AHMET KEKEÇ ALİ AKEL KONUSUNDA NEDEN YAZMADI?
"Kaçtır, niçin Ali Akel konusuna duyarsız kaldığım, niçin gerekli tepkiyi göstermediğim soruluyor"
Yandaşın zor sınavı
Bir derneğe, bir partiye, bir odaya, bir kulübe üye değilim. Bir camiaya ya da cemaate bağlılığım yok... Üyeleri ya da “bağlıları” anlarım. Ait olma isteği ve “güvenlik ihtiyacı” birtakım mecralara sürükleyebilir bizi. İnsanız...
Basın kuruluşlarıyla da alakam bulunmuyor çok şükür.
Basın kartım da olmadı...
Kendi halinde, yazarak ekmeğini kazanan, çocukları ve bakmakla yükümlü olduğu kimseler dışında üzerinde herhangi bir “vasi” tanımayan, kitaplarla arasını hep hoş tutmuş bir gazeteciyim.
Bu kadarım...
Utangaç ve mahcup tabiatım, kolektif ortamlardan hep uzak tuttu beni. Parlamentoyu hiç görmedim mesela... Reddetmenin büyük nezaketsizlik olacağı bir iki Resepsiyon dışında, “develetlu”nun bulunduğu hiçbir mahfilde boy göstermedim. Hiçbir kongreye ya da kurultaya katılmadım. Hiçbir basın toplantısına koşarak gitmedim. Hiçbir garnizonun ya da orduevinin kapısından imrenerek, orada bulunma isteğiyle bakmadım. Resmi gezi programlarından köşe bucak kaçtım.
Bir inanç taşıyorum elbette... Bir siyasal düşünceye sahibim...
Farklılıkların ve karşıtlıkların kendine ifade imkânı bulabildiği, keskin köşeleri olmayan bir düşünce...
Edep ve nezaket sınırlarını zorlamadıkları sürece, ötekine saygıyı ödev bildim. Başkalarının yokluğu üzerinden “pozisyon” elde etmeye çalışanlara da istikrahla baktım.
Bu cümleden olarak, bir “iktidar programını” destekliyorum.
Moda tabirle söylersek, yandaşım...
Bunun utanılacak bir durum ya da pozisyon olduğunu düşünmedim. Zaten kendimi hiç gizlemedim.
Başkalarına “hak” olan bir şey, bende niçin “nakısa” sayılacaktı?
Kendisi “CHP yandaşı”, “darbe yandaşı”, “Çevik Bir yandaşı”, “Aydın Doğan yandaşı”, “Barack Obama yandaşı” olabilecekti ama ben 30 yıl sebat ettiğim fikri, o fikrin mümessilleri iktidara geldiği için savunamayacaktım... Öyle mi?
Farklı siyasetlerin, farklı düşüncelerin, farklı iktidar programlarının yanında durup başkalarına “yandaş” diye saydıranları bu nedenle hep ayıpladım, ayıplıyorum.
Bir inancı ya da düşünceyi sahiplendiğinizde, belli riskleri de üstlenmiş oluyorsunuz.
Ülkemizde durum böyle maalesef...
İster iktidar erkine yaslanın, ister bir camiaya, isterse örgütlü bir siyasal düşünceye... Bundan kaçamıyorsunuz... Ve “şiddet” hayatınızın bir parçası haline geliyor.
Neredeyse günümün büyük bölümünü, küfür ve hakaret mesajlarını ayıklamakla, onları ait oldukları yere postalamakla geçiriyorum. Zaman zaman “şiddete” varan tepkilerle baş etmeye çalışıyorum ama baş edemiyorum. “Ölüm tehditlerini” ise ne yapacağımı bilemiyorum. Ne yapılabilir, onu da bilmiyorum. Yani, “Sırtınızı iktidara yasladınız, konuşun bakalım!” diye bir şey yok.
Bir iktidar programını savunmak, elbette yapılan yanlışları tasvip etmek anlamına gelmiyor.
Benim de onaylamadığım, zorlama bulduğum, “keşke hiç olmasaydı” dediğim icraatlar oldu ama bu pozisyonumu değiştirmemi gerektirmedi. Utanç içinde olmamı hiç gerektirmedi.
Bu kadar laf ne için?
Kaçtır, niçin Ali Akel konusuna duyarsız kaldığım, niçin gerekli tepkiyi göstermediğim soruluyor ve sürekli sigaya çekiliyorum...
Tanıdığım, namusuna ve ahlakına güvendiğim Ali Akel siyasal iktidarın gadrine mi uğradı, yoksa patronaj tasarrufuna mı kurban gitti?
Bu konuda fikir yürütecek malumata sahip değilim.
Fakat üzüldüğümü, bu durumdan hoşlanmadığımı, başına gelenleri onaylamadığımı söyleyebilirim...
Bunu, “bir sorumluluğu def etme” çabasıyla değil, tüm kalbimle söylüyorum.
Bir yanlış yapılmıştır.
Nasıl tevil edilirse edilsin, bu yanlışın, oluşturulmak istenen bir algıya hizmet edeceği aşikâr.
Hem de, haksızlık...
Biz, herkesin düşüncesini özgürce ifade edebildiği bir Türkiye özlemiyor muyduk?
Ahmet KEKEÇ / STAR GAZETESİ
Bir derneğe, bir partiye, bir odaya, bir kulübe üye değilim. Bir camiaya ya da cemaate bağlılığım yok... Üyeleri ya da “bağlıları” anlarım. Ait olma isteği ve “güvenlik ihtiyacı” birtakım mecralara sürükleyebilir bizi. İnsanız...
Basın kuruluşlarıyla da alakam bulunmuyor çok şükür.
Basın kartım da olmadı...
Kendi halinde, yazarak ekmeğini kazanan, çocukları ve bakmakla yükümlü olduğu kimseler dışında üzerinde herhangi bir “vasi” tanımayan, kitaplarla arasını hep hoş tutmuş bir gazeteciyim.
Bu kadarım...
Utangaç ve mahcup tabiatım, kolektif ortamlardan hep uzak tuttu beni. Parlamentoyu hiç görmedim mesela... Reddetmenin büyük nezaketsizlik olacağı bir iki Resepsiyon dışında, “develetlu”nun bulunduğu hiçbir mahfilde boy göstermedim. Hiçbir kongreye ya da kurultaya katılmadım. Hiçbir basın toplantısına koşarak gitmedim. Hiçbir garnizonun ya da orduevinin kapısından imrenerek, orada bulunma isteğiyle bakmadım. Resmi gezi programlarından köşe bucak kaçtım.
Bir inanç taşıyorum elbette... Bir siyasal düşünceye sahibim...
Farklılıkların ve karşıtlıkların kendine ifade imkânı bulabildiği, keskin köşeleri olmayan bir düşünce...
Edep ve nezaket sınırlarını zorlamadıkları sürece, ötekine saygıyı ödev bildim. Başkalarının yokluğu üzerinden “pozisyon” elde etmeye çalışanlara da istikrahla baktım.
Bu cümleden olarak, bir “iktidar programını” destekliyorum.
Moda tabirle söylersek, yandaşım...
Bunun utanılacak bir durum ya da pozisyon olduğunu düşünmedim. Zaten kendimi hiç gizlemedim.
Başkalarına “hak” olan bir şey, bende niçin “nakısa” sayılacaktı?
Kendisi “CHP yandaşı”, “darbe yandaşı”, “Çevik Bir yandaşı”, “Aydın Doğan yandaşı”, “Barack Obama yandaşı” olabilecekti ama ben 30 yıl sebat ettiğim fikri, o fikrin mümessilleri iktidara geldiği için savunamayacaktım... Öyle mi?
Farklı siyasetlerin, farklı düşüncelerin, farklı iktidar programlarının yanında durup başkalarına “yandaş” diye saydıranları bu nedenle hep ayıpladım, ayıplıyorum.
Bir inancı ya da düşünceyi sahiplendiğinizde, belli riskleri de üstlenmiş oluyorsunuz.
Ülkemizde durum böyle maalesef...
İster iktidar erkine yaslanın, ister bir camiaya, isterse örgütlü bir siyasal düşünceye... Bundan kaçamıyorsunuz... Ve “şiddet” hayatınızın bir parçası haline geliyor.
Neredeyse günümün büyük bölümünü, küfür ve hakaret mesajlarını ayıklamakla, onları ait oldukları yere postalamakla geçiriyorum. Zaman zaman “şiddete” varan tepkilerle baş etmeye çalışıyorum ama baş edemiyorum. “Ölüm tehditlerini” ise ne yapacağımı bilemiyorum. Ne yapılabilir, onu da bilmiyorum. Yani, “Sırtınızı iktidara yasladınız, konuşun bakalım!” diye bir şey yok.
Bir iktidar programını savunmak, elbette yapılan yanlışları tasvip etmek anlamına gelmiyor.
Benim de onaylamadığım, zorlama bulduğum, “keşke hiç olmasaydı” dediğim icraatlar oldu ama bu pozisyonumu değiştirmemi gerektirmedi. Utanç içinde olmamı hiç gerektirmedi.
Bu kadar laf ne için?
Kaçtır, niçin Ali Akel konusuna duyarsız kaldığım, niçin gerekli tepkiyi göstermediğim soruluyor ve sürekli sigaya çekiliyorum...
Tanıdığım, namusuna ve ahlakına güvendiğim Ali Akel siyasal iktidarın gadrine mi uğradı, yoksa patronaj tasarrufuna mı kurban gitti?
Bu konuda fikir yürütecek malumata sahip değilim.
Fakat üzüldüğümü, bu durumdan hoşlanmadığımı, başına gelenleri onaylamadığımı söyleyebilirim...
Bunu, “bir sorumluluğu def etme” çabasıyla değil, tüm kalbimle söylüyorum.
Bir yanlış yapılmıştır.
Nasıl tevil edilirse edilsin, bu yanlışın, oluşturulmak istenen bir algıya hizmet edeceği aşikâr.
Hem de, haksızlık...
Biz, herkesin düşüncesini özgürce ifade edebildiği bir Türkiye özlemiyor muyduk?
Ahmet KEKEÇ / STAR GAZETESİ