Ahmet Altan: Hürriyet'i okurken ve CNNTürk'ü izlerken dikkatli olun; boğazınızı kesecek bıçağı...
P24 yazarı Ahmet Altan'ın, "Ergenekon ve Medyadaki Algı Operasyonu" başlığıyla hazırladığı yazı dizisindeki ilk yazısı yayımlandı.
Soğuk Savaş döneminde ve 90’lı yıllarda Türkiye’deki kontrgerilla faaliyetlerine değinen Altan, AKP’nin 2002’de iktidara gelişinin ve iktidardan gitmeyeceğinin anlaşılmasının ardından örgütün faaliyetlerine devam ettiğine dikkat çekerek, Rahip Santoro ve Hrant Dink cinayetleri ile Danıştay baskınının ardından AKP’nin 2007 yılında Ümraniye’de bir evde el bombaları bulunmasıyla başlayan Ergenekon soruşturmasına destek verdiğini belirtti. “AKP’nin demokrasiden vazgeçmesinden sonra Ergenekon sanıklarının hepsi bırakıldı.” diyen Altan, yeni bir Ergenekon yapılanmasının ortaya çıkmaya başladığını savunarak, Tahir Elçi’nin faili meçhul cinayete kurban gitmesi ve Can Dündar’a adliye önünde düzenlenen silahlı saldırının örgütün yeniden hareketlendiği anlamına geldiğini ifade etti. Doğan Medya Grubu’nun Ergenekon adından bir örgüt olmadığına ilişkin propaganda yaptığını da ileri süren Altan, “Hürriyet Gazetesi’ni okurken ve CNNTürk yayınlarını izlerken dikkatli olun, sizi inandırmayı ve sizin boğazınızı kesecek bıçağı size biletmeyi amaçlıyorlar.” dedi.
Ahmet Altan’ın yazısının tamamı şöyle:
Türkiye, ilk kez televizyonda “kontrgerilla” sözcüğünü başbakanlık makamında bulunmuş birinin ağzından, sanırım 1993 yılında Neşe Düzel’le birlikte yaptığımız Kırmızı Koltuk programında duydu.
Programa konuk olan Bülent Ecevit, başbakanlığı sırasında harcama kalemleri arasında “kontgerilla” diye bir madde görüp, bunun ne olduğunu sorduğunda, ona bunun “gizli bir örgüt” olduğunu söylediklerini anlatmıştı.
Sovyet işgaline karşı NATO ülkelerinde “emekli” askerlerle, “vatansever” sivillerin oluşturduğu, Genelkurmay’da adı sık sık değişen bir daireye bağlı olan bu örgütün “işgal halinde” kullanması için ülkenin çeşitli yerlerine “gizli” silah yığınakları yapılmıştı…. Bu “vatanseverler” arasında çiftçiler, berberler, doktorlar, mühendisler, akademisyenler, gazeteciler, kısacası her meslekten insan vardı.
Öğrendiklerine çok şaşıran Ecevit, gittiği bir Doğu ilinde verilen bir akşam yemeğinde bölge komutanı generalle konuşurken, “biliyor musunuz böyle bir örgüt varmış” demiş, general de kendisine, “çok yararlı bir örgüttür sayın başbakan, vatanseverlerden oluşur, mesela şu karşıda gördüğünüz MHP il başkanı da kontrgerillanın üyesidir. Kendisi çok güvenilir bir arkadaştır” diye cevap vermiş.
Önceki yıllarda MHP’lilerin karıştığı silahlı çatışmaları hatırlayan Ecevit, bu bilgi karşısında dehşete düşmüş ama konuyla çok fazla ilgilenemeden görevden ayrılmak zorunda kalmış.
“Sovyet işgali” tehlikesi ortadan kalktıktan sonra NATO ülkelerinin çoğunda bu örgüt lağvedildi.
Ama bazı ülkeler bu örgütleri “iç işlerinde” kullanmak için eskisi gibi sürdürdüler.
İtalya’da “Gladio” adını alan bu örgüt bir hükümet darbesi yapmaya hazırlanırken yakalanıp temizlendi, yöneticileri yargılandı.
Türkiye’de ise aynı örgüt hep “canlı” kaldı.
“Derin devlet” dediğimiz ve “yasadışı” bir iktidarı sürdüren gücün operasyonel aracı olarak kullanıldı.
PKK ile savaş başladığında, bu yapıya “JİTEM”, bazı polisler ve mafya da katıldı.
Binlerce insanı öldürdüler.
Devlet gücünü kullanarak uyuşturucu ticaretine, haraç işlerine giriştiler.
O kadar güçlendiler ki bir ara “derin” devlet, “görünen” devleti ele geçirme noktasına kadar geldi.
1996’da Susurluk olayı bu yapının ortaya çıkmasını sağladı.
Bir anda toplum, kendi ülkesinde kendisinden habersiz ne skandalların, faciaların, suçların yaşandığını gördü.
Büyük bir tepki doğdu, “aydınlık için bir dakika karanlık” eylemleri başladı.
Bir Meclis komisyonu, hâlâ okunduğunda insanı ürperten “Susurluk raporu’’nu hazırladı.
Ama bir süre sonra bu araştırmalar yolundan saptırıldı.
İşin sonuna kadar gidilemedi.
Devlet, “derin devletin” gereğinden fazla büyüyen uçlarını kesti ve işin üstünü örttü.
Kontrgerilla, ülkenin Batı bölgelerinin aldırmazlığından da yaralanarak Güneydoğu’da cinayetlerine devam etti.
Örgüt sadece Kürtlere karşı kullanıldığından pek kimsenin sesi de çıkmadı.
Çok az insan bu yaşananların üstüne gitti ama medya genellikle sessiz kaldı.
2002’de AKP’nin iktidara gelmesinden ve iktidardan gitmeyeceğinin de anlaşılmasından sonra bu “örgüt” 2006’dan itibaren siyaseti karıştıracak eylemlerle yeniden ortaya çıktı.
5 Şubat 2006’da Rahip Santoro öldürüldü… Katil, çok gençti… Yakalandı… Mesele kapatıldı.
17 Mayıs 2006’da Danıştay baskını gerçekleşti… Bir yargıç öldürüldü… Cinayeti işleyen Alpaslan Aslan olay yerinde yakalandı.
Veli Küçük’ün yakın adamı olan “emekli” subay Muzaffer Tekin’le ilişkisi olduğu saptandı… Tekin de yakalandı… Ancak daha sonra serbest bırakıldı.
19 Ocak 2007’de Hrant Dink öldürüldü.
Cinayetin işleneceğinden devletin bütün birimlerinin, istihbaratın emniyetin, jandarmanın, polis muhbirlerinin, “vatansever” gençlerin haberdar olmasına rağmen kimse cinayetin önünü kesmedi.
Dink’in nasıl bir organizasyonla öldürüldüğü hâlâ net bir biçimde belirlenmedi.
18 Nisan 2007’de Malatya’da Zirve katliamı gerçekleştirildi. Hıristiyanlar gırtlakları kesilerek öldürüldü. Gene birkaç genç yakalandı ve işin üstü kapatıldı.
12 Haziran 2007’de Ümraniye’de bir gecekonduya ihbar üzerine yapılan baskında 27 el bombasının ele geçirilmesiyle “Ergenekon soruşturması” denilen süreç başladı.
Bombaları gecekonduya koyan kişiyle gene “emekli” yüzbaşı Tekin’in ilişkisi belirlendi.
Arka arkaya işlenen suikastlerin kendisini hedef aldığını anlayan AKP hükümeti, soruşturmanın arkasında durdu.
Büyük operasyonlar yapıldı.
Operasyon dalga dalga yukarıya doğru tırmanmaya başladı.
Ergenekon operasyonlarının başlamasıyla birlikte ülkedeki “suikastler” ve “faili meçhuller” bıçakla kesilmiş gibi durdu.
Taraf Gazetesi olarak biz, yayın hayatına başladıktan sonra, yeni adı “Ergenekon” olan kontrgerillaya karşı sürdürülen operasyonları destekledik ve en tepeye kadar ulaşılmasını, işlenen cinayetlerin asıl sorumluların ortaya çıkarılmasını istedik.
Ne yazık ki aynen Susurluk olayında olduğu gibi Ergenekon soruşturması da bir yerden sonra “yukarıya” doğru gitmekten vazgeçti… En tepeye gene ulaşılamadı.
AKP’nin demokrasiden vazgeçmesinden sonra Ergenekon sanıklarının hepsi bırakıldı.
Son zamanlarda ise mafyanın bir bölümünün de içinde bulunduğu “yeni” bir Ergenekon yapılanmasının ilk tehlikeli işaretleri ortaya çıkmaya başladı.
Yeniden “silah” ve “suikast” siyasetin içinde kendini gösterdi.
Tahir Elçi bir “faili meçhule” kurban gitti.
Can Dündar adliyenin önünde silahlı saldırıya uğradı… Eşi Dilek Dündar ve CHP milletvekili Muharrem Erkek cesurca saldırganın üstüne atılmasa vurulacaktı.
Devletin içinden destek bulan bu cinayet örgütünün yeniden başını kaldırdığı dönemde, Aydın Doğan’la Ahmet Hakan, Hürriyet gazetesinde ve CNN’de “aslında böyle bir örgütün olmadığı” propagandasına hız verdiler.
Laikliğin kaldırılması, hilafetin getirilmesi, padişahlığın ihya edilmesi, Güneydoğu’daki kanlı savaş gibi konuları tartışacağımız sırada birdenbire ardı ardına “Ergenekon” programları ve yazılarıyla karşılaştık…
Daha önce ulusalcı medyanın yaptığını, bu kez Ahmet Hakan daha da şirretleşerek ve Doğan medyasının kanallarını kullanarak yapıyordu.
Ne tuhaftır ki Tahir Elçi’yi hedef haline getiren karanlık yolun kapısını da aynı Ahmet Hakan’ın sorduğu zehirli soru açmıştı.
Aydın Doğan’la Ahmet Hakan’ın korumaya çalıştığı örgütün nasıl bir şey olduğunu bir kez daha anlatarak başlıyorum bu diziye çünkü Türkiye’nin nerelerden geçmiş olduğunu ve “derin devletin” neler yapmış olduğunu, neyle karşı karşıya olduğumuzu unutmuş olabileceğinizi düşünüyorum.
İkincisi de “yeni Ergenekon”la birlikte aynı tehlikeleri bir daha yaşamanın eşiğinde olduğumuzu size hatırlatmak istiyorum.
O örgüt olduğu yerde duruyor ve yeniden hareketlendiği görülüyor.
Hürriyet Gazetesi’ni okurken ve CNNTürk yayınlarını izlerken dikkatli olun, sizi inandırmayı ve sizin boğazınızı kesecek bıçağı size biletmeyi amaçlıyorlar.
Yarından itibaren, bu amaca ulaşabilmek için nasıl yalanlar söylediklerini, nasıl sahtekârlıklar yaptıklarını, olayları nasıl çarpıttıklarını size belgeleriyle anlatacağım.
Ahmet Hakan’ın nasıl fütursuzca yalan söylediğini göreceksiniz.
Ahmet Hakan, güç karşısında eğilen, zayıf karakterli bir adam… Önemli biri değil… Unutmayın, paslı çiviler de önemli değildir ama tetanos mikrobu taşırlar… Onun için dikkatli olmak, gördüğünüzde kaldırıp bir kenara atmak gerekir.
Bu tür önemsiz “algı operatörleri” su sinekleri gibi bir süre ortada görünür, görevlerini yapar sonra kaybolurlar… Adamlar kaybolur ama algı operasyonu yapmak için derin devletin hep hazır tuttuğu medyadaki “kadro” hiç kaybolmaz… Biri gelir, biri gider ama daima bu algı operasyonlarını yapacak birileri bulunur… O kadro doldurulur.
Ahmet Hakan’ın nasıl bir “algı operatörü” olduğunu, onun “örnekleriyle” size göstereceğim ama asıl amacın bu tür adamları hep medyada tutan “operasyon kadrolarını” ortadan kaldırmak olduğunu da hiç akıldan çıkarmamak gerekiyor.
Ahmet Altan’ın yazısının tamamı şöyle:
Türkiye, ilk kez televizyonda “kontrgerilla” sözcüğünü başbakanlık makamında bulunmuş birinin ağzından, sanırım 1993 yılında Neşe Düzel’le birlikte yaptığımız Kırmızı Koltuk programında duydu.
Programa konuk olan Bülent Ecevit, başbakanlığı sırasında harcama kalemleri arasında “kontgerilla” diye bir madde görüp, bunun ne olduğunu sorduğunda, ona bunun “gizli bir örgüt” olduğunu söylediklerini anlatmıştı.
Sovyet işgaline karşı NATO ülkelerinde “emekli” askerlerle, “vatansever” sivillerin oluşturduğu, Genelkurmay’da adı sık sık değişen bir daireye bağlı olan bu örgütün “işgal halinde” kullanması için ülkenin çeşitli yerlerine “gizli” silah yığınakları yapılmıştı…. Bu “vatanseverler” arasında çiftçiler, berberler, doktorlar, mühendisler, akademisyenler, gazeteciler, kısacası her meslekten insan vardı.
Öğrendiklerine çok şaşıran Ecevit, gittiği bir Doğu ilinde verilen bir akşam yemeğinde bölge komutanı generalle konuşurken, “biliyor musunuz böyle bir örgüt varmış” demiş, general de kendisine, “çok yararlı bir örgüttür sayın başbakan, vatanseverlerden oluşur, mesela şu karşıda gördüğünüz MHP il başkanı da kontrgerillanın üyesidir. Kendisi çok güvenilir bir arkadaştır” diye cevap vermiş.
Önceki yıllarda MHP’lilerin karıştığı silahlı çatışmaları hatırlayan Ecevit, bu bilgi karşısında dehşete düşmüş ama konuyla çok fazla ilgilenemeden görevden ayrılmak zorunda kalmış.
“Sovyet işgali” tehlikesi ortadan kalktıktan sonra NATO ülkelerinin çoğunda bu örgüt lağvedildi.
Ama bazı ülkeler bu örgütleri “iç işlerinde” kullanmak için eskisi gibi sürdürdüler.
İtalya’da “Gladio” adını alan bu örgüt bir hükümet darbesi yapmaya hazırlanırken yakalanıp temizlendi, yöneticileri yargılandı.
Türkiye’de ise aynı örgüt hep “canlı” kaldı.
“Derin devlet” dediğimiz ve “yasadışı” bir iktidarı sürdüren gücün operasyonel aracı olarak kullanıldı.
PKK ile savaş başladığında, bu yapıya “JİTEM”, bazı polisler ve mafya da katıldı.
Binlerce insanı öldürdüler.
Devlet gücünü kullanarak uyuşturucu ticaretine, haraç işlerine giriştiler.
O kadar güçlendiler ki bir ara “derin” devlet, “görünen” devleti ele geçirme noktasına kadar geldi.
1996’da Susurluk olayı bu yapının ortaya çıkmasını sağladı.
Bir anda toplum, kendi ülkesinde kendisinden habersiz ne skandalların, faciaların, suçların yaşandığını gördü.
Büyük bir tepki doğdu, “aydınlık için bir dakika karanlık” eylemleri başladı.
Bir Meclis komisyonu, hâlâ okunduğunda insanı ürperten “Susurluk raporu’’nu hazırladı.
Ama bir süre sonra bu araştırmalar yolundan saptırıldı.
İşin sonuna kadar gidilemedi.
Devlet, “derin devletin” gereğinden fazla büyüyen uçlarını kesti ve işin üstünü örttü.
Kontrgerilla, ülkenin Batı bölgelerinin aldırmazlığından da yaralanarak Güneydoğu’da cinayetlerine devam etti.
Örgüt sadece Kürtlere karşı kullanıldığından pek kimsenin sesi de çıkmadı.
Çok az insan bu yaşananların üstüne gitti ama medya genellikle sessiz kaldı.
2002’de AKP’nin iktidara gelmesinden ve iktidardan gitmeyeceğinin de anlaşılmasından sonra bu “örgüt” 2006’dan itibaren siyaseti karıştıracak eylemlerle yeniden ortaya çıktı.
5 Şubat 2006’da Rahip Santoro öldürüldü… Katil, çok gençti… Yakalandı… Mesele kapatıldı.
17 Mayıs 2006’da Danıştay baskını gerçekleşti… Bir yargıç öldürüldü… Cinayeti işleyen Alpaslan Aslan olay yerinde yakalandı.
Veli Küçük’ün yakın adamı olan “emekli” subay Muzaffer Tekin’le ilişkisi olduğu saptandı… Tekin de yakalandı… Ancak daha sonra serbest bırakıldı.
19 Ocak 2007’de Hrant Dink öldürüldü.
Cinayetin işleneceğinden devletin bütün birimlerinin, istihbaratın emniyetin, jandarmanın, polis muhbirlerinin, “vatansever” gençlerin haberdar olmasına rağmen kimse cinayetin önünü kesmedi.
Dink’in nasıl bir organizasyonla öldürüldüğü hâlâ net bir biçimde belirlenmedi.
18 Nisan 2007’de Malatya’da Zirve katliamı gerçekleştirildi. Hıristiyanlar gırtlakları kesilerek öldürüldü. Gene birkaç genç yakalandı ve işin üstü kapatıldı.
12 Haziran 2007’de Ümraniye’de bir gecekonduya ihbar üzerine yapılan baskında 27 el bombasının ele geçirilmesiyle “Ergenekon soruşturması” denilen süreç başladı.
Bombaları gecekonduya koyan kişiyle gene “emekli” yüzbaşı Tekin’in ilişkisi belirlendi.
Arka arkaya işlenen suikastlerin kendisini hedef aldığını anlayan AKP hükümeti, soruşturmanın arkasında durdu.
Büyük operasyonlar yapıldı.
Operasyon dalga dalga yukarıya doğru tırmanmaya başladı.
Ergenekon operasyonlarının başlamasıyla birlikte ülkedeki “suikastler” ve “faili meçhuller” bıçakla kesilmiş gibi durdu.
Taraf Gazetesi olarak biz, yayın hayatına başladıktan sonra, yeni adı “Ergenekon” olan kontrgerillaya karşı sürdürülen operasyonları destekledik ve en tepeye kadar ulaşılmasını, işlenen cinayetlerin asıl sorumluların ortaya çıkarılmasını istedik.
Ne yazık ki aynen Susurluk olayında olduğu gibi Ergenekon soruşturması da bir yerden sonra “yukarıya” doğru gitmekten vazgeçti… En tepeye gene ulaşılamadı.
AKP’nin demokrasiden vazgeçmesinden sonra Ergenekon sanıklarının hepsi bırakıldı.
Son zamanlarda ise mafyanın bir bölümünün de içinde bulunduğu “yeni” bir Ergenekon yapılanmasının ilk tehlikeli işaretleri ortaya çıkmaya başladı.
Yeniden “silah” ve “suikast” siyasetin içinde kendini gösterdi.
Tahir Elçi bir “faili meçhule” kurban gitti.
Can Dündar adliyenin önünde silahlı saldırıya uğradı… Eşi Dilek Dündar ve CHP milletvekili Muharrem Erkek cesurca saldırganın üstüne atılmasa vurulacaktı.
Devletin içinden destek bulan bu cinayet örgütünün yeniden başını kaldırdığı dönemde, Aydın Doğan’la Ahmet Hakan, Hürriyet gazetesinde ve CNN’de “aslında böyle bir örgütün olmadığı” propagandasına hız verdiler.
Laikliğin kaldırılması, hilafetin getirilmesi, padişahlığın ihya edilmesi, Güneydoğu’daki kanlı savaş gibi konuları tartışacağımız sırada birdenbire ardı ardına “Ergenekon” programları ve yazılarıyla karşılaştık…
Daha önce ulusalcı medyanın yaptığını, bu kez Ahmet Hakan daha da şirretleşerek ve Doğan medyasının kanallarını kullanarak yapıyordu.
Ne tuhaftır ki Tahir Elçi’yi hedef haline getiren karanlık yolun kapısını da aynı Ahmet Hakan’ın sorduğu zehirli soru açmıştı.
Aydın Doğan’la Ahmet Hakan’ın korumaya çalıştığı örgütün nasıl bir şey olduğunu bir kez daha anlatarak başlıyorum bu diziye çünkü Türkiye’nin nerelerden geçmiş olduğunu ve “derin devletin” neler yapmış olduğunu, neyle karşı karşıya olduğumuzu unutmuş olabileceğinizi düşünüyorum.
İkincisi de “yeni Ergenekon”la birlikte aynı tehlikeleri bir daha yaşamanın eşiğinde olduğumuzu size hatırlatmak istiyorum.
O örgüt olduğu yerde duruyor ve yeniden hareketlendiği görülüyor.
Hürriyet Gazetesi’ni okurken ve CNNTürk yayınlarını izlerken dikkatli olun, sizi inandırmayı ve sizin boğazınızı kesecek bıçağı size biletmeyi amaçlıyorlar.
Yarından itibaren, bu amaca ulaşabilmek için nasıl yalanlar söylediklerini, nasıl sahtekârlıklar yaptıklarını, olayları nasıl çarpıttıklarını size belgeleriyle anlatacağım.
Ahmet Hakan’ın nasıl fütursuzca yalan söylediğini göreceksiniz.
Ahmet Hakan, güç karşısında eğilen, zayıf karakterli bir adam… Önemli biri değil… Unutmayın, paslı çiviler de önemli değildir ama tetanos mikrobu taşırlar… Onun için dikkatli olmak, gördüğünüzde kaldırıp bir kenara atmak gerekir.
Bu tür önemsiz “algı operatörleri” su sinekleri gibi bir süre ortada görünür, görevlerini yapar sonra kaybolurlar… Adamlar kaybolur ama algı operasyonu yapmak için derin devletin hep hazır tuttuğu medyadaki “kadro” hiç kaybolmaz… Biri gelir, biri gider ama daima bu algı operasyonlarını yapacak birileri bulunur… O kadro doldurulur.
Ahmet Hakan’ın nasıl bir “algı operatörü” olduğunu, onun “örnekleriyle” size göstereceğim ama asıl amacın bu tür adamları hep medyada tutan “operasyon kadrolarını” ortadan kaldırmak olduğunu da hiç akıldan çıkarmamak gerekiyor.