06 Kas 2012 09:02 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 14:20

ALPER GÖRMÜŞ'TEN TARAF'A CUMHURİYET VE İLHAN SELÇUK UYARISI!

Taraf yazarı Alper Görmüş, gazetesine yönelik eleştirilerini sürdürürken Fehmi Koru'ya da bir gönderme yaptı

Gazeteme eleştiriler (2)

‘Muhalif’ ve ‘düşmana karşı’ gazetecilik örnekleri

“Muhalif” gazetecilikle, onun bir karikatürü olan ve aslında “gazetecilik” tanımının dışında değerlendirilmesi gereken “düşmana karşı” gazeteciliğin, bütün keskinliklerine rağmen neden gerçek bir ikna gücünden yoksun olduklarını, bir kez de Türkiye’den somut örnekler eşliğinde göstermek istiyorum...

Fakat ondan önce, bazı okurlardan gelen talebe uyarak, “muhalif” gazetecilikle “düşmana karşı” gazetecilik arasında nasıl bir fark olduğuna kısaca değinmek istiyorum...

Bu fark, basitçe, hedef alınan iktidar odağına atfedilen pozisyonun niteliğinden kaynaklanır...

Eğer iktidar odağının yapıp ettiklerini “kötü”, “faydasız”, “yanlış” hatta “tehlikeli” bulsanız dahi son tahlilde onu geniş “biz”in bir parçası olarak değerlendiriyorsanız, ona karşı yürüttüğünüz mücadelenin adı “muhalefet”tir.

Bir iktidar odağına karşı mücadele biçiminizi “muhalefet” olarak adlandırıyorsanız, zımnî olarak onun meşruiyetini de kabul ediyorsunuz demektir.

Yok, iktidarı “meşru” görmüyorsanız, onu bir tür “düşman” olarak algılıyorsunuz demektir. Bu durumda, mücadele biçiminiz de “muhalefet” değil, “imha” olur.

İki gazetecilik arasındaki fark...

Hedef alınan iktidar odağına atfedilen pozisyona bağlı olarak geliştirilen “muhalif” ya da “düşmana karşı” gazetecilik arasındaki temel fark da buradan kendiliğinden ortaya çıkıyor...

“Muhalif” gazetecilik, iktidarı “düşman” olarak kodlamaz, fakat tıpkı bir muhalefet partisi gibi kendisini ona karşı âdil olmak zorunda da hissetmez... Esas güdüsü, olması gerektiği gibi, iktidarı her yanıyla kamuoyunun gözlerinin önüne sermek ve böylece kamuoyunun kendi kanaatinin oluşmasına yardımcı olmak değildir artık; esas güdüsü “iktidara darbe indirmek”tir.

Böyle bir gazeteciliğin eli, iktidarın “doğrularını” kamuoyuna duyurmaya bir türlü varmaz ve dolayısıyla o gazeteciliğe “maruz kalan” okurlar da iktidarın nesnel gerçekliğinin bilgisinden epeyce uzakta bir yerde konumlanmak zorunda kalırlar. (“Muhalif” gazeteciliğin zıddı olan “iktidar yandaşı” gazeteciliğinin okurları da, tam tersi nedenlerle benzer bir konumdadırlar.)

“Muhalif” ve “iktidar yandaşı” pozisyonların kendi katılıkları içinde zamanla birinci durumda “düşmanlığa”, ikinci durumda “iktidarla özdeşleşmeye” varabildiklerini söylemiştim...

İşi “muhalif”likten çıkartıp “düşmanlık” aşamasına vardırmış bir gazeteciliğin pratiğinin nasıl olacağı hususunda bir şey söylemek sanırım gereksiz: “Düşman”, ontolojisi gereği “olumlu” bir şey yapamaz, dolayısıyla da onların gazetelerinde böyle bir şeye zinhar rastlanamaz.

3 Kasım 2002 seçimlerinin ardından Cumhuriyet gazetesinde ortaya çıkan değişime dönüp tekrar bakmak ve ayrıntıları gözden geçirmek, Türkiye’deki “muhalif” ve “düşmana karşı” gazetecilik hakkında iyi bir fikir verebilir...

Cumhuriyet gazetesi örneği...

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) 3 Kasım 2002 seçimlerini Anayasa’yı değiştirebilecek bir çoğunlukla kazanması, laik çevrelerin en önemli yayın organı olan Cumhuriyet’te derin bir endişe yaratmıştı.

Laik çevrelerin “korku” içinde olduğu söyleniyordu ama hâkim duygu hiç kuşkusuz korkudan çok, kendilerini yönetme ehliyetine sahip olmadıklarını düşündükleri bir siyasi sınıfa ve onları seçen toplum kesimlerine karşı geliştirilen “öfke” ve “nefret”ti...

Bu laik asabiye sahipleri, 4 kasım sabahından itibaren, kendilerini sahibi saydıkları Cumhuriyet gazetesi üzerinde baskı kurmaya başladılar; gazetelerinin, “öfke”lerini, “nefret”lerini yansıtmasını istiyorlardı.

Aslında bu baskı gazete içinde, 4 kasım tarihli gazetenin hazırlandığı 3 kasım gecesi ortaya çıkmıştı bile...

İlhan Selçuk, 6 kasım tarihli yazısında bu hâli şöyle anlatacaktı:

“Seçim gecesi saat 21.30’da gazeteye geldim, yazıişleri katına indim. (...) yandaki cam bölmeli odada elime bir gazete aldım, bakıyorum, sıcak bir tartışma yaşanıyor, sonunda Genel Yayın Müdürü İbrahim Yıldız geldi: ‘Abi’ dedi, ‘çocuklar bu akşam bir yorumlu manşet atmak istiyorlar...’

“Cumhuriyet’te yorumlu manşet atılmaz... Sordum: Nedir o?.. ‘Demokrasiye baraj!..’

“Duraksadım; ama, gençler ne istiyorlarsa o olacaktı.”

Yorumlu manşeti bile “aşırı” bulan bu “normal gazetecilik” hassasiyeti, Cumhuriyet’in bugünkü hâline bakıldığında anlaşılamaz... Fakat ben gayet iyi hatırlıyorum: Cumhuriyet bundan 10 yıl önce, belirli konulardaki hassasiyetlerine rağmen “gazete” olduğunu unutmamaya çalışan dikkatli bir editoryal çizgi izliyordu.

“Kartaca yıkılmalıdır!”

Peki, Cumhuriyet oralardan, Arap harflerinin taklidiyle sürmanşet alanına nakşedilmiş “zınısım adnıkraf ninekilhet” (“tehlikenin farkında mısınız”) çizgisine nasıl geldi?

İlhan Selçuk, okurlardan gelen baskıya direnilememesi hâlinde Cumhuriyet’in bir “gazete” olmaktan çıkabileceğini hissediyor, bu konuda dikkatli bir çizgi izleyeceğinin işaretlerini veriyordu.

İlk işareti, taze AK Parti iktidarının, bütün emeklilerin maaşlarına seyyanen 100 bin liralık zam yapma kararına, “kaynağını nereden bulacaksınız” sorusuyla muhalefet eden yazarları paylayarak verdi: Zor durumdaki insanlar için olumlu bir adım atmış iktidar, size ne kaynağından?

Fakat bu “iyiye iyi, kötüye kötü” çizgisini gazete içinde benimsemeyenler de vardı. İlk tepki, Selçuk’un kadim dostu, adı Cumhuriyet’le özdeşleşmiş Oktay Akbal’dan geldi. Akbal’ın, “Biz de ‘AKP iktidarı yıkılmadan Türkiye’nin hiçbir sorunu çözülemez’ diyenlerdeniz” dediği ünlü “Kartaca Yıkılmalıdır” yazısı 10 Ağustos 2003’te yayımlandı. Akbal, “o düzelse, bu değişse” diyen bir gazeteciliği açıkça “halkın kandırılması” olarak gördüğünü belirtiyor, iktidar koltuğunda bir “düşman”ın oturduğunu hatırlatıyordu.

Nereden nereye...

2003’ün yaz aylarında Cumhuriyet’te “nasıl bir gazetecilik” sorusunun cevabını arayan sıkı bir iç tartışmanın olduğu açıktı. Bu, zaman zaman dışa da vuruluyordu ve Akbal’ın yazısı bu açıdan bir “duyuru” gibiydi...

Fakat İlhan Selçuk’un o sıralarda Oktay Akbal’dan epeyce farklı bir anlayışı hâlâ sürdürdüğünü, yazılarını izleyerek görmek mümkündü.

Mesela 18 ağustosta Akbal’ın aksine, Cumhuriyet’in haberciliğine “nesnellik” vurgusu yapan bir yazı kaleme aldı... Selçuk, bundan bir gün sonra ise AK Parti’yle ilgili olarak başlıkta sorduğu “Takıyye mi Yapıyor, Değişti mi” sorusuna yazının son cümlesinde, Oktay Akbal’ı yerinden zıplatacak iki kelimelik şu cümleyle cevap veriyordu: “Eyleminden anlayacağız.”

Fakat gazete içindeki bu “iki çizgi mücadelesi”ni Oktay Akbal’ın temsil ettiği çizgi kazanacak, Cumhuriyet kısa bir zaman içinde iktidarda bir düşmanın bulunduğu kabulünden yola çıkan “Kartaca yıkılmalıdır” limanına demirleyecekti...

Cumhuriyet, kör-topal da olsa tutunmaya çalıştığı bir “eleştirel” gazetecilik çizgisinden hızla “muhalif” gazeteciliğe, oradan da “düşmana karşı” gazetecilik çizgisine kaymıştı.

Gazete o gün bu gündür bu çizgisinde yürüyor.

“Muhalif” ve “düşmana karşı” gazeteciliğin etkili bir gazeteyi ne hâle getirdiğini görmek için Cumhuriyet tecrübesi emsalsiz bir örnek teşkil ediyor.

Tabii, “düşmana karşı” gazeteciliğin Sözcü gibi daha saf örnekleri de var ama, artık oraya girmeyelim...

*
Cuma: Taraf yazıişlerindeki asabiye hangi tuzaklara açık?

***

Taha Kıvanç’ın dostuna dost tavsiyesi...

Star gazetesi yazarı Taha Kıvanç’ın bir dostu, benim, yedi bölümlük “Balyoz” dizisinin ardından, mahkemede ceza alan askerlerden birinin avukat oğluna cevap hakkı tanımamı “yan çizme” olarak değerlendirmiş... Çünkü bu haltı, tam da “Ergenekon’un atağa kalktığı” günlerde yemişim...

Taha Kıvanç şöyle aktarıyor dostunun analizini:

“‘Yan çizme’ dediği, gazetenin en geniş kullanım alanına sahip ve yazıları genellikle ‘Ergenekon’ davalarına gelen itirazlara cevap biçiminde olan yazarının bütün yazdıklarından kuşku duyulmasına sebep olabilecek bir mektubu okurlarıyla paylaşması...”

Taha Kıvanç’ın dostuna iki küçük tavsiyede bulunmak istiyorum:

Birincisi: Yazdıklarına güvenen birkaç yazar bulsun ve onların davranış biçimlerini incelesin... Baksın bakalım, yazdıklarına katılmayanların itirazları karşısında ne yapıyorlar?

İkincisi: Benim Balyoz ve Ergenekon davalarıyla ilgili olarak bundan sonra yazacağım yazıları nereye gizleyeceğini şimdiden düşünmeye başlasın.

NOT. Taha Kıvanç’ın bu yazısının yer aldığı köşeye, elinde Ergenekon’u simgelediği anlaşılan bir yılan-kalem tutan yazar illüstrasyonunu çizen arkadaş; sana da “bravo” diyorum.

Alper GÖRMÜŞ / TARAF