AHMET ALTAN TAZMİNATA İSYAN ETTİ; ''RECEP TAYYİP ERDOĞAN İÇİN SADAKA MI TOPLAYAYIM''
Ahmet Altan, Başbakan Erdoğan'a tazminat ödemeye mahkum edilmesine fena içerledi!
Feda olsun
Ünlü bir İtalyan sopranosu, vergi beyannamesini doldururken, “bakmakla yükümlü olduğunuz kişiler” maddesine “La Scala Operası” diye yazmıştı.
Acaba ben de “bakmakla yükümlü olduğum kişiler” sırasına “Recep Tayyip Erdoğan” mı yazmalıyım?
Baksanıza kendisine on beş bin lira ödemeye mahkûm olmuşum.
Anladığım kadarıyla aynı yazıyla ilgili iki dava varmış, bir ceza davası, bir tazminat davası.
Bizim avukatlar, “ceza davasının sonucunu bekleyelim tazminat davası için” demişler ama “yüce yargının” acelesi varmış, “kimseyi beklemeden karar verelim” demişler.
Vermişler kararı.
Bilmem, bir sıkışıklık mı var?
Bir ihtiyaç hâli mevcutsa “elden” göndereyim.
Ama Erdoğan’a “baba” diyen muhafazakâr yazarlarımızı da uyarayım, bundan sonra “babanızın” geliri için bana güvenmeyin, çünkü bu elimdeki son para.
Söyleyin babanıza bir daha yargıçları vasıtasıyla benden para isterse, onu “bakmakla yükümlü olduğum kişiler” listesinden sileceğim.
Gidip Sultanahmet Camii’nin önünde, “bir gazete çıkardık, köye gideceğim, Allah Rızası için bir sadaka” diye dilenip, topladıklarımı ona gönderemem.
Nedense gazetecilerin işsiz ve parasız kaldıklarında yapacakları ilk iş olarak akıllarına gelen “limon satma” işine girsem de sizin masrafları çıkartacak kadar para toplayamam.
Duyduğuma göre son zamanlarda çok müsrif olmuşsunuz.
Ama “babanız” sizi terbiye etmek için benden yararlanabilir, “kötü örnek” olarak size gösterebilir, “bakın evlatlarım, öyle Uludere, işkence, demokrasi falan deyip gerçekleri söylemek isterseniz, sonunuz böyle olur” diyebilir, böylece eğitiminize küçük bir katkım olur benim de.
Hani şu eski bakkallarda bir resim vardı, “veresiye satan, peşin satan” diye, veresiye satanın altında beş parasız biri otururdu, peşin satanın altında da zengin, kalantor biri, siz de gazetelerinizin girişlerine, odalarınıza böyle bir resim asabilirsiniz, “Uludere diyen” yazının altına benim resmimi, “Uludere demeyen”in altına da kendi resminizi koyar, aklınız ve ticari başarınızla övünebilirsiniz.
Yapabilirsiniz.
Eğitici olur, genç gazetecilere de gösterirsiniz.
“Muhafazakâr gazeteciliğin” son zamanlarda çok başarılı bir ticaret olduğunu onlara da anlatabilirsiniz.
İyi tüccarsınız vesselam, ne diyeyim.
Aslında size şu bizim meşhur filmlerdeki rolde de görmek isterim, yaşlı, fakir bir yazar süklüm püklüm büyük bir çalışma odasına girer, masanın arkasındaki koltuğun arkası görünür kamerada, sonra koltuğunuzu döndürür, “bir zamanlar gururlu fakat fakir bir genç vardı, hatırlıyor musun” dersiniz.
Ben size, tanıyabilmek için öyle boynu bükük bakarım.
“O şimdi muhafazakâr bir gazeteci oldu beybaba,” dersiniz elma kokulu nargilenizden bir nefes çekerek.
“Ah, bilemedim bey oğlum, senin böyle gurursuz ve zengin olacağını hiç tahmin edemedim” derim ben de utanç içinde.
Ne güzel sahne olur, değil mi?
Hatta isterseniz bizim gazetenin bütün yazarları birlikte girer odaya o sahnede, size hayranlıkla bakarlar, “maşallah bak nasıl gurursuz ve zengin olmuş” derler, hayranlıkla izlerler sizi.
Siz de bir dahaki sahnede babanıza anlatırsınız olanları.
“Baba, geldiler ve hayran kaldılar bana” diye.
Babanız da size, “tabii hayran olacaklar oğlum, sen benim evladımsın, efendisin, saygılısın, el öpmeyi, etek öpmeyi biliyorsun, sen zengin olamayacaksın da kim olacak” der.
Al sana televizyon dizisi işte.
O sırada Sultan Süleyman atıyla girer odaya, son zamanlarda zavallı atından inemiyor biliyorsunuz, o atından indi mi savcıları çağırıyor babanız, atının üstünden, “ecdadınız sizin gibi gazeteci isterdi kullarım” der, “ecdadınız saygılı yazarlardan, şairlerden hiçbirini boğdurmadı, sadece hiciv yazanları odunlukta boğdururdu benim torunlarım” diye iftiharla iç geçirir.
Atıyla iki tur atar sizin odanın içinde, sonra eğilip kulağınıza, “acaba bir kere attan inebilir miyim bir babanıza sorsanıza” der, “eğer yargıya talimat vermeyecekse inip iki adım yürüyeyim, bacaklarım tutuldu atın üstünde dolaşa dolaşa”.
Dizide hiç kadın gözükmez, entrika olmaz.
Ecdadınız kadına dokunmazdı biliyorsunuz.
Babanız öyle diyor.
Tarihçi ya kendisi, kim ne kadar ata binmiş onda çetelesi var, “Sarı Selim mi, ha bak o yirmi üç yıl ata bindi, hiç içmedi, sarhoşken hamam sefası sırasında kayıp da düşmedi, düşüp de kafasını vurup ölmedi” der.
Siz de “en büyük baba, bizim baba” diye bağırırken ben de çıkarır parayı veririm.
Ve en muhafazakâr “happy end” olur.
Ahmet ALTAN / TARAF
Ünlü bir İtalyan sopranosu, vergi beyannamesini doldururken, “bakmakla yükümlü olduğunuz kişiler” maddesine “La Scala Operası” diye yazmıştı.
Acaba ben de “bakmakla yükümlü olduğum kişiler” sırasına “Recep Tayyip Erdoğan” mı yazmalıyım?
Baksanıza kendisine on beş bin lira ödemeye mahkûm olmuşum.
Anladığım kadarıyla aynı yazıyla ilgili iki dava varmış, bir ceza davası, bir tazminat davası.
Bizim avukatlar, “ceza davasının sonucunu bekleyelim tazminat davası için” demişler ama “yüce yargının” acelesi varmış, “kimseyi beklemeden karar verelim” demişler.
Vermişler kararı.
Bilmem, bir sıkışıklık mı var?
Bir ihtiyaç hâli mevcutsa “elden” göndereyim.
Ama Erdoğan’a “baba” diyen muhafazakâr yazarlarımızı da uyarayım, bundan sonra “babanızın” geliri için bana güvenmeyin, çünkü bu elimdeki son para.
Söyleyin babanıza bir daha yargıçları vasıtasıyla benden para isterse, onu “bakmakla yükümlü olduğum kişiler” listesinden sileceğim.
Gidip Sultanahmet Camii’nin önünde, “bir gazete çıkardık, köye gideceğim, Allah Rızası için bir sadaka” diye dilenip, topladıklarımı ona gönderemem.
Nedense gazetecilerin işsiz ve parasız kaldıklarında yapacakları ilk iş olarak akıllarına gelen “limon satma” işine girsem de sizin masrafları çıkartacak kadar para toplayamam.
Duyduğuma göre son zamanlarda çok müsrif olmuşsunuz.
Ama “babanız” sizi terbiye etmek için benden yararlanabilir, “kötü örnek” olarak size gösterebilir, “bakın evlatlarım, öyle Uludere, işkence, demokrasi falan deyip gerçekleri söylemek isterseniz, sonunuz böyle olur” diyebilir, böylece eğitiminize küçük bir katkım olur benim de.
Hani şu eski bakkallarda bir resim vardı, “veresiye satan, peşin satan” diye, veresiye satanın altında beş parasız biri otururdu, peşin satanın altında da zengin, kalantor biri, siz de gazetelerinizin girişlerine, odalarınıza böyle bir resim asabilirsiniz, “Uludere diyen” yazının altına benim resmimi, “Uludere demeyen”in altına da kendi resminizi koyar, aklınız ve ticari başarınızla övünebilirsiniz.
Yapabilirsiniz.
Eğitici olur, genç gazetecilere de gösterirsiniz.
“Muhafazakâr gazeteciliğin” son zamanlarda çok başarılı bir ticaret olduğunu onlara da anlatabilirsiniz.
İyi tüccarsınız vesselam, ne diyeyim.
Aslında size şu bizim meşhur filmlerdeki rolde de görmek isterim, yaşlı, fakir bir yazar süklüm püklüm büyük bir çalışma odasına girer, masanın arkasındaki koltuğun arkası görünür kamerada, sonra koltuğunuzu döndürür, “bir zamanlar gururlu fakat fakir bir genç vardı, hatırlıyor musun” dersiniz.
Ben size, tanıyabilmek için öyle boynu bükük bakarım.
“O şimdi muhafazakâr bir gazeteci oldu beybaba,” dersiniz elma kokulu nargilenizden bir nefes çekerek.
“Ah, bilemedim bey oğlum, senin böyle gurursuz ve zengin olacağını hiç tahmin edemedim” derim ben de utanç içinde.
Ne güzel sahne olur, değil mi?
Hatta isterseniz bizim gazetenin bütün yazarları birlikte girer odaya o sahnede, size hayranlıkla bakarlar, “maşallah bak nasıl gurursuz ve zengin olmuş” derler, hayranlıkla izlerler sizi.
Siz de bir dahaki sahnede babanıza anlatırsınız olanları.
“Baba, geldiler ve hayran kaldılar bana” diye.
Babanız da size, “tabii hayran olacaklar oğlum, sen benim evladımsın, efendisin, saygılısın, el öpmeyi, etek öpmeyi biliyorsun, sen zengin olamayacaksın da kim olacak” der.
Al sana televizyon dizisi işte.
O sırada Sultan Süleyman atıyla girer odaya, son zamanlarda zavallı atından inemiyor biliyorsunuz, o atından indi mi savcıları çağırıyor babanız, atının üstünden, “ecdadınız sizin gibi gazeteci isterdi kullarım” der, “ecdadınız saygılı yazarlardan, şairlerden hiçbirini boğdurmadı, sadece hiciv yazanları odunlukta boğdururdu benim torunlarım” diye iftiharla iç geçirir.
Atıyla iki tur atar sizin odanın içinde, sonra eğilip kulağınıza, “acaba bir kere attan inebilir miyim bir babanıza sorsanıza” der, “eğer yargıya talimat vermeyecekse inip iki adım yürüyeyim, bacaklarım tutuldu atın üstünde dolaşa dolaşa”.
Dizide hiç kadın gözükmez, entrika olmaz.
Ecdadınız kadına dokunmazdı biliyorsunuz.
Babanız öyle diyor.
Tarihçi ya kendisi, kim ne kadar ata binmiş onda çetelesi var, “Sarı Selim mi, ha bak o yirmi üç yıl ata bindi, hiç içmedi, sarhoşken hamam sefası sırasında kayıp da düşmedi, düşüp de kafasını vurup ölmedi” der.
Siz de “en büyük baba, bizim baba” diye bağırırken ben de çıkarır parayı veririm.
Ve en muhafazakâr “happy end” olur.
Ahmet ALTAN / TARAF