''5 YILIN ARDINDAN...'' BAŞAK SAYAN KENDİ DİZİSİNİ YAZDI!
Yaprak Dökümü dizisinin oyuncusu Başak Sayan, Akşam gazetesindeki köşesinde final yapacak olan dizisini yazdı.
5 yılın ardından...
2006 yılının temmuz sonu ağustos başıydı. Bir öğleden sonra ısrarla çalan telefonu açtığımda menajerim Kanal D’de başlayacak bir dizi filmde bir karakteri canlandırmam için teklif aldığımı, senaryoyu birazdan bana yollayacağını söyledi. ’Ama öpüşmem falan diye kuralların varsa hiç kabul etmeyelim çünkü böyle sahnelerin de olacak’ diye de ekledi.
Hemen ardından daha evvel başka bir işte birlikte çalıştığım yönetmen Mesude Erarslan aradı. ’Bu rol için aklıma ilk önce sen geldin’ deyip, söz konusu sahneleri nasıl çekeceğinden bahsetti. Diğer oyuncuların kim olduğunu anlattı.
Oyuncunun ben onu yapmam, bunu yapmam demesi mümkün değildir bana göre. Gerçek hayatın bire bir yansımasıysa o ekran, olanca doğallığı ile oynayacaksın. ’Elbette’ dedim; ’böyle bir işin içinde olmak isterim’.
Sonrasında bir yaz günü başladı çekimler. Birkaçımız dışında herkes acemi, herkes çok heyecanlıydı. Kocaman bir köşkün bahçesinde birbirine yabancı onlarca insan toplanmış çalışıyor, oradan oraya koşuşturuyordu. Herkes güzel ve iyi bir iş ortaya çıkarmak istiyordu.
Derken yayın hayatı başladı dizimizin. Birinci, beşinci, onuncu derken dizinin ilk 13 bölümünü bitirmiştik. Ortada henüz bir ’fenomen’ ya da reyting rekorları kıran bir dizi yoktu. İstikrarlı giden, kaliteli ve insanlara samimi gelen bir iş çıkmıştı.
İlk sezon sonlarına doğru ise bir patlama meydana geldi. Bu patlamanın şiddeti ikinci sezona öyle bir damgasını vurdu ki herkes ’Yaprak Dökümü’nü konuşmaya, işyerlerinde diziyi tartışmaya, hikayenin gidişatı üzerine kafa yormaya başlamıştı. Sokaktaki herkesin ortak konusu haline gelmiştik...
Bizse hiçbir şeyin henüz farkında değildik. Güzel iş çıkardığımıza seviniyor ama üzerimize giydirilen ’şöhret’ ya da ’fenomen iş’ etiketlerini fark edemiyorduk. Bize göre değişen bir şey olmamıştı...
Üçüncü sezonla birlikte anlamaya başladık her şeyi, ortaya nasıl bir iş çıkardığımızı... Şaşırmıştık yarattığımız etkiye... Öyle bir iş ki ekranlarda gösterilen dizilerin standardını yükseltmiş, nasıl doğru bir iş yapılırın adeta dersini vermeye başlamış, pek çok televizyon projesine örnek ve ilham olmuştu. Ve bu da yapımcısından oyuncusuna, senaristinden kanal yöneticilerine, set işçisinden kameramanına, çaycısından kuaförüne, ışıkçısından makyözüne, herkesin ortak çalışması sonucuydu...
Bugün baktığımda ise geride tam 174 hafta bırakmışız. Dile kolay tam beş sezon... Birlikte büyümüşüz, birlikte olgunlaşmışız. Artık okula yeni başlamış çocuklar gibi o ilk günkü acemiliğimiz kalmamış, yaratıcılığımızı nasıl ortaya koyacağımızı anlamışız, profesyonelleşmişiz.
Artık hepimiz karşımızdakilerin yara izlerini bilmenin, en ufacık göz kaçırışından ne hissettiğini anlamanın, kelimeleri kullanmaya gerek kalmadan anlaşabilmenin ne demek olduğunu öğrenmişiz. Ve uyum denilen şeyin ne kadar zor yakalanan bir şey olduğunu...
Televizyon suya yazı yazmaktır ya, biz 174 hafta suya yazı yazmamışız. Biz tam 174 hafta insanların yüreklerine yazmışız yıllarca bastırdıkları özlemlerini... Sıcak aile yuvasının, ananın, babanın ne değerli olduğunu, hep beraber yenilen akşam yemeklerini, hayatta anadan babadan başka hiç kimsenin bizi o kadar gerçek sevemeyeceğini ve başımıza ne gelirse gelsin bir umudun içimizde hep yeşerebileceğini...
Artık sabah ilk çekilecek işin kendi sahnen olması dolayısıyla 6’larda uyanmaya, hava sıcaklığı sıfırın altındayken incecik elbiselerle üşümüyormuş gibi görünmeye çalışıp rol yapmaya, İstanbul’un bir ucundaki mekanların uzaklığına isyan etmek yok.
Ama sabah gözümüzü açmadan sete gittiğimizde birlikte olacağımız o kocaman aile de yok, sokağın ortasına kurulan upuzun masada sanki evindeymişçesine rahat, meraklı gözlere aldırmadan, neşeyle yenilen yemekler de...
Hepsi hoş bir hatıra olarak kalacak belleklerimizde... Her birimizin hayatına ivme kazandıran bir iş olmanın ötesinde...
Hepsini çok özleyeceğim... Herkesi...
Halil Abi’nin dingin ama etrafa neşe saçan enerjisini... Bizimle giriştiği politik sohbetlerini...
Güven Abla’nın tatlı dilini, güler yüzünü...
Yapımcımız Kerem Bey’in dur durak bilmez işkolikliğini ve çalıştığı herkesi görev sınıflandırması yapmadan dinlemek için sarf ettiği gayreti...
Fahriye ile yaptığımız saatler süren dedikoduları, gündem tartışmalarını...
Gökçe’nin hiç gocunmadan yerlerde yatma pahasına rahatlayalım diye gösterdiği yoga hareketlerini...
Tolga’nın tanımayanların fark etmedikleri içtenliğini...
Güler Abla’nın lokum gibi sözlerini, öğütlerini...
Mesude Hoca’nın etrafa yaydığı kendinden emin enerjiyi ve güveni...
Deniz’le birlikte öğrenmeye heveslendiğimiz yığınla şeyi... Bunları deneyimleyip gelip birbirimize hararetle anlatışımızı...
Makyözümüz Müge ile Gökçe olmadan yapamadığımız tartışmaları... (Gökçe, her seferinde arabuluculuk yapardı çünkü.)
Çaycımız Fahri’nin ’Neden beni hiç düşünmüyorsun? Neden bana çay getirmiyorsun’ deyişime verdiği ’Düşünmem mi hiç datlım, hemen getirdim’ cevabını...
Kostümlerimizi hazırlayan Sinem’le her sabah yaptığımız ’ama çok soğuk, bunu giymesem, şunu giysem’ tartışmalarını...
Yardımcı yönetmenimiz Çağrı’nın her hafta program yaparkenki çırpınışlarını, herkese tatlı tatlı dert anlatmaya çalışmasını...
Rejiden Elvan’ın insanı bazen deli eden, kılı kırk yaran detaycılığını... Çiço’nun gamsız havasını...
Hepsini, herkesi özleyeceğim...
Uzun bir yolun sonuna geldik. Biz bu yola başlarken yaşayacaklarımızı bilmiyorduk. Bitirirken de bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey bundan sonra ne iş yaparsak yapalım kıstasımız hep bu iş, hep birbirimiz olacağımız...
Biz bir hikaye anlatmadık... Biz kendi hikayelerimizi bu işle birlikte yazmış olduk...
UZUN SÜRELİ, FENOMEN BİR DİZİNİN ARDINDAN BİR OYUNCUNUN ZİHNİNDEKİLER
1- Eyvah... Bundan sonra yapacağım işte çıtayı daha da yukarıya taşımalıyım. Doğru karar vermem gerek.
2- Hayal ettiğim kadar ’doğru’ iş gelmezse hayatta ’para’ diye bir gerçek de var!
3- Haftanın üç-dört günü İstanbul kazan sen kepçe dolaşıp çalışırken birden haftanın her günü boş olmaya başlıyor. Acil yapılacak şeyler bulmak gerek!
4- Eğer yapılacak bir şeyler bulmaya başlanmazsa sevgiliye sarmaya başlanacak. Sonra gelsin krizler, kavgalar. Allah muhafaza...
5 - Uzun bir süre canlandırılan kimlikle yaşandıktan sonra kendi kimliğine dönerken kişilik bölünmesini andıran bir durum baş gösterirse?
6 - Sokakta senden nefret ettiğini söyleyen insanların sayısındaki azalma iyi midir, kötü mü?
DİZİ DEĞİL, GERÇEK HAYAT...
Birkaç gün evvel aldığım bir mail üzdü beni. İsmini yayınlamadan sizinle paylaşacağım. Oynadığım dizinin toplumun karanlık bir köşesine ışık tuttuğunu biliyorum elbette ama yine de bu hikayeleri duymak üzücü...
Bu maili yayınlıyorum çünkü epeydir sürüp giden ’Yaprak Dökümü’ ve ’Fatmagül’ün Suçu Ne’ dizileri ile ilgili söylenen ’diziler toplumun ahlakını bozuyor’ sözlerine bir cevap daha olsun. Çünkü diziler, sinema filmleri ve romanlar toplumun ahlakını bozmaz, toplumdaki yozlaşmayı anlatır tam tersine...
Mailin tamamını yayınlamıyorum. Okurken, bunu yazan genç kadının bu diziyi izlerken böyle şeylerin sadece onun başına gelmediğini kendine söyleyerek, nasıl avunmaya çalıştığını hissedin lütfen...
’Ben Ankara’da yaşıyorum. Oynadığınız diziyi yaşadığımı üzülerek söylemek istiyorum. Birkaç sene önce eşim ve ablam birlikte kaçtılar ve bir sene birlikte yaşadılar. Ama ben ne Leyla gibi affedebildim ikisini de ne de toparlayabildim kendimi. Anlatsam, yazsam bitiremem. Hayatımdaki en sevdiğim iki insanın ihanetini yaşadım bu şekilde. Kimse bu kadar sevmemiştir ikisini de ve bu kadar nefret de etmemiştir... Bu maili lütfen oyuncu arkadaşlarınızla da paylaşın sette. Elinizdeki senaryo acı ama bazı insanların yaşadıkları gerçek de aynı zamanda... Herkese ihanetsiz bir yaşam diliyorum... Sevgiyle.’
Başak Sayan/Akşam
2006 yılının temmuz sonu ağustos başıydı. Bir öğleden sonra ısrarla çalan telefonu açtığımda menajerim Kanal D’de başlayacak bir dizi filmde bir karakteri canlandırmam için teklif aldığımı, senaryoyu birazdan bana yollayacağını söyledi. ’Ama öpüşmem falan diye kuralların varsa hiç kabul etmeyelim çünkü böyle sahnelerin de olacak’ diye de ekledi.
Hemen ardından daha evvel başka bir işte birlikte çalıştığım yönetmen Mesude Erarslan aradı. ’Bu rol için aklıma ilk önce sen geldin’ deyip, söz konusu sahneleri nasıl çekeceğinden bahsetti. Diğer oyuncuların kim olduğunu anlattı.
Oyuncunun ben onu yapmam, bunu yapmam demesi mümkün değildir bana göre. Gerçek hayatın bire bir yansımasıysa o ekran, olanca doğallığı ile oynayacaksın. ’Elbette’ dedim; ’böyle bir işin içinde olmak isterim’.
Sonrasında bir yaz günü başladı çekimler. Birkaçımız dışında herkes acemi, herkes çok heyecanlıydı. Kocaman bir köşkün bahçesinde birbirine yabancı onlarca insan toplanmış çalışıyor, oradan oraya koşuşturuyordu. Herkes güzel ve iyi bir iş ortaya çıkarmak istiyordu.
Derken yayın hayatı başladı dizimizin. Birinci, beşinci, onuncu derken dizinin ilk 13 bölümünü bitirmiştik. Ortada henüz bir ’fenomen’ ya da reyting rekorları kıran bir dizi yoktu. İstikrarlı giden, kaliteli ve insanlara samimi gelen bir iş çıkmıştı.
İlk sezon sonlarına doğru ise bir patlama meydana geldi. Bu patlamanın şiddeti ikinci sezona öyle bir damgasını vurdu ki herkes ’Yaprak Dökümü’nü konuşmaya, işyerlerinde diziyi tartışmaya, hikayenin gidişatı üzerine kafa yormaya başlamıştı. Sokaktaki herkesin ortak konusu haline gelmiştik...
Bizse hiçbir şeyin henüz farkında değildik. Güzel iş çıkardığımıza seviniyor ama üzerimize giydirilen ’şöhret’ ya da ’fenomen iş’ etiketlerini fark edemiyorduk. Bize göre değişen bir şey olmamıştı...
Üçüncü sezonla birlikte anlamaya başladık her şeyi, ortaya nasıl bir iş çıkardığımızı... Şaşırmıştık yarattığımız etkiye... Öyle bir iş ki ekranlarda gösterilen dizilerin standardını yükseltmiş, nasıl doğru bir iş yapılırın adeta dersini vermeye başlamış, pek çok televizyon projesine örnek ve ilham olmuştu. Ve bu da yapımcısından oyuncusuna, senaristinden kanal yöneticilerine, set işçisinden kameramanına, çaycısından kuaförüne, ışıkçısından makyözüne, herkesin ortak çalışması sonucuydu...
Bugün baktığımda ise geride tam 174 hafta bırakmışız. Dile kolay tam beş sezon... Birlikte büyümüşüz, birlikte olgunlaşmışız. Artık okula yeni başlamış çocuklar gibi o ilk günkü acemiliğimiz kalmamış, yaratıcılığımızı nasıl ortaya koyacağımızı anlamışız, profesyonelleşmişiz.
Artık hepimiz karşımızdakilerin yara izlerini bilmenin, en ufacık göz kaçırışından ne hissettiğini anlamanın, kelimeleri kullanmaya gerek kalmadan anlaşabilmenin ne demek olduğunu öğrenmişiz. Ve uyum denilen şeyin ne kadar zor yakalanan bir şey olduğunu...
Televizyon suya yazı yazmaktır ya, biz 174 hafta suya yazı yazmamışız. Biz tam 174 hafta insanların yüreklerine yazmışız yıllarca bastırdıkları özlemlerini... Sıcak aile yuvasının, ananın, babanın ne değerli olduğunu, hep beraber yenilen akşam yemeklerini, hayatta anadan babadan başka hiç kimsenin bizi o kadar gerçek sevemeyeceğini ve başımıza ne gelirse gelsin bir umudun içimizde hep yeşerebileceğini...
Artık sabah ilk çekilecek işin kendi sahnen olması dolayısıyla 6’larda uyanmaya, hava sıcaklığı sıfırın altındayken incecik elbiselerle üşümüyormuş gibi görünmeye çalışıp rol yapmaya, İstanbul’un bir ucundaki mekanların uzaklığına isyan etmek yok.
Ama sabah gözümüzü açmadan sete gittiğimizde birlikte olacağımız o kocaman aile de yok, sokağın ortasına kurulan upuzun masada sanki evindeymişçesine rahat, meraklı gözlere aldırmadan, neşeyle yenilen yemekler de...
Hepsi hoş bir hatıra olarak kalacak belleklerimizde... Her birimizin hayatına ivme kazandıran bir iş olmanın ötesinde...
Hepsini çok özleyeceğim... Herkesi...
Halil Abi’nin dingin ama etrafa neşe saçan enerjisini... Bizimle giriştiği politik sohbetlerini...
Güven Abla’nın tatlı dilini, güler yüzünü...
Yapımcımız Kerem Bey’in dur durak bilmez işkolikliğini ve çalıştığı herkesi görev sınıflandırması yapmadan dinlemek için sarf ettiği gayreti...
Fahriye ile yaptığımız saatler süren dedikoduları, gündem tartışmalarını...
Gökçe’nin hiç gocunmadan yerlerde yatma pahasına rahatlayalım diye gösterdiği yoga hareketlerini...
Tolga’nın tanımayanların fark etmedikleri içtenliğini...
Güler Abla’nın lokum gibi sözlerini, öğütlerini...
Mesude Hoca’nın etrafa yaydığı kendinden emin enerjiyi ve güveni...
Deniz’le birlikte öğrenmeye heveslendiğimiz yığınla şeyi... Bunları deneyimleyip gelip birbirimize hararetle anlatışımızı...
Makyözümüz Müge ile Gökçe olmadan yapamadığımız tartışmaları... (Gökçe, her seferinde arabuluculuk yapardı çünkü.)
Çaycımız Fahri’nin ’Neden beni hiç düşünmüyorsun? Neden bana çay getirmiyorsun’ deyişime verdiği ’Düşünmem mi hiç datlım, hemen getirdim’ cevabını...
Kostümlerimizi hazırlayan Sinem’le her sabah yaptığımız ’ama çok soğuk, bunu giymesem, şunu giysem’ tartışmalarını...
Yardımcı yönetmenimiz Çağrı’nın her hafta program yaparkenki çırpınışlarını, herkese tatlı tatlı dert anlatmaya çalışmasını...
Rejiden Elvan’ın insanı bazen deli eden, kılı kırk yaran detaycılığını... Çiço’nun gamsız havasını...
Hepsini, herkesi özleyeceğim...
Uzun bir yolun sonuna geldik. Biz bu yola başlarken yaşayacaklarımızı bilmiyorduk. Bitirirken de bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey bundan sonra ne iş yaparsak yapalım kıstasımız hep bu iş, hep birbirimiz olacağımız...
Biz bir hikaye anlatmadık... Biz kendi hikayelerimizi bu işle birlikte yazmış olduk...
UZUN SÜRELİ, FENOMEN BİR DİZİNİN ARDINDAN BİR OYUNCUNUN ZİHNİNDEKİLER
1- Eyvah... Bundan sonra yapacağım işte çıtayı daha da yukarıya taşımalıyım. Doğru karar vermem gerek.
2- Hayal ettiğim kadar ’doğru’ iş gelmezse hayatta ’para’ diye bir gerçek de var!
3- Haftanın üç-dört günü İstanbul kazan sen kepçe dolaşıp çalışırken birden haftanın her günü boş olmaya başlıyor. Acil yapılacak şeyler bulmak gerek!
4- Eğer yapılacak bir şeyler bulmaya başlanmazsa sevgiliye sarmaya başlanacak. Sonra gelsin krizler, kavgalar. Allah muhafaza...
5 - Uzun bir süre canlandırılan kimlikle yaşandıktan sonra kendi kimliğine dönerken kişilik bölünmesini andıran bir durum baş gösterirse?
6 - Sokakta senden nefret ettiğini söyleyen insanların sayısındaki azalma iyi midir, kötü mü?
DİZİ DEĞİL, GERÇEK HAYAT...
Birkaç gün evvel aldığım bir mail üzdü beni. İsmini yayınlamadan sizinle paylaşacağım. Oynadığım dizinin toplumun karanlık bir köşesine ışık tuttuğunu biliyorum elbette ama yine de bu hikayeleri duymak üzücü...
Bu maili yayınlıyorum çünkü epeydir sürüp giden ’Yaprak Dökümü’ ve ’Fatmagül’ün Suçu Ne’ dizileri ile ilgili söylenen ’diziler toplumun ahlakını bozuyor’ sözlerine bir cevap daha olsun. Çünkü diziler, sinema filmleri ve romanlar toplumun ahlakını bozmaz, toplumdaki yozlaşmayı anlatır tam tersine...
Mailin tamamını yayınlamıyorum. Okurken, bunu yazan genç kadının bu diziyi izlerken böyle şeylerin sadece onun başına gelmediğini kendine söyleyerek, nasıl avunmaya çalıştığını hissedin lütfen...
’Ben Ankara’da yaşıyorum. Oynadığınız diziyi yaşadığımı üzülerek söylemek istiyorum. Birkaç sene önce eşim ve ablam birlikte kaçtılar ve bir sene birlikte yaşadılar. Ama ben ne Leyla gibi affedebildim ikisini de ne de toparlayabildim kendimi. Anlatsam, yazsam bitiremem. Hayatımdaki en sevdiğim iki insanın ihanetini yaşadım bu şekilde. Kimse bu kadar sevmemiştir ikisini de ve bu kadar nefret de etmemiştir... Bu maili lütfen oyuncu arkadaşlarınızla da paylaşın sette. Elinizdeki senaryo acı ama bazı insanların yaşadıkları gerçek de aynı zamanda... Herkese ihanetsiz bir yaşam diliyorum... Sevgiyle.’
Başak Sayan/Akşam