AHMET ALTAN BAŞBAKANA ÇATTI; "HIZLA TEK ADAM REJİMİNE SÜRÜKLÜYOR"

Ahmet Altan, Taraf'ta yayınlanan Hidayet Şefkatli Tuksal röportajı üzerinden AK Parti iktidarını yerden yere vurdu..

Hidayet dersleri

Şimdi bir ülkede birbirine düşman olan gruplar aynı zamanda siyasi iktidara karşı büyük gösterilere başlıyorsa, orada ciddi sorunlar var demektir.

Dün ulusalcılarla CHP’liler Ankara’da Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamak için “devlet kutlamaları” dışında bir yürüyüş yapmaya karar verdiler ve valilik bu yürüyüşü yasakladı.

Binlerce polis, tazyikli sular, biber gazları, göstericileri tekmelemeler...

Niye yasaklıyor devlet Kemalistleri?

“İstihbarat varmış”, istihbarat varsa önlemini al, devlet bunun için var, onun yerine yürüyüşü yasaklamak da ne demek?

Zaten sonra güçleri yetmedi, yolları açtılar.

Yollar açıldıktan sonra da bir olay çıkmadı.

Devletin anlamsız bir “güç gösterisi”, bütün Türkiye’yi sarsan çatışma görüntüleriyle toplumun huzursuzluğuna yol açan bir olaya dönüştü.

Ulusalcılar, sokaklarda polislerle çatışırken, bu kesimin nefret ettiği Kürtler de hapishanelerde yattıkları açlık grevlerinde adım adım ölüme yaklaşıyorlar.

Açlık grevlerindeki korkunç ve acılı ölümleri durdurabilecek tek “merci” olarak İmralı’daki Abdullah Öcalan görülüyor.

Devletin, Kürtleri eşit vatandaşlar saymamak için her türlü belanın, kanın, ölümün yolunu açtığı bu zavallı ülkede, PKK yönetiminin de Öcalan’ın ailesinin Apo’yla görüşmeye gitmesini engellemeye çalıştığı anlaşılıyor.

Burada, PKK’yı lanetlemenin, “Apo da açlık grevine katılsın” türündeki tepkilerin bu meseleyi anlamaya yardımcı olacağını hiç sanmıyorum.

Açlık grevlerine yatmış birinin nasıl öldüğünü biliyor musunuz?

Vücut, önce şekeri yakıyor, sonra yağları, sonra proteinleri, kas dokularını yakıyor, karaciğerdeki yağ dokuları yanarken ağır bir aseton kokusu yayıyor ölüme yatan, nabzı yavaşlıyor, tansiyonu düşüyor, kalbi teklemeye başlıyor, bütün kasları eriyor.

Hareket edemez hâle geliyor.

Kürt meselesini anlamak için şu basit soruyu sormak gerek.

“Bir insan bu en korkunç ölümlerden birisini neden seçer, nasıl bir acı, nasıl bir öfke, nasıl bir çaresizlik bir insanı böyle bir ölüme razı eder?”

O çaresizliği anlamadan kimi isterseniz lanetleyin, içinizi rahatlatmak için kimi isterseniz suçlayın, meseleyi çözemezsiniz.

Meselenin çözümü, o ölüme yatan insanların içinde.

Onların ruhuna yayılan o çaresizlik ve öfke duygusunun yatıştırılmasında.

Onu yapamazsanız, ülke yavaş yavaş bir uçuruma doğru kayar.

Suriye’de iç savaşın patlamasından sonra hem Ortadoğu’daki hem Türkiye’deki Kürt sorunu yeni bir boyut kazandı.

Otuz yıllık savaş boyunca yaygın ve köklü bir “halk ayaklanması” yaşanmadı bu ülkede, PKK bütün çabalarına rağmen böyle bir ayaklanmayı gerçekleştiremedi ama şimdi bu tehlike çanlarını çalıyor.

Uludere’den sonra AKP bütün Kürtlerle beraber kendi “dindar Kürtlerinin” de kalbini kırarak onları kendinden uzaklaştırdı, Türklerle Kürtlerin üstünde birlikte duracağı hiçbir zemin bırakmadı, zemini çökertti.

Kürtlerin bütün umutlarını yok etti.

Irak’ta ve Suriye’de Kürtler kendi “özerk yapılarını” kurarken Türkiye’deki Kürtlerin anadillerinde eğitim bile yapamaması Kürtlerin ruhunda sarsıcı bir patlamaya yol açabilecek bir sıkışma yaratıyor şimdi.

Bir de Suriye’deki Şii-Kürt ittifakının Türkiye’ye yansıyabileceğini düşünürseniz, bu ülkeyi nelerin bekleyebileceğini de biraz sezerseniz.

Peki, bütün bunları yaşamak zorunda mıyız?

Cumhuriyet Bayramı’nda başkent sokakları cehenneme dönmek, binlerce Kürt mahkûmu doldurduğumuz hapishanelerde Kürtler açlık grevleriyle ölmek zorunda mı?

Başka bir yol yok mu?

Varsa, niye o yolu seçemiyoruz?

Dün Neşe Düzel’le konuşan Hidayet Şefkatli Tuksal’ın söylediklerini okursanız, o yolu niye seçemediğimizi de açıkça görürsünüz.

Tuksal o konuşmasıyla, başta biz Taraf yazarları olmak üzere bütün medyaya, bu ülkenin bütün aydınlarına, bir aydının nasıl “dürüst, cesur, hesapsız, çıkarsız” durması gerektiğini gösterdi.

Kemalist rejimin ezdiği bir kesimden gelen Tuksal’ın bugüne dair gerçekçi tahlillerinin içinde özellikle bir cümle içimde yankılanıp duruyor.

“AKP’nin ilk dönemlerinde” diyor, “bu ülkeye demokrasi gelecek, bu demokrasiyi de dindarlar getirecek diye çok sevinmiştim”.

Gerçekten AKP yola “demokrasiyle” çıkmıştı.

Ve, bana sorarsanız, seksen küsur yıllık Cumhuriyet boyunca Kemalist elitin ezdiği, horladığı, aşağıladığı dindar kesimin alacağı en büyük intikam, “demokrasiyi” getirmek, kendilerini aşağılayanları ülkeyi demokratikleştirerek utandırmak, asıl “gericinin” o kendini beğenmiş elitler olduğunu göstermek olacaktı.

Onun yerine, Tuksal’ın çok net biçimde ifade ettiği gibi “tek adam” rejimine saptılar, demokrasiyi unuttular, AB ilerleme raporlarını çöpe atıp, aynı Kemalistler gibi yürüyüşleri zorbalıkla yasakladılar, Kürtlerin haklarını reddettiler.

Şimdi ülke her yanından kanıyor.

Bütün bunların bu ülkeyi huzura ve refaha götüreceğine inanan kimse var mı aranızda?

Ahmet ALTAN / TARAF