeyim. Kendimi hiç bu kadar ağır bir baskı altında hissetmemiştim. Defalarca yargılandım ama dava arkadaşlarımın iktidarında böylesine sıkıntılar çekeceğimi beklemiyordum. Kırk yıllık arkadaşlarımı kaybettim ama elhamdülillah en ufak bir pişmanlık duymuş değilim, bir iktidar uğruna mangalda kül bırakmayan İslamcıların nasıl savrulduklarını, devletin denetimine nasıl girdiklerini görünce esef ettim. Meğerki devlet İslamcıların sadece midelerine değil, ruhlarına kaçmış. Kalplerini zulüm üzere ayakta duran bir iktidarın ateşine kaptıranlara sadece acıyorum.
1972 veya 73'te bir gün okul müdürümüz Nuri Ünlü, beni makamına çağırdı ve “Gayrettepe'ye gidip bir polisle görüşmemi” söyledi. Ertesi gün oraya gittim, ismini verdiği polisi buldum. Beni hışımla alt kata indirdi, loş bir masaya oturttu. Üç polis beni sorgulamaya başladı. Biri hayli sert, aksi ve suçlayıcıydı. Benim ne tehlikeli ve zararlı biri olduğumu söyleyip içeri atılmamı istiyordu. Diğeri “Yok canım, Ali iyidir, yanlış düşünüyorsun” diyordu. Üçüncüsü sorguyu gözlüyor, ara sıra kısa cümlelerle sorular soruyordu. Sorgu yaklaşık iki saat sürdü. Sonunda bana, “Tamam, dediğini kabul edelim ama bize yardımcı ol.” dediler. “Nasıl yardımcı olabilirim?” diye sorunca, “Yüksek İslam'daki Nurcular hakkında bize ara sıra bilgi ver” diye cevap verdiler. Kabul etmedim. “Bak baban sana para gönderemiyor, sana burs buluruz, harçlık veririz. İnat etme” diye ısrar ettiler. Ben “Allah'ım! Bu adamlar beni Müslümanlara karşı kullanmak istiyor, bana güç ver” diye içimden dua ettim. Cesaretimi toplayarak, “Beni bu işten muaf tutun, bunu yapamam” dedim. İyi polis “Valla sen bilirsin, görüyorsun, seni içeri attırmaya can atıyor” deyip kötü polisi işaret etti. Yine direttim. Beni saldılar. Sonradan öğrendim ki, gözlerine kestirdikleri birkaç kişiyi çağırmışlar. Ve o arkadaşlar iyi yerlere geldiler.
Bir arkadaşım konusunda 1977'de uyarıldım “Bu polistir” diye. İnanmadım, arkadaşıma konduramadım. Meğer polisin önde gideniymiş. Tepelere tırpandı. Çocuk yaşta birini getirip bana teslim ettiler. “Bu çok yetenekli biri, ilgilen yetiştir, iyi bir entelektüel olur” dediler. Meğer ki askerlerin en has adamıymış, tepelere çıktı. Hayli maruf bir zat artık MİT'le birlikte çalıştığını açıkça telaffuz ediyor. İslami harekette etkili bir başkasına “Senin ne işin var bunlarla?” diye sorduğumda “İstihbarattan korkmamak lazım. Kendine güvenirsen yararlanırsın, onlar da senden yararlanır” dedi. Kısaca devlet zaten içimizdeymiş, sırası gelince bizim mahalleyi devreye sokmuş.
Mümtaz'er Türköne'nin bir tezine ihtirazi kayıtla katılıyorum: Tam zaaf içinde iken devlet İslamcılarla kuvvet buldu, ayağa kalktı. Bu doğru. Ama bunların yaptıkları İslam'a aykırı. Ben bunlara “eski İslamcı” diyorum. İslamcılığın sorunları çok büyük. Üzerinde kafa yormaya devam edeceğiz.
Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç, bugünkü köşesinde, bir başka Zaman yazarı Mümtaz’er Türköne’nin dün isim vermeden aktardığı “Ajanlık teklif edilen İslamcı” anekdotunu hatırlatarak, “Sözünü ettiği şahıs benim. Hikâyeyi anlatacağım” diyerek başladığı çok ilginç bir yazı kaleme aldı.
Bulaç, polis ve başka istihbarat örgütlerinin İslamcı camiayla ilişkilerine ilişkin bazı başka anekdotlar aktardıktan sonra, “Kısaca devlet zaten içimizdeymiş, sırası gelince bizim mahalleyi devreye sokmuş” diye yazdı.
Ali Bulaç’ın "Neden devletin İslamcısı olmadım?" başlıklı yazısı şöyle:
Dünkü yazısında Mümtaz'er Türköne “kendisini hâlâ İslâmcı olarak tanımlayan, yaşça benden büyük bir dostundan dinlediği” bir olayı anlatıyordu: “70'lerin başına ait bir hikâye. Üniversitede okurken polisler sebepsiz yere Siyasî Şube'ye alıyor; iyi polis-kötü polis muhabbeti ile korkutucu bir sorgudan geçiriliyor. En nihayetinde üçüncü bir kişi “bize çalışacaksın” diye meseleyi bağlıyor. İslâmcı dostum, “Ben reddettim, ama çevremde aynı tezgâha düşüp teklifi kabul eden çok sayıda tanıdığım olduğunu anladım.” diye bitirdi hikâyeyi.”
Okuyucularımızın merakını gidereyim. Sözünü ettiği şahıs benim. Hikâyeyi anlatacağım.
Ben son yarım asırlık İslami mücadelenin hem içinde yer almış bir özneyim, hem gözlemcisi, şahidiyim. İmam Hatip'te okurken gözümü İslamcı olarak açtım; hiçbir zaman ne sağcı ne solcu oldum. Atatürk milliyetçiliğinden hazzetmedim, Anadolu milliyetçiliğini anlamaya çalıştım. Ancak Türk, Kürt veya Fars milliyetçiliği ile aramdaki mesafe neyse Arap milliyetçiliğiyle de mesafem aynıdır. Müslümanların en büyük hastalıkları milliyetçilik, mezhepçilik ve dünyevileşmedir; bu illetlerden kurtulmaları son derece güç. Kapitalizme, faşizme ve komünizme en ufak bir yakınlık duymadım ama dine saygılı sol ve sosyalizme sempati duydum. Duam, başladığım çizgide son nefesi vermektir.
İlk yazılarıma 15 yaşımda iken mahalli gazetelerde başladım. Yarım asırdır bu mahallenin içindeyim. Kendimi hiç bu kadar ağır bir baskı altında hissetmemiştim. Defalarca yargılandım ama dava arkadaşlarımın iktidarında böylesine sıkıntılar çekeceğimi beklemiyordum. Kırk yıllık arkadaşlarımı kaybettim ama elhamdülillah en ufak bir pişmanlık duymuş değilim, bir iktidar uğruna mangalda kül bırakmayan İslamcıların nasıl savrulduklarını, devletin denetimine nasıl girdiklerini görünce esef ettim. Meğerki devlet İslamcıların sadece midelerine değil, ruhlarına kaçmış. Kalplerini zulüm üzere ayakta duran bir iktidarın ateşine kaptıranlara sadece acıyorum.
1972 veya 73'te bir gün okul müdürümüz Nuri Ünlü, beni makamına çağırdı ve “Gayrettepe'ye gidip bir polisle görüşmemi” söyledi. Ertesi gün oraya gittim, ismini verdiği polisi buldum. Beni hışımla alt kata indirdi, loş bir masaya oturttu. Üç polis beni sorgulamaya başladı. Biri hayli sert, aksi ve suçlayıcıydı. Benim ne tehlikeli ve zararlı biri olduğumu söyleyip içeri atılmamı istiyordu. Diğeri “Yok canım, Ali iyidir, yanlış düşünüyorsun” diyordu. Üçüncüsü sorguyu gözlüyor, ara sıra kısa cümlelerle sorular soruyordu. Sorgu yaklaşık iki saat sürdü. Sonunda bana, “Tamam, dediğini kabul edelim ama bize yardımcı ol.” dediler. “Nasıl yardımcı olabilirim?” diye sorunca, “Yüksek İslam'daki Nurcular hakkında bize ara sıra bilgi ver” diye cevap verdiler. Kabul etmedim. “Bak baban sana para gönderemiyor, sana burs buluruz, harçlık veririz. İnat etme” diye ısrar ettiler. Ben “Allah'ım! Bu adamlar beni Müslümanlara karşı kullanmak istiyor, bana güç ver” diye içimden dua ettim. Cesaretimi toplayarak, “Beni bu işten muaf tutun, bunu yapamam” dedim. İyi polis “Valla sen bilirsin, görüyorsun, seni içeri attırmaya can atıyor” deyip kötü polisi işaret etti. Yine direttim. Beni saldılar. Sonradan öğrendim ki, gözlerine kestirdikleri birkaç kişiyi çağırmışlar. Ve o arkadaşlar iyi yerlere geldiler.
Bir arkadaşım konusunda 1977'de uyarıldım “Bu polistir” diye. İnanmadım, arkadaşıma konduramadım. Meğer polisin önde gideniymiş. Tepelere tırpandı. Çocuk yaşta birini getirip bana teslim ettiler. “Bu çok yetenekli biri, ilgilen yetiştir, iyi bir entelektüel olur” dediler. Meğer ki askerlerin en has adamıymış, tepelere çıktı. Hayli maruf bir zat artık MİT'le birlikte çalıştığını açıkça telaffuz ediyor. İslami harekette etkili bir başkasına “Senin ne işin var bunlarla?” diye sorduğumda “İstihbarattan korkmamak lazım. Kendine güvenirsen yararlanırsın, onlar da senden yararlanır” dedi. Kısaca devlet zaten içimizdeymiş, sırası gelince bizim mahalleyi devreye sokmuş.
Mümtaz'er Türköne'nin bir tezine ihtirazi kayıtla katılıyorum: Tam zaaf içinde iken devlet İslamcılarla kuvvet buldu, ayağa kalktı. Bu doğru. Ama bunların yaptıkları İslam'a aykırı. Ben bunlara “eski İslamcı” diyorum. İslamcılığın sorunları çok büyük. Üzerinde kafa yormaya devam edeceğiz.