AHMET KEKEÇ MEDYARADAR'A KONUŞTU; BEN ''YANDAŞIM'' NASIL OTO SANSÜR UYGULAYAYIM!
Sivri dili, kaleme aldığı sert yazılarla Türkiye gündeminde epey etkili isimlerden biri olan Star Gazetesi'nin yazarı Ahmet Kekeç, Medyaradar'dan Alev Gürsoy Cimin'e çarpıcı açıklamalarda bulundu.
Konuşan ve konuşulan isimlerden biri… Kimine göre yandaş. Sert yazılarıyla kimi kesimin büyük tepkisini çekerken kimi kesim tarafından da alkışlanan biri Ahmet Kekeç. Özellikle meslektaşlarıyla girdiği polemikler dikkat çekici. Star Gazetesi’nin en okunan, en konuşulan yazarlarından… İktidara yakın bir isim olarak anılıyor, kendisi de bunu inkâr etmiyor zaten… Hatta daha röportaja başlamadan, “Bana, ‘Yandaş mısın?’ diye soracak mısın?” dedi. Star binasındaki odasında yaptık röportajı… Epeyce uzun sürdü, karşımda Kekeç olunca soru soruyu doğurdu. Doğrusu yazıları bu kadar sert olan adamın dili de sivri olur diye endişelenmedim dersem yalan olur. Ama oraya gidince fikrim değişti. Çünkü Kekeç oldukça sessiz ve sakin biri. Soruların hiçbirine itiraz etmedi, medyadan siyasete ve hatta özel hayata kadar birçok konuyu konuştuk.
RÖPORTAJ: ALEV GÜRSOY CİMİN
twitter adresi: @gazetecialev
Son yıllarda belki de yıldızı en fazla parlayan gazetecilerden birisiniz. Geçmişte de vardınız tabii ama şimdi daha bir popüler oldunuz. Öncelikle bu tespitim doğru mu? Doğruysa bunu neye borçlu Ahmet Kekeç?
Ben popüler olduğumu aslında çok da hissetmiyorum. Bunu belki şu şekilde açıklamak gerekir; bizatihi benim yazma tarzım. İkincisi de yazdığım gazete. Çünkü bu gazete siyasi bir kesimle ilişkilendiriliyor, ve o siyasi kesimin tepkileri merak edildiği için bakılıyor. Belki bu yüzden sık okunan bir yazar haline gelmişimdir ama ben yoğun bir ilgi hissetmiyorum.
“BENİM YAZARLIK YAŞIM AK PARTİ’DEN DAHA BÜYÜK”
Star Gazetesi ve belli bir siyasi kesim dediniz; siz de iktidara yakın bir isim olarak anılıyorsunuz, neler söylersiniz bu yandaş - candaş konusuna… Siz hangisisiniz?
25 yıldır günlük yazı yazıyorum. Belli bir siyasal çizgiyi, bir tavrı savunuyorum yazılarımda, bu değişmiş değil. Ben şu an AK Parti ile ilişkilendiriliyorsam bu doğrusu benim kabahatim olamaz. Benim yazarlık yaşım AK Parti’den daha büyük. 10 yıllık bir partiden söz ediyoruz, eğer bu parti benim savunduğum görüşlere, doğrulara ilişkin bir siyaset izliyorsa ben ne yapabilirim? Burada bir yandaşlık ilişkisi aranacaksa, olsa olsa AK Parti benim yandaşımdır denebilir! Bu parti iktidardan gitse yine aynı yazıları yazacağım. Bu tavrı başka siyasal iktidarlar döneminde de gösteriyordum ama kimse beni yandaşlıkla suçlamıyordu.
Peki, ne değişti de şimdi bir yandaşlık yaftası yediniz?
Değişen AK Parti’nin varlığı ve kendisini iktidara taşıması oldu. Bu da o siyaset istikametinde yazı yazanların suçu olmasa gerek. Ben ne yapabilirim yani şu an bu parti benim savunduğum doğrulara yakın bir siyaset izliyorsa?
Peki, hiç mi sizin açınızdan eleştirilecek icraatları yok bu partinin?
Tabii eleştirdiğim birçok konu oldu. Bunlardan biri yeni TCK, ikincisi AK Parti’nin ilk yıllarda gündeme getirdiği tezkere konusu, ayrıca Başbakan’ın yazarları mahkemeye vermesi, haklarında dava açması. Bunları eleştirdim ve hâlâ eleştiriyorum.
“BAŞBAKAN’IN GAZETECİLERE YÖNELİK TAVRI YANLIŞ”
Başbakan’ın yazarları dava etmesi dediniz, bir de meslektaşlara yönelik çok ağır eleştirileri, sert çıkışları var...
Benim meslektaşlarım onlar, Başbakan’ın böyle bir tavır içerisinde olmaması gerekir. Bu ülkede Başbakan güç ve iktidar sahibidir. Güç ve iktidar sahipleri tahammüllü olmalıdır. Başbakan’ın gazetecilere dava açmasını yanlış buluyorum. Ortada küfür ve ağır hakaret yoksa yargı yolu kullanılmamalı.
“POLEMİK DE BİR YAZI TÜRÜDÜR”
Siz de sık sık meslektaşlarınızla polemiğe giriyorsunuz. Köşe yazarlarının sayfalarını böyle polemiklere ayırması doğru mu?
Bu neye göre doğru değil? Ortada bir anlaşmazlık varsa, farklı siyasal tavırlar üzerinden birbirimize yükleniyorsak bunda ne var? Polemik de bir yazı türüdür. Yazarların çok sık başvurduğu bir tür. Ben de zaman zaman polemiğe giriyorum ve bunda bir sakınca görmüyorum. Bunun yadırgandığını da hiç bilmiyordum, doğrusu bu eleştirileri çok da önemsemiyorum.
“KÖŞE YAZARINI GAZETECİ SAYMAMAK GEREKİR”
Sizce Türkiye köşe yazarlığında nerede, bu iş layığıyla yapılıyor mu, olması gereken bu mu?
Valla köşe yazarlığı diye bir etiket olmalı mı, bilemiyorum. Onlara ‘yorumcu’ denmesinin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Sonuçta onlar gazetecilikten ya da başka mesleklerden gelen insanlar ve yorum yapıyorlar. Doğrusu köşe yazarını gazeteci yerine de koymamak lazım. Yaptıkları iş subjektif bir iş... Kendilerini siyasete bağlı da hissedebilirler, bağımsız da. Onları gazeteci saymamak gerekir. Köşe yazarlığı diye bir meslek olmalı mı olmamalı mı, ondan da çok emin değilim.
Ama siz de yapıyorsunuz o emin olamadığınız mesleği?
Ben yorum yapıyorum. Bir gazetede bana yer verildi. Ben de orada düşüncelerimi yazıyorum, siyaseti ve hayatı yorumluyorum. İnsanlar da okuyor, beğeniyor ki yazılarım devam ediyor.
Ahmet Kekeç nasıl bir yazar? Yazarken hangi hassasiyetleri ön planda tutar?
Özellikle tahkir üslubundan uzak duruyorum, ötekinin hukukuna dikkat ediyorum.
Kırmızı çizgileriniz var mı mesleğinizde?
Elbette var. İnsanların özel hayatlarına asla girmem. O alanlardan kaçar, yazılarıma yansıtmam.
Sert ve polemikçi bir üslubunuz var dersem sanırım kızmazsınız bana, özel hayatınızda böyle misiniz?
Hayır değilim. Benim yazılarım neden sert bulunuyor bunu da bilmiyorum.
Romantik misiniz?
Hiç değilim. Şu anda gördüğünüz gibiyim. Sakin, kendi halinde bir insanım. Agresif hiç değilim. Mücadeleci bir yapım var, doğru. İnsan iddialı olmalı ve iddiasının peşinden gitmeli. Yazıdaki sertlik belki seçilen sözcüklerle ilgili bir durum...
Böyle dobra ve sert bir mizacın evliliği nasıldır peki, eşinize de sert misiniz?
Sıradan ve sade bir yaşantı... Normal bir evliliğim var. Gayet sakinim
Evde gazeteci değilsiniz yani?
Ben hiçbir alanda gazeteci değilim. Mesleğimin dışında normal, sıradan bir insanım. Bir gazeteci nasıl yaşar, kokteyllere gider, basın toplantılarına gider, uçaklardan inmez. Ama ben böyle değilim. Siyasilerin toplantılarına katılmıyorum. Reddettiğim uçak seyahatinin sayısını bile bilmiyorum. Gazetecilerin eğleştiği mekânlarda yokum. Bu etiketle dolaşmak bana son derece sıkıcı geliyor.
“28 ŞUBAT’TA MAĞDUR OLDUM”
Türkiye gibi bir ülkede yazı yazmak başlı başına bir tehlike galiba...
Kesinlikle öyle. Geçmişten bu yana gazetecilerin, yazarların, düşünürlerin başına gelen hadiseleri düşünün. Kimi öldürüldü, kimi hapse atıldı, kimi adliye koridorlarında süründü. Bunlar zaman zaman bizim de başımıza geldi. Ben 28 Şubat sürecinde epey mağdur oldum, hakkımda onlarca dava açıldı. Bu mesleği yaparken de epey zorlandım. Tam 3 sene kendi ismimle yazı yazamadım. Hakkımda 100’e yakın suç duyurusu yapıldı. 30 civarında ceza davası açıldı. Ağır Ceza Mahkemeleri’nde yargılandım. Tazminat cezaları ödedim, birçok zorluklar çektim... Türkiye’de yazı yazmak çok zor iş tabii ki...
Türkiye’de gündem çok çabuk değişiyor ve sanırım iktidar bu konuda çok başarılı. Yazı yazmak çok zor olmasa gerek sizler için böyle bir ortamda?
Evet, malzeme sıkıntısı hiç çekmiyoruz, çünkü gündem hep yoğun ve sık değişiyor; Türkiye’de bir gazetecinin veya yorumcunun işi bu nedenle çok kolaydır.
Kimleri çok sık takip edersiniz ve en beğendiğiniz köşe yazarları, birkaç örnek istesem?
Ben aslında herkesi okurum. İsim vermek çok doğru değil ama bütün gazeteleri okuyorum dersem yeterli olur sanırım.
“HİÇ BİR ZAMAN SOLCU OLMADIM”
Bir zamanlar sağcı-solcu söylemleri, şimdilerde ise İslami yazar-laik yazar ayrımı var. Ahmet Kekeç hangisi?
Ben kendimi herhangi bir şekilde tanımlamıyorum. Eğer beni bir tanımla anacaksa insanlar, yazılarıma baksınlar. Zaman zaman İslamcı yazar, liberal yazar ve İkinci Cumhuriyetçi dedikleri oldu. Öyle ki bir dönem eski solcu bile dediler. Ama hiçbir zaman solcu olmadım. Ben kendimi böyle bir konumlandırma içersine sokmam, benim bir tavrım var ve bunu yansıtmaya devam ediyorum. İstedikleri kalıba koyabilirler, açıkçası çok da umursamıyorum.
“BASIN KENDİ İMKÂNLARIYLA VAR OLAMIYOR”
Medyanın ayarında var mı bir bozukluk?
Hepimiz bu mesleğin içindeyiz, zaman zaman eleştirel tavırlar içinde olup meslektaşlarımızı suçluyoruz. Türkiye’deki habercilikten, gazetecilikten şikâyetçi olduğumuzu söylüyoruz ama genel olarak Türkiye’de medyanın şöyle bir sorunu var. Basın kendi imkânlarıyla var olamıyor, bir şekilde medya patronajı medya dışındaki bir takım alanlara yönelmek zorunda kalıyor, bu meslek açısından bir eksiklik, bir nakısa ve bunun getirdiği bir bozukluk var. Patronaj kendini siyasi erke bağımlı hissediyor. Bu her dönem geçerli olan bir durum ve ben bunun medyanın ayarını bozduğunu düşünüyorum.
“AYDINLAR DARBELERİ DESTEKLEDİLER”
Bu galiba sadece medyanın sorunu olmasa gerek?
Tabii. Türkiye’de kendine aydın diyen insanların da problemi. Aydınlar kendini devlet denen mekanizmaya karşı bağımsız hissetmediler, bağımsız tavır içerisinde olmadılar. Darbeleri desteklediler, siyaset dışı odakların gönüllü sözcülüğünü yaptılar, kendilerine bir misyon biçtiler. Bu eleştirilmesi gereken bir durum.
Böyle bir ortamda basın-medya özgürlüğünden söz etmek çok da mümkün değil gibi?
Bu hep böyledir. Türkiye’de aydınlar, yazarlar metazori bir değişimin gönüllü sözcüsü oldular. Kimi edebiyatçılarımız için de bu geçerli. Cumhuriyet’in ilk döneminde ürün vermiş yazarlarımızın eserlerine bakalım; 1923 ile başlayan değişimin sözcüsü oldular. Kimi durumdan vazife çıkardı, kimi gönüllü yaptı, kimi korktu. Sonuçta ortada eleştirilmesi gereken bir durum var. Gazeteciler de bundan çok bağımsız değil.
Peki, sizin hayalinizdeki medya nasıl? Anladığım kadarıyla bu değil?
Doğrusu kendimi böyle ideali bulma hayallerine kaptırmış biri değilim ama mevcut mekanizmanın değişmesi gerektiğini düşünüyorum. Gazeteler ve gazete patronları kendilerine meslek dışında bir iş alanı oluşturmamalı ve bağımsızlıklarını korumalı. İdeal bir gazetecilik için bir başlangıç olabilir bu.
“SÖZCÜ GAZETESİ’NİN İDEOLOJİK DEFANSLARI VAR”
Sözcü Gazetesi’ni buna örnek verebilir miyiz, patronu sadece gazetecik yapıyor çünkü?
Evet, kesinlikle Sözcü Gazetesini örnek verebiliriz. Sözcü kendini bu anlamda ekonomik olarak herhangi bir odağa bağımlı hissetmiyor. Ama Sözcü Gazetesi’nin de bir takım ideolojik defansları var. Bu ciddi bir problem, eleştirilmeli ve sorgulanmalı. Sadece parasal ilişkilerden söz etmiyoruz.
Nasıl bir defans bu?
Sözcü Gazetesi’ni çıkaranlar ve o gazetede yazan arkadaşlar demokrasi dışı güçlerin demokrasi üzerindeki tasarrufları konusunda çok da şikâyetçi değiller. Bu da eleştirilmesi gereken bir tavır... Ekonomik olarak kazandıkları bağımsızlığı resmi ideolojiye karşı da bağımsız bir tavrı ortaya koyarak taçlandırmalıdırlar.
“ERTUĞRUL ÖZKÖK DÖNEMİ EN KARANLIK DÖNEM”
“Ertuğrul Özkök, Türk medyasının başına gelmiş en kötü şeydir.” Bu sizin sözünüz… Çok ağır bir ifade değil mi? Neden böyle düşünüyorsunuz?
Çünkü Ertuğrul Özkök’ün Genel Yayın Yönetmenliği yaptığı o 20 yıl aynı zamanda Türkiye’deki en çalkantılı, en karanlık 20 yıldır. Bu yıllar içinde Özkök maalesef bir gazetecilik çabasında olmadı. Eleştireceğimiz epey husus var. Bu 20 yıl hem Ertuğrul Özkök adına, hem de Türk basını adına utançla anılması gereken yıllardır. O dönem nasıl manşetler attıkları, nasıl gazetecilik yaptıkları ortada.
“GÜCÜ ELİNDEN ALINMIŞ BİR ÖZKÖK VAR”
Şimdiki Ertuğrul Özkök’le ilgili düşünceleriniz ne peki?
Şimdiki Özkök benim de temas halinde olduğum, görüştüğüm biri. Şu anda bir gücü kullanmadığı için eski Ertuğrul Özkök’ten farklı biri var karşımızda. Gücü elinden alınmış durumda ama siyasal tavrı ve yaklaşımı itibariyle çok da fazla değişmiş değil.
“SAVCI DEDİ Kİ… MANYAK GENERAL”
28 Şubat süreciyle ilgili herkes bir şeyler anlatıyor peki sizin o dönem hiç unutamadığınız yaşanmış bir olay var mı, hafızanızdan silemediğiniz?
Valla o dönemde sık sık savcılığa giderdik. Bir gün yine savcılığa gittim ve savcı bana bir tomar kâğıt gösterdi, “Bunlar ne biliyor musun?” dedi, “Hayır” dedim. “Bunlar suç duyurusu” dedi. Bir general işi gücü bırakmış sadece gazeteleri ve gazetecileri izliyor. Hoşlanmadığı yazıları keserek ya da fotokopi ederek suç duyurusuna dönüştürüp savcılara gönderiyormuş. Bunu kendine meslek edinmiş. O general benim de 100 civarında yazımla ilgili suç duyurusunda bulunmuş. Savcı bana o kâğıtları gösterdi. “Bu adam manyak” dedi, çaresizliğini belirtti ve “Ayıp olmasın diye bu suç duyurularından iki tanesini işleme koyacağız” dedi. Düşünün, ayıp olmasın diye hakkımda Ağır Ceza’da iki dava açıldı ve yıllarca adliyelere gidip geldim!
Peki, o “manyak” dediği general kim?
O general muhtemelen Çevik Bir’di…
O halde Çevik Bir’in gözaltına alınıp ardından tutuklandığında ne hissettiğinizi sorayım. “Oh ilahi adalet tecelli etti” dediniz mi?
Çevik Bir gözaltına alınıp Ankara’ya götürülürken uçakta çekilmiş bir fotoğrafı vardı. Yüz ifadesi düşmüştü, müthiş morali bozuktu. O psikoloji yüzüne yansıyordu. Doğrusu o görüntüyü görünce çok üzüldüm. Üzüntüm birazda bir insanın kendisini bu duruma düşürmesineydi. Vaktiyle güç sendeydi, elinde silah vardı. Yaptığın, ettiğin şeylerin hesabını senden kimse soramıyordu, her türlü raconu kesiyordun. Sonra düştüğün konuma bak. Güç sahipleri kendini bu duruma düşürmeli mi diye sormadan edemiyorum. Hakikaten üzülüyorum. Bir insanı o şekilde görmek çok da memnun etmiyor beni.
“28 ŞUBAT’IN MAĞDURU SİYASET OLDU”
28 Şubat soruşturmasına “rövanş” veya “intikam” denebilir mi hükümet açısından değerlendirsek?
Ben hükümet diye bakmıyorum. Bütün darbelerin mağduru siyasettir, halktır. 28 Şubat’ın da bir mağduru vardı, o da yine siyaset oldu. Ben bu şekilde bakıyorum. Hükümetin intikamı gibi görmemek lazım… Bu dönemde Türkiye Cumhuriyeti tarihinde olmayanlar oluyor, geçmişe yönelik darbeler ve siyasete müdahale sorgulanıyor. Hatta yargıya konu oluyor. Bunu içinde bulunduğumuz yeni dönemle açıklamak lazım.
Peki, geç kalınmadı mı böyle bir soruşturma için?
Bu siyasetin inisiyatif almasıyla ilgili. İlk kez siyaset bu dönemde inisiyatif aldı. Geçmiş dönemlerde de almak istiyordu. Özellikle Özal döneminde… Turgut Özal’ın da kafasında Türkiye’yi vesayet rejiminden kurtarma gibi bir düşünce vardı ama bunu hayata geçiremedi. Kendisi vesayet sistemi tarafından tasfiye edildi. Öldü mü öldürüldü mü hâlâ tartışıyoruz.
“TURGUT ÖZAL’IN ÖLDÜRÜLDÜĞÜNÜ DÜŞÜNÜYORUM”
Siz öldürüldüğüne inanıyor musunuz?
Bende bu kanaat güçlüdür. Sokağa çıkın bir referandum yapın, Türk halkının yüzde doksanı öldürüldüğünü söyleyecektir. İsterse otopsiden çıkmasın, böyle bir yargı var kafalarda. Ben öldürüldüğünü düşünüyorum.
“Yağmurdan Sonra” adlı bir romanınız var ve 28 Şubat’ı anlatıyorsunuz. Ne oldu o dönem, kim kazandı, kim kaybetti? Kısaca dinlesek sizden…
“Yağmurdan Sonra” siyasal bir kitap değil. Dekor olarak 28 Şubat seçildi. Ama 28 Şubat’ta hepimiz kaybettik. Her dönemde insanlar kaybediyor. Halk kaybediyor. Ülke 50 yıl geriye gidiyor. Belli güç odakları dışında darbenin kazananı olmamıştır.
O dönemki medyayı sorsam size, ne ön plandaydı? Manşetler neye göre şekillenirdi?
Medya genellikle çevrenin hassasiyetlerine uygun değildi. Çevreden gelen medya da ana akım medya içinde görülmezdi. Bugün medyanın yavaş yavaş kendini var ettiğini görüyoruz. Eskiden her gazete laik, Kemalist ve Cumhuriyetçi olmak zorundaydı. Hatta gazetecilerin tavrı bile... Ama şimdi böyle değil.
Hükümete eleştirel yazılar kaleme alabilecek cesarette misiniz?
Bu sertliğe konu olacak icraatla ilgili. Bana bir icraat söyleyin ki onu eleştireyim.
“BAŞBAKAN’IN BİR DİZİ İÇİN YARGIYI GÖREVE ÇAĞIRMAYA YETKİSİ YOK”
Böyle bir gündemde alıp başını giden bir “Muhteşem Yüzyıl” tartışması mesela…
Başbakan, lider olmadan önce bir insandır. Bir diziyi eleştirmesi de normaldir, böyle bir hakkı vardır. Oradaki problem şu; Başbakan bir gücü temsil ediyor. Onun bir dizi hakkındaki yorumu “Yargı gereğini yerine getirsin” şeklinde olmamalı. Zaten tepki toplayan da bu kısım oldu. Başbakan bir dizi için yargıyı göreve çağırabilir mi? Ayrıca böyle bir mekanizma yok. Başbakan böyle dedi diye yargı durumdan vazife çıkaracak değil.
Siz izliyor musunuz o diziyi?
Hayır izlemiyorum. Muhteşem Yüzyıl’la ilgili ben de yazılar yazdım. İçeriğine ilişkin bir takım itirazlar var, bunu haklı buluyorum. Ama sonuçta televizyon dizisidir, sanatçı onu öyle kurgulamıştır, kurgularken de bir takım haksızlıklar yapmıştır. Bunu eleştirebilirsiniz ama dizinin yasaklanması, yayından kaldırılması ve yahut konunun yargıya taşınmasını doğru bulmuyorum.
“BEN ‘YANDAŞIM’ NASIL OTO SANSÜR UYGULAYAYIM”
En büyük problemlerden biri sansür deniyor, hiç uyguladığınız oluyor mu?
(Gülüyor ve espriyi patlatıyor) Ben “yandaşım” nasıl oto sansür uygulayayım? Düşüncelerim belli benim, oto sansür gereği görmüyorum. Ama böyle gören yazarlar var. Bunu da patronajın durumuyla açıklamak gerekiyor. Siyasal ilişkiler içine giriyorsa bir patron; devletten ihale alıyor, gazetecilerini, televizyonlarını yaşatmak için siyasal iktidarlarla bir takım alengirli ilişkilere giriyorsa tabiî ki o gazetede yazanlar kendilerini bir oto sansürlerle karşı karşıya bulabilirler.
“BANA YANDAŞ DİYENLER NEREDE DURDUĞUNA BAKSIN”
Görülen o ki yandaş yaftasından rahatsız olmuyorsunuz?
Herkes her şeyi söylüyor. Bir siyasal programı desteklemek suç mu; bu şekilde sormak lazım. Bana yandaş diyen insanların bunu nerede durarak söylediklerine bakmak lazım. Kendisi başka bir siyasi partinin yanında durarak bana yandaş diyor. Kendisi CHP’yi destekleyebilir, onlara yönelik yazılar yazabilir ama benim AK Parti’yi destekleyen bir yazı yazmam suç; bu ayıp. Kendisi darbelerin yanında durabilir. Generallerin yanında durabilir ama meşru siyasetin yanında bulunduğumuz zaman yandaş yazar oluyoruz. Bu konuyu inanın önemsemiyorum. Meşru bir işin yanında olmak yandaşlıksa, evet öyleyim!
“EN DEMOKRATİK HÜKÜMET”
O halde bir “yandaşa” soralım; demokrat buluyor musunuz şu anki hükümeti?
Şunu büyük bir iddia ile söylüyorum. 1923’ten sonra gelmiş en özgürlükçü, en sivil hükümet. Birçok alanda çok iyi çalışmalar yaptılar. İfade ve inanç özgürlüğü alanında ya da geçmişte tabu olarak gördüğümüz bir takım konularda iyileştirmeler ve açılımlar yapan ilk ve tek hükümet olarak görüyorum.
Medyaya bakış olarak da “en demokratik” hükümet diyebilir miyiz?
Başbakan’ın tavrı eleştiriliyor, basına bakışı tepki topluyor. Gazetecilerle girdiği polemikler eleştiriliyor. Eleştirilebilir, eleştirilsin de. Haklılık payı da var. Ben Başbakan olsam girmem bu tarz olaylara. Ama ben bu hükümeti ifade ve özgürlükler konusunda son derece başarılı buluyorum. Bu hükümeti değerlendirmek için önceki hükümetlerin nerede olduğuna bakmak lazım.
Mesela?
Kürt diyen bile kendisini hemen DGM’de buluyordu. O sözcüğün telaffuzu bile yasaktı. Ben DEP’lilerin Meclis’ten atılmasını eleştiren bir yazı yazdığım için DGM’de yargılandım. Bu ülkede Ahmet Kaya’nın başına gelenleri biliyoruz.
Sizce bu ülkenin en büyük sorunu ne?
Terör tabii ki. Gündemi en çok bu konu işgal ediyor, bu bizim enerjimizi de tüketen ciddi bir mesele. Hem entelektüel planda hem siyasal planda müthiş bir enerji sarfı... Terör meselesi, halledilmesi gereken devasa bir problem olarak karşımızda duruyor.
Kandil’e Türk bayrağını diker miyiz?
Hayır, Kandil’e neden Türk bayrağı dikelim ki? Kandil sonuçta Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bir yer değil. Bir başka ülkeye ait, bir başka bölgeye ait… Kandil’den bize yönelecek tehlikelere karşı hazırlıklı olmalıyız ama başkalarının topraklarına bayrak dikmek gibi hevesimiz de olmasın.
“KÜRT VE TERÖR SORUNU KARIŞTIRILMAMALI”
Kürt sorunu var mı gerçekten ve bu konuda yeterince çalışmalar yapılıyor mu?
Tabii ki var. Kürtlerin talepleri yakın zaman kadar yok sayıldı. Kürt kimliği inkâr edildi. Kürt diye bir şey olmadığı söylendi. Kendisine Kürt diyenler aşağılandı. Terörle mücadele kapsamında yanlış işler de yapıldı bölgede ama bu siyasetin inisiyatif koymasıyla yavaş yavaş değişiyor. Şu an Kürt demenin bir müeyyidesi yok. Kürtler kendilerini bu ülkenin eşit vatandaşı olarak görmek istiyorlar. Bu çerçevede talepleri var. Siyaset kurumu bu talepleri karşılamaya çalışıyor. Geçmişe oranla bir iyileşmeden söz etmek mümkün. Ama bunlar yapılırken bir taraftan da terörün artması kafaları karıştırıyor. Demek ki mesele sadece Kürt sorunu değil. Terör sorunu da var. Bunları birbirinden ayırmak lazım…
“CEZAEVİNDEKİ ARKADAŞLARIN GAZETECİLİKLERİNİ PROBLEMLİ BULUYORUM”
Terör dediniz madem hemen sorayım. İçerideki gazeteciler için hiç üzüldüğünüz oldu mu? Onlar için terörist ya da Ergenekoncu tabirini kullanabilir misiniz?
Ben bu konuda çok yazı yazdım. Nedim ve Ahmet içeri alındığı an zaten bunun çok yanlış olduğunu söyledim, yazdım. Mustafa Balbay milletvekili seçildiğinde hemen serbest bırakılması gerektiğini söyledim. İçerideki o arkadaşların gazeteciliklerini problemli buluyorum. Ama bunun yanında o insanların tutuklu yargılanmalarının çok fazla bir ceza olduğunu düşünüyorum ve başından beri de eleştiriyorum
“İÇERİDEKİ GAZETECİLER TUTUKLU YARGILANMAMALI”
Siyasi mi onların içeride olma nedeni?
Tabii ki bu tür davalar siyasi davalardır. Bir şeyin intikamı, öcü mü alınıyor bunu bilemiyorum. Yargı farklı bir mekanizma… Yargı kendisini siyasete karşı da sorumlu hissetmiyor. Ben darbe soruşturmalarını sonuna kadar desteklemekle birlikte 2 şeyden kaçınılması gerektiğini düşünüyorum. 1) Bunlar yapılırken ortaya yargı devleti görüntüsü çıkmasın. Çünkü yargı diğer 3 erke karşı bağımsızdır ama sorumsuz değildir. 2) Bir takım insanların tutuklu olarak yargılanmaları fazla. Tutukluluk süreleri bu kadar uzun tutulmamalı.
“DOKUNULMAZLIKLAR ASLA KALDIRILMAMALI”
Son günlerin en çok tartışılan konularından biri BDP’li vekillerin dokunulmazlıkları... Siz bu konuya nereden bakıyorsunuz?
Kesinlikle kaldırılmamalı. Asla ve asla kaldırılmamalı.
Neden? PKK’lılarla kucaklaştıkları o kareleri gördüğünüzde içiniz acımadı mı? Hiç mi bir şey hissetmediniz?
O karelerden çok rahatsız oldum. Kuvvetle de eleştirdim. Şu anda parlamentoda bulunan birçok vekil hakkında fezleke var. Dokunulmazlıklarının kaldırılması isteniyor ama yasama dönemi içindeki milletvekilleri hakkında bu tedbire başvurulmasının yanlış olduğunu düşünüyorum. Biz bunu HEP döneminde de yaşadık. Kürt milletvekilleri enselerinden tutularak polis otosuna kondular ve götürüldüler, parlamento görüntüsü açısından çok sevimsiz bir durum. Kürt meselesinde bir yere kadar geldik, bugüne kadar yapılanları boşa çıkaran bir durum oluşturur bu...
“Terörist başı Öcalan’la röportaj gazeteciliğin en tepesidir “ dedi Birand, sizce öyle mi? O tepelere çıkmayı hiç düşündünüz mü?
Özellikle “Öcalan’la röportaj yapayım” diye bir derdim olmadı. Ama isterdim tabii ki röportaj yapmayı. Ben Birand’ın röportaj yapmasını doğru buluyorum.
Peki, o zaman Esad ile röportaja neden gidilmedi? Bu da büyük bir gazetecilik başarı olmaz mıydı? İkisi de katlediyor ama bir ülke lideri, diğeri terör elebaşı?
Eee tabii ki Esad’a da gidilmeliydi. Neden gidilmesin? Bunu o gitmeyen gazetecilere bir sormak lazım “neden gidilmedi”, var orada bir yanlış.
"Öcalan bir parti lideri olur mu? Siyaset sahnesine katılır mı?” sorusuna bazı meslektaşlarımız aykırı yanıtlar veriyor. Ahmet Kekeç bize ne der?
Şu anda Öcalan hükümlü olabilir ama bir hareketin doğal lideri. Tamamı için söylemiyorum ama Kürtlerin bir bölümü onu siyasal liderleri olarak görüyor. Şu an hükümlü, cezasını tamamlar, çıkar. Siyaset yapma yasağı olmazsa, siyaset sahnesinde olur.
“ÖCALAN’I ÇOK DA SEVİMLİ BULMUYORUM”
Ya katlettiği kundaktaki bebeler ne olacak?
O da Öcalan’ın vicdan meselesi. Ben Öcalan siyaset yapsın demiyorum. Ona bayılmıyorum. Çok da sevimli bulmuyorum ama yasal olarak buna hak kazandıysa hoşlanmasam da bunu onaylamak zorundayım.
Demokrasinin gereği nedir ve bu ülkede gerçekten demokrasi işliyor mu?
Dünyanın hiçbir yerinde demokrasi işlemiyor. Ben kendi adıma şunu söyleyeyim; ötekinin hukukuna saygı demokrasinin gereği.
Bu ülkede “ileri” değil ama “Hilary” demokrasi var diyor kimleri; sizce?
Bu bir ironi... Başbakanı ve siyasi iktidarı eleştirmek adına bazı kesimlerin söylediği bir söz... Bu da eleştiri hakkıdır neticede.
“KÜRT MESELESİ ÇÖZÜLECEKSE BİR AF GÜNDEME GELMELİ”
Türkiye’nin bir affa ihtiyaç var mı? Bu, ülkeyi kaosa sürüklemez mi?
Elbette. Eğer Kürt meselesi çözülecekse bir af gündeme gelmeli. Şu an terör örgütünün mobilize ettiği binlerce, on binlerce insan var. Bunların mahkûmiyetiyle oluşabilecek bir travmayı yönetmek zordur. Dolayısıyla bir af ve beyaz sayfa zarureti var bence. Terörden mağdur olmuş insanlar da bağırlarına tas basacak, yeni insanlar, çocuklar ölmesin diye bunu onaylayacak. Başka yolu yok.
İyi de bir şehit ailesinden bunu nasıl bekleyebiliriz ki?
Zor tabii ki ama bağırlarına tas basacaklar. Daha çok insanın ölmesinden iyi değil mi bu seçenek?
Okullardaki kılık kıyafet serbestliğiyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Çok destekliyorum ben. Çok yerinde bir uygulama.
Bir ayrışmaya neden olmayacak mı? Durumu iyi olan var olmayan var. Bir de tabii çocuklarda yaratacağı psikolojik travma…
Kimse kalkıp ta Bağcılar’dan Etiler’deki okullara gitmiyor. Devlet okullarından söz ediyoruz. Sonuçta herkes kendi muhitindeki okullara gidiyor. Bu zengin-fakir ayırımı da çok saçma. Kıyafet tercihleri sınıfsal farkı ortadan kaldıracak biçimde düzenleniyor. Ben de bacağıma blucin çekiyorum Bill Gates de. Bu itiraz çok saçma. Çocuklar üniformadan arındırılıyor. Buna sevinilmeli, itiraz etmek yerine.
Bir zamanlar herkes “Başörtü sorunu var “derdi ve bu konuşurdu, o konu ne oldu sahi?
Bir başörtüsü sorunu vardı. İsteyen örter, istemeyen örtmez. Ama bu şekilde bakılmıyordu. Bu şekilde bakılmaya başlandı, bu mesele de problem olmaktan çıktı. Şu anda böyle bir problem yok.
“BENİM KAVGAM KEMALİZM’LE”
Atatürk dersem size ne dersiniz bana? “Bir daha eşi benzeri gelmeyecek bir lider” diyebilir misiniz?
Şunu söylerim; Atatürk Cumhuriyetimizin kurucusu. Bu nedenle sembolik değeri büyüktür. Atatürk’ün iyi bir asker olduğunu da biliyorum. Başarılı bir siyasetçi olduğunu da düşünüyorum ama benim kavgam Kemalizm’le. Atatürk ile Kemalizm’i ayırmak lazım diye düşünüyorum. Kendisine Atatürkçü diyenlerle benim çok ciddi problemim var.
Nedir bu kavganın nedeni?
Şuna kızıyorum; Kemalizm bu toplumu metazori yöntemlerle değiştirdi. Kemalizm bir tavırdır. Aynı zamanda bu ülkeyi Batı’ya yaklaştırdı, bu ülkeyi çağdaşlaştırdı. Kemalizm uygulamaları, kendi döneminde işlevseldi. Ama bugün geldiğimiz noktada Kemalizm, Türkiye’deki en gerici, en tutucu ideoloji haline geldi. Bu Kemalizm böyle olduğu için değil, Kemalistler bu hale getirdiği için böyle oldu. Topluma tek tip hayatı dayatan, tek tip kıyafet ve kültür tercihlerini dayatan bu ideoloji ile başım hoş değil ve kavgam var.
Bazı isimler Atatürk ve Recep Tayyip Erdoğan’ı karşılaştırıyor, bu ne denli doğru?
Atatürk de bir liderdi. Başbakan Erdoğan da bir lider... Bu değerlendirmeyi tarih yapacak. Hepsi kendi dönemi ve değeri içinde konuşulmalı. Liderleri yarıştırmak anlamsız…
“ASLA BİR ŞERİAT TEHLİKESİ YOK”
Peki, Türkiye’ye şeriat gelir mi? Çünkü AK Parti iktidara geldi geleli bu hep dillendirilir.
Osmanlı Devleti’nin başındaki yönetici aynı zamanda halifeydi. Osmanlı’nın en karanlık dönemlerinde bile bu topraklarda şeriat tehlikesi olmamış. Osmanlı bile bir tür yarı laik devletti. Kaldı ki bugünkü çağdaş Türkiye’de şeriat tehlikesi olacak. Bu iddiayı ortaya atanlar ne tarih biliyorlar, ne bu ülkeyi tanıyorlar, ne de ülkenin dinamiklerinden haberdarlar. Ne de hadlerini biliyorlar.
“BÜYÜK BİR MAHALLE BASKISI VAR”
Bir mahalle baskısından söz etmek mümkün mü?
Kesinlikle. Bu her mahalle için geçerli. Kendilerini dindar olarak tanımlayanlar için de laik olarak tanımlayanlar içinde geçerli. Halil Ergün geçen gün AK Parti’ye oy verdiğini söyledi, adamın burnundan getirdiler. AK Parti’ye oy vermek aşağılık bir şeymiş gibi. Kendiler çatır çatır CHP’ye oy veriyor ama… Tabii ki mahalle baskısı var.
Ama Halil Ergün’ün geçmişini ve bu hızlı dönüşü düşününce tepkilerde haklılık payı hiç mi yok?
Dönebilir, bu onu linç etmeyi mi gerektiriyor? Benim de bir arkadaşım AK Parti’ye oy veriyordu şimdi CHP’li oldu. Onu kalkıp dövmem mi gerekiyor? Neden adamı linç ediyorlar? Bu rezalet ve kepaze bir şey!
Başkanlık sistemine ne dersiniz; taşır mı ülke bunu?
Ben mevcut sistemin çok da kötü olduğunu düşünmüyorum. Ama bu Başkanlık sistemi nereden çıktı diyenleri de anlamıyorum. Atatürk bir Türk başkandı... Keza İnönü yine öyle... Yani Başkanlık sistemi bu topraklara çok da yabancı değil.
Rivayet o ki Erdoğan ve Gül arasında bir gizli savaş var. Başkanlık sisteminde bu karşımıza çıkar mı?
Abdullah Gül Cumhurbaşkanı; siyasetçi değil. Tayyip Erdoğan ise bir siyasetçi... İkisini kıyaslamak çok saçma. Gül, kişilik olarak daha mülayim, Erdoğan ise daha sert. Ama bu kıyaslama boş, oradan bir şey çıkmaz. Gül’ün bir başkanlık hevesi yok. Başbakan Erdoğan, ülkeye bu sistemi getirmek istiyor ve kendisi de başkan olmak istiyor bu da suç değil ayıp değil.
Bu ülkenin hem yazarları üslupta sert hem de siyasileri, atmosfer hep gergin.
Türkiye böyle bir ülke... Siyaset insanların çok gündeminde... Bir de Türkiye Akdeniz ülkesi... İnsanların ilişkileri sıcak ve çalkantılı olabiliyor.
“2014 SİYASET İÇİN EPEY GERİLİMLİ GEÇECEK”
2013’ten beklentileriniz neler? Önce medya açısından sorayım. Taşlar oynar mı yerinden?
2013’ten beklentim insanların huzurlu ve mutlu olması... Bir gazetede yazı yazıyorum, onun dışında edebiyatla ilgileniyorum ve yeni kitaplar kaleme alıyorum. Onları tamamlamak istiyorum. Siyasetin gerilimsiz devam etmesini diliyorum ama tam tersi olacak. Çünkü 2014 yılında Cumhurbaşkanlığı seçimi var. Türkiye’nin geçmişine bakalım, Cumhurbaşkanlığı seçimi dolayında bir takım sert olaylar yaşanmış, darbeler de buna dahil. Bu dönemde de böyle bir takım sert olaylar yaşanacak. Bunlara hazırlıklı olalım.
Bir gün sizi de siyaset sahnesinde görecek miyiz?
Kesinlikle hayır, göremeyeceksiniz. Benim siyasi yazılar yazdığıma bakmayın, siyasetten hiç hoşlanmam. Ben siyasetçilerin olduğu alanlardan da kaçan bir insanım. Bana zaman zaman “Hadi hadi bu yazıları yazıyorsun, Şamil gibi sen de bir gün milletvekili olacaksın” diyorlar ama asla. Ben kravat takmaktan bile hoşlanmıyorum. Siyasetçilerin uçaklarına bile binmem. Sıkılırım. Birçok daveti reddettim. Bunu övünmek için söylemiyorum. Gerçekten hoşlanmıyorum. İnşallah görmezsiniz, o benim kendimi var edeceğim bir alan değil, orada huzursuz olurum.
Ahmet Bey, keyifli bir sohbet oldu. Sorularıma tepki gösterirsiniz hatta yazılarınızdaki üslubu bana da yansıtırsınız diye size gelirken düşünmedim değil ama yanıldım. Teşekkürler bu samimiyet için.