30 YIL ARADAN SONRA NEDEN TARAF'I SEÇTİ? "FETHULLAH'TAN KAÇ PARA ALIYORSUN?" SÖZLERİ İÇİN NE DİYOR? OYA BAYDAR'DAN İLGİNÇ AÇIKLAMALAR!..

1970'lerde sosyalist solun önde gelenlerinden biri olan Oya Baydar,30 yıl ara verdiği köşe yazılarına Taraf Gazetesi'nde başladı.



Oya Baydar, 30 yıl ara verdiği köşe yazılarına Taraf Gazetesi'nde başladı. Hakkında 'Fethullah'tan kaç para alıyor' şeklinde yorumlar yapılan Baydar'la çok ses getiren Ergenekon yazılarını konuştuk.



Romancı-Sosyolog Oya Baydar, 1970'lerde sosyalist solun önde gelenlerinden biriydi. 1972-1979 yılları arasında, Yeni Ortam, daha sonra da Politika gazetelerinde yazdı. Baydar, tam 30 yıl ara verdikten sonra, geçtiğimiz 14 Şubat'ta Taraf Gazetesi'nde yeniden yazmaya başladı. Haftada bir kez cumartesi günleri yazdığı 'Vicdan Yazıları'nın her biri çok konuşuldu, çok tartışıldı, başka yazarların köşelerine taşındı. Yazılarının bu kadar patırtı çıkarmasını tamamen bağımsız olmasına bağlayan Baydar'da kendi deyimiyle 'deliler hürriyeti' var ve yine kendi deyimiyle 'her yerden geçmiş' biri... Enternasyonalist sola inanan Baydar, 12 Eylül döneminde yurtdışına gidip uzun süre orada yaşamak zorunda kaldı. Komünist Parti üyesiyken de partinin baskısına isyan etti. İllegal partilere 'girişin bedava, çıkışın parayla' olması korkutmadı onu, 'neyse bedeli, öderim' diyerek 1987'de üstelik SSCB henüz yıkılmamışken çıktı. Baydar'la 'Vicdan Yazıları'nı, romanlarını, yaşamını konuştuk.

30 yıl ara verdikten sonra yazmaya başladınız, neden Taraf'ı seçtiniz?
Toplumca adım adım bir cinnet ortamına doğru sürüklenmekte olduğumuzu, vicdanımızı, insan sevgimizi giderek yitirdiğimizi görmek ve eli kolu bağlı kalmak acı vermeye başlamıştı. Siyasetin, ideolojik bağnazlıkların, çifte standartların diliyle değil vicdanın sesiyle birkaç laf söylemek istedim. Büyük gazetelerde kimse bana yazdırmaz, Taraf'ta yazdırırlar belki diye düşündüm. Orada uzaktan da olsa tanıdığım tek kişi olan Yasemin Çongar'a bir mail attım, 'sizde haftada bir yazmak istiyorum, ücret falan da talep etmiyorum' diye. Öyle hemen buyur eden de olmadı, 15 gün falan sonra 'hadi yazın' diye cevap geldi; başladım.

Büyük gazeteler bana yazdırmaz derken bir peşin hükümlülük yapmış olmuyor musunuz? O gazetelerde yöneticilik yapan arkadaşlarınız vardır herhalde; onlara değil de neden Yasemin Çongar'a yazdınız?
İsterler mi ayol? Eşim (Aydın Engin) Türkiye'nin en iyi yazarlarından biriydi. Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldıktan sonra sanmayın ki bir yerden teklif geldi. Gazeteler bizim gibi insanlara açık değildir. Bir de aslında o gazetelerde yazmaya o kadar da teşne değilim. Köşe yazarlığı artık iyice profesyonel iş haline geldi. Bir de tepemde hiçbir şey olsun istemem. Eskiden içinde bulunduğumuz politik örgütlerin sultası vardı üzerimizde, orada da zorlanırdım... Benimle zaten dalga geçiyorlar, 'haftada bir yazıyorsun, ortalık karıştı' diye.

FETHULLAH'TAN KAÇ PARA ALIYORSUN?
Evet, yazılarınız çok ses getirdi...
Kimilerinin hakaretamiz şekilde, 'Şimdi de Oya Baydar'ı sürdüler piyasaya' ya da 'Kaç para alıyorsun Fethullah'tan' türünden sataşmalarını okuyunca inanın ki kızmadım, onlara acıdım ve güldüm. Çünkü böyleleri insanın vicdanın sesiyle haykırmak istemesini, bunun da parayla pulla yapılmayacağını anlayamıyor.

Taraf'ın sermayesi konusunda çok tartışma yapıldı. Kimi açık, kimi imalı, Gülen tarikatıyla ilişkilendirildi. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
İtiraf edeyim ki bu gazete ilk çıktığında benim de böyle kuşkularım oldu. Böyle bir toplumda yaşıyoruz ve ülkeyi cepheleştirmek için yürütülen psikolojik harekatın etkilerine maruz kalıyoruz. Sonra Taraf, batmanın ve kapanmanın eşiğine geldi, o zaman anlaşıldı ki arkasında o türden finans kaynakları, gizli odaklar falan yok. Ben de o günlerde yazmaya karar verdim zaten.

En çok ses getiren yazınız, görülmekte olan Ergenekon davasıyla ilişkili olarak yazdığınız 'Darbe Kuşaklarına Açık Mektup' yazısı oldu. İktidarıyla muhalefetiyle herkesin kendi Ergenekon tarifi var; sizce nedir?
Bu davanın özü; darbeciliğin ve darbeleri hazırlamakla görevli çetelerin yargılanmasıdır. İktidar ve muhalefet liderlerinin demokrasiyi ve rejimi korumak için her türlü müdahaleciliğe karşı birleşip ortak bir demokrasi cephesi oluşturmak yerine, savcılığa-avukatlığa soyunup taraf olmalarını esefle karşılıyorum. Toplumda bir süredir derinleştirilmiş olan bölünme, hatta kutuplaşma, Ergenekon davasıyla daha belirgin biçimde su yüzüne çıktı. Bu davanın, mesela İtalya'da Temiz Eller Operasyonu diye de bilinen Gladio davasında gördüğümüz güçlü sivil irade ve Meclis desteğine sahip bulunmadığını; öte yandan başta iddia makamı olmak üzere hukuki sürecin ağırlığını taşıyanların bu çapta bir davayı götürebilecek deneyim, birikim, güç ve bağımsızlığa sahip olmadığını düşünüyorum.

ERGENEKON 'TEMİZ ELLER'E BENZEMEZ
Hükümet, özellikle Temiz Eller'le Ergenekon arasında paralellik kuruyordu. Bu ikisi neden benzemiyor sizce?
Gladio, Ergenekon'un temelidir; bunu herkes biliyor artık. NATO'yla beraber her ülkede ama sol partilerin güçlü olduğu İtalya'da ve bizde de büyük komünizm heyulası nedeniyle daha çok olmak üzere yapılanmıştır. 1990'da komünizmin çöküşüyle İtalya bunu tam anlamıyla dizginledi. 'Temiz Eller' yapılırken arkalarında çok ciddi bir meclis desteği vardı. Bizdeki gibi değildi; kimi avukatı kimi de savcısı olmuyordu. İkincisi zaten Ergenekon ağının bütünü ortaya çıkarsa, Türkiye bugünkü Türkiye olmaz. Bu, ancak çok farklı bir iktidar yapısı ve tırnak içinde bir devrimle olabilir. Bunların olmadığı yerde Ergenekon, sivil mahkemede darbeciliğin yargılanmasıdır; en azından. Sonuna kadar götürülebileceğini sanmıyorum. 12 yıl mecburi olarak Almanya'da yaşadım. Yaşlı iki komşum vardı; çok tatlı, iyi insanlardı. Onlar 'Auschwitz olmadı' derlerdi, 'toplama kampları hiç olmadı, bütün bunlar yalan' derlerdi.

TOPLUMU BİRBİRİNE DÜŞMAN EDENLER YARGILANMALI
Öyle inandırıldıkları için mi?
Hayır, Almanya'da toplum inandırmıyor insanları buna; TV'de her akşam bir film vardı Nazizm'in kötülüğü üzerine. Ben, insanı düşünüyorum. O insan, 'olmadı' diyor; çünkü bunların olduğunu kabul ederse, kendisinin de bir suç payı olacak; 'ben de yapıyorumdur muhakkak' diyecek. Olmadı dediğimiz şeyi kabul edersek kendimizde de bir ahlaki aşınma olur; olmadı demek bu nedenle kolaydır. 'Bu iddianame, AKP'nin, Fethullah'ın işidir' diyor bir kısım insanlar. Evet, birileri dürtüklemiştir başlaması için ama bunlar oldu! Öyle bir hale geldik ki; kendi arkadaşlarımla, bu konuları konuşmamak kaydıyla görüşebiliyorum. Çünkü bu konular açıldığında 'sen de mi AKP'li oldun, sen de mi Fethullahçı oldun?' Öbür tarafta da 'sen de mi Ergenekoncu oldun?' deniyor. Birileri yargılanacaksa bundan yargılanmalı, toplum birbirine sokuldu, düşmanlaştırıldık. Bunda suç payını AKP'den daha fazla kendilerine 'ulusalcı' diyen kesimde buluyorum.

Yakın zamanda ortaya çıkan Mustafa Balbay'ın günlükleri üzerine yazdığınız yazı da çok ses getirdi. Gazetecilerin ona verdiği desteği eleştirdiniz. Balbay darbeci mi sizce?
Dayanışmalarını 'Hayır, arkadaşımız darbe planlarına karışmamıştır, darbeci zihniyetle hiç alakası yoktur' diyerek değil, basın özgürlüğü üzerine temellendirdiler, ki ben buna isyan ettim. Ne zamandır darbecilik özgürlükler alanına giriyor, diye sordum. Temenni ederim ki Balbay, örneğin delil yetersizliğinden beraat eder. Kimse hapislerde sürünsün istemem. Sonradan açık veya örtülü özeleştiri yapıp desteklerini geri çektiklerini bildirenler, günlükleri okuduklarında bilmedikleri şeyler mi öğrenmişlerdi gerçekten? Ben kendimi saf bilirdim, demek benden de safları varmış...

Derya Sazak sizin yazınız üzerine kaleme aldığı makalesinde; 'Türkiye 12 Eylül'ün karanlığından çıkarken, bu mücadelede 'dışarıdakiler'den çok 'içeridekiler'in cesareti, esareti, emeği, çilesi etken olmuştur' dediğinde ne hissetiniz?
Derya Sazak'ın yazısındaki o cümleyi itiraf edeyim ki üstüme alınmamıştım. Siz altını çizince fark ettim. Şimdi içim daha da fazla burkuldu. Haklı, tabii ki dışarıdakilerden çok, içerdekilerin mücadelesi belirleyici olmuştur 12 Eylül karanlığından çıkılmasında. Eğer dışarıdakiler derken benim gibi hakkında 25 yılı aşkın hapis istemi, arkasında 12 Mart'ta işkence olan ve sıkıyönetim tarafından afişlerle aranan, işkencede ölme olasılığı bulunan, bu yüzden de yurtdışına kaçmak zoruna kalmış binlerce insanı kastediyorsa...

Siz 12 Mart'ta da dediğiniz gibi işkence görmenize, yargılanmanıza rağmen gitmemiştiniz. 12 Eylül'de neden gittiniz?
12 Eylül'den sonra değil, 4 gün önce bir toplantıya katılmak üzere birkaç gün için çıkmıştım yurtdışına. 10 aylık oğlumu anneme bırakmıştım. Darbe beni Berlin'de yakaladı ve üyesi olduğum örgüt, Türkiye'ye dönemeyeceğimi, artık Almanya'da siyasal sürgün olarak yaşamak zorunda olduğumu bildirdi. Sonrasında çok güç günler geçirdik tabii. Sürgün yaşamı her zaman zordur ama pişmanlık falan duymadım. Sürgün de mücadelenin bir parçasıydı bizler için.

Peki, o günlerden bahsetmişken; 'ordu gençlik el ele' sloganları siz üniversitedeyken de atılıyordu. 'Sıcak Külleri Kaldı' romanınızın kahramanı Ülkü'ye, bu sloganı aslında hiç sevmediğini söyletiyorsunuz. O günlerde bu sloganı atanlar aslında ne istiyordu?
Gençlerin pek de iyi bilmedikleri bir dönemden söz ediyoruz. 'Ordu-gençlik el ele' sloganı, o dönemlerdeki ulusalcı solun, 'milli demokratik devrim' yanlılarının sloganıydı. Ben ise kendisini enternasyonalist sol olarak gören Türkiye İşçi Partisi çizgisindeydim. Her birinin içinde çok sayıda farklı hareketlerin yer aldığı bu iki çizgi, 1960'lardan sonra soldaki en temel ayrışmayı temsil eder. 'Ordu-gençlik el ele' 8 Mart 1971'de planlanan sol darbenin ve bu darbeyi destekleyenlerin tümünün sloganıydı. 12 Mart sonrasında askeri araçlara gözümüz bağlı olarak doldurulup işkenceye götürülürken, subaylar bizlerle 'ordu-gençlik el ele' diye dalga geçiyordu. Bugünün orduya ve darbelere güvenen ulusalcıları da aynı çizginin devamıdır.


Laik tarikatlara da dikkat!
Son dönemin en çok tartışılan kavramlarından biri sivilleşme... Peki, sizce sivilleşme, toplumun askerden bağımsız olması mı, yoksa tarikatlarda da olduğu gibi her türlü vesayetin reddini mi gerektiriyor?
Son dönemde kendilerini demokrat görenlerin büyük yanılgıları, sivilleşmeyi sadece askerden bağımsızlık olarak anlamaları. Sivil, sözcük anlamıyla yurttaş; yani toplumun üyesi, 'özgür birey' demektir. Her çeşit cemaat, tarikat, gizli örgüt yapılanması, sivilleşmeyi ve kişinin özgür birey olmasını engeller. Üstelik dinsel cemaat ve tarikatlar, otoritelerini dünyevi değil uhrevi güçlerden aldıkları için, kişinin özgür iradesine, bağımsızlığına çok daha güçlü ambargo koyar. Kişi o inanç sistemi ve tarikat yapısı içinde, iradesine ve aklına konulan sınırları içselleştirir, kendi istemi sanır. Ama tarikat ve cemaat dendi mi, bunları sadece dinsel olanlarla da sınırlamayalım, laik tarikat ve cemaatlerde de aynı durum söz konusu.

Laik tarikattan kastınız nedir?
Çok katı ideolojik şeyler savunan tüm yapılar, sonuçta kendi çapında tarikattır. Ayrıca ben başka bir şey de söylüyorum; çok önemli yerlerde laik tanıdıklarım var. Bunların arasında Bülent Hanım Tarikatı, Mevlana Kardeşleri Tarikatı, Atatürk'ün gökten ışınlanarak geldiğine inanlar tarikatına üye ne kadar çok kişi olduğuna inanamazsınız. Meclis'te bir karar alınacağı zaman gidip ona danışan kadınlar olduğunu yakın arkadaşlıklarım nedeniyle biliyorum... Maalesef bunlar da var.


Yeni roman yakında
Yeni bir roman çalışmanız var mı?
Evet, var; çok kısa sürede bitirmek istediğim, bugüne kadar yazdıklarımdan gerek konu gerekse kurgu ve tarz olarak farklı bir roman üzerinde çalışıyorum. Adı; 'Çöplüğün Generali'.

Romanlarınızda karakterlerin yaşadığı sosyal ve siyasi ortamı çok başarılı betimliyorsunuz. Sosyolog olmanız mı yoksa siyasetin içinde yer almanız mı bunu sağladı?
İçinden geldiğim için o ortamları tabii ki iyi tanıyorum. Ama iyi bir roman için bunun yeterli olduğunu düşünmüyorum. Galiba derin gözlem gücü, insanlara duyulan derin bir sevgi, empati gerekiyor. Bence romanın temel direği, olmazsa olmazı insandır. Toplumsal-siyasal olaylar, insanın içinde devindiği, trajedisini yaşadığı iklimlerdir.

Yazım tekniğinizdeki zamanlar arası gidiş gelişler yazarken sizi zorlamıyor mu?
Zamanın zaman içinde anlatıldığı bölümleri yazarken zorlanmıyorum, sadece onları okur açısından anlaşılır kılmak için bir çaba gösteriyorum. Başta böyle bir anlatımdan korkuyordum ama başka türlü de yapamıyordum, çünkü gerçek hayatta da böyle düşünürüz, böyle hatırlarız. Zamanda düz çizgisel akış sadece bir soyutlamadır. Sonra kaygılarım bitti, çünkü okur tepkileri, bu anlatımın fire vermediğini, aksine sevildiğini gösterdi.

Kedici olduğunuzu 'Kedi Mektupları'ndan biliyoruz, eşinizin köşesinin adı da 'Tırmık' idi. Kedici misiniz diye değil de ne kadar kedici bir ailesiniz diye sormalıyım...
Hayvancı bir aileyiz, desem daha doğru. Ama kedicilik baskın. Çevremizde bir sürü kediyle yaşıyoruz, onlarla ilgileniyor, becerebildiğimiz kadar besleyip bakıyoruz. Ama evde tek kadrolu kedimiz var, yani monogamız.

Neredeyse yazdığınız her kitap ödüllü. Ödüller sizin için ne ifade ediyor?
Geleneği ve saygınlığı olan ödüller tabii ki bir anlam ifade eder. Ama hiç ödül almamış çok iyi yazarlar da vardır.

Peki, Nobel?
Nobel'in uzun bir zamandan beri edebiyat alanında eski işlevini yitirdiğini, edebiyatın önüne Batı'nın ideolojik kalıplarının geçtiğini düşünüyorum. Yine de küçümsenmemesi gerekiyor. Örneğin Orhan Pamuk'un Nobel'i alması önemlidir ve Türk edebiyatı için bir kazançtır.


GÜLAY ALTAN/Akşam Pazar


changeTarget(document.getElementById("news_content"))