ALPER GÖRMÜŞ'TEN DERYA SAZAK'A DESTEK; ''O TUTANAKLAR BANA GELSE BEN DE YAYINLARDIM''
Taraf gazetesi yazarı Alper Görmüş, Nokta baskınından bugüne medyadaki değişimi yorumladı
Darbe Günlükleri’ni yayımladıktan sonra askeri savcılık isteğiyle polis baskınına uğrayan ve sonra sahibi tarafından kapatılan Nokta’nın o dönemki genel yayın yönetmeni Alper Görmüş Akşam Gazetesi’nden Alaz Kuseyri’ye konuştu.
Taraf gazetesi yazarı Görmüş, Nokta baskınından bugüne medyadaki değişimi yorumladı, İmralı sürecinden, Ergenekon-Balyoz davalarına kadar ilginç değerlendirmelerde bulundu.
Görmüş, İmralı tutanakları için ’Ben de yayımlardım’ dedi, bir eleştirisini de dile getirdi.
GAZETECİLER MUTSUZ İNSANLARI MI SEVİYOR?
-Ülkemizin gazetecileri, siyasetçileri, toplum sizce barışı istiyor mu? Devlet-PKK müzakerelerden hoşnutlar mı?
Bu soruya, saydığınız her kategori için ayrı ayrı cevap vermek gerekir, çünkü her kategorinin davranış modelleri farklı etmenler tarafından belirleniyor. Tamamını cevaplamaya kalkarsam, çok uzar. O nedenle izninizle sorunuzu “gazeteciler” çerçevesinde sınırlı tutarak cevaplandıracağım. Taraf’ta şair Cahit Koytak, müzakerelerin başlamasından sonra "Dağdan Onurlu İniş" adlı bir şiir yazdı, ben de köşemde paylaştım. Bence olağanüstü güzel ve çok cesur bir şiirdi. “Ne kadar çok insan okursa o kadar iyidir” diyerek bu güzel şiiri Taraf’taki köşemde bir de ben yayımlamıştım. O şiirin sunuşu niyetine kaleme aldığım satırlarda sizin bu sorunuzun cevabı vardı. O yazıda, bir Fransız reklamcının büyük bir isabetle tespit ettiği "reklamcı" ruh halinden yola çıkarak benzer bir tespitin gazeteciler için de yapılıp yapılamayacağını sorguluyordum. Sözünü ettiğim reklamcı, "Reklamcılar mutlu insanları sevmez" diye yazmıştı bir kitabında, "çünkü mutlu insanlar çok az tüketirler." Vardığım sonuç şöyleydi: "Gazetecilerin huzurlu, sakin, kendi hâlinde insanların dünyasından değil de kavgacı, gürültücü, saldırgan insanların dünyasından beslendiği, bir vakıa... Eh, bu durumda reklamcıların ’mutlu insanlardan hoşlanmamaları’na benzer biçimde, gazetecilerin de huzurdan, sakinlikten hoşlanmamaları ’normal’ değil mi? Türkiye medyasının savaşı, kargaşayı, gürültü-patırtıyı "meslek ruhu"ndan kaynaklanan nedenlerle sevmesinin kabul edilebilir sınırların ötesinde olmasının özgün nedenlerinin olduğu muhakkak. Bu çerçevede, gazetecilerin devlet-PKK müzakerelerinden hoşnut olup olmadıklarını şöyle cevaplayabilirim: Bence gazetecilerin kahir ekseriyeti, başka mesleklerden insanlarda bulunmayan, kendilerine bile itiraf edemedikleri garip bir duyguyla izliyorlar olan biteni.
’BÜYÜK AF’ KAÇINILMAZ
-Yazılarınızda, Başbakan Erdoğan’ın başkanlık referandumunda insanların karşısına tüm toplumun ilgisini çekecek vaatlerle çıkabileceğini belirttiniz. PKK’lıların, Ergenekon tutuklularının, Balyoz’dan yargılananların birlikte affedilmesi; bir de üstüne kangrene dönmüş toplumsal sorunların çözülmesi mümkün mü?
Türkiye, 60 yıllık darbecilik tarihiyle hesaplaşma çabalarıyla 30 yıllık iç savaşını sona erdirme çabalarının örtüştüğü çok zor ve ilginç bir tarihsel dönemi idrak ediyor. Zorluk, başta Öcalan olmak üzere Kürt siyasi aktörleriyle başlatılan çözüm sürecinin belli bir aşamasında geniş bir KCK-PKK affının gündeme gelmesinin kaçınılmaz olması gerçeğinden. Benzer sorunlarda bu hep böyle oldu; istisnası yok. 8 Mart’ta Taha Akyol’un CNNTürk’teki programında, 20 yıldır İrlanda’da profesör olarak çalışan Erhan Kula, barışın "olmazsa olmazları" arasında birinci sırada saydı affı; İrlanda’da da bütün itirazlara rağmen böyle olduğunu hatırlattı. Kula, elini kana bulanmış birçok kişinin de affedildiğini ve toplumun bu "zehirli şerbet"i en sonunda içtiğini anlattı. Orhan Miroğlu araya girerek, belediye binasını bombalayan bir IRA militanının şimdi bombaladığı belediyenin başkanı olduğunu hatırlattı. Türkiye’de bu "şerbet"i daha da zehirli hale getiren bir şey var: Çok sayıda subay cezaevinde ve bunlar kendilerini "teröre karşı mücadelenin neferleri" olarak sundular topluma. Toplumun aşağı yukarı yarısının algısı da böyle.
Şimdi ne olacak?
Çözüm süreci tamamına erer de geniş bir PKK-KCK affı gündeme gelirse, böyle bir şey, Balyoz, Ergenekon vb. davalarından tutuklu ya da mahkûm olanların cezaevlerinde yatmaya devam ettikleri koşullarda gerçekleştirilebilir mi? Bu soru ciddi bir sorudur ve karanlıkta ıslık çalarak içinden çıkılamaz.
BÜYÜK AF, TOPLUMSAL BARIŞI SAĞLAR MI?
-Eğer böyle büyük bir af çıkarılırsa toplumun tüm kesimleri buna hazır mı?
Ben, "büyük af" diye adlandırdığım böyle bir affın, toplumda "büyük barış"ı sağlayıp sağlayamayacağı üzerine birkaç yazı yazdım Taraf’ta. Asıl olarak "büyük af"fın "büyük barış"ı sağlayıp sağlayamayacağı üzerinde durdum. O yazılarda bu soruya "ne yazık ki" diyerek "hayır, sağlayamaz" cevabı veriyordum. Nedeni açık: Çünkü darbecilikten yargılanan sanıklar, her şey gözümüzün önünde cereyan ettiği halde 2002’den sonra Adalet ve Kalkınma Partisi’ne karşı hiçbir darbe girişiminin yapılmadığını öne sürdükleri gibi, darbeciliği mahkûm eden tek bir laf etmediler. Belli ki, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde (TSK) ellerine fırsat geçtiğinde yeniden darbeciliğe soyunacak çok sayıda asker var. Öte yandan, Türkiye’nin "sivil toplum"u içinde askerlerin "darbe yapma hakkı"nın olduğunu kabul eden; seçimden ve sandıktan ümitlerini kestikleri için kaybettikleri siyasal-sosyal-ekonomik-kültürel üstünlüklerini geri alabilmelerinin yegâne yolu olarak askeri vesayeti gören milyonlarca insan bulunduğunu da unutmamak lazım.
SUBAYLARDAN ÖZELEŞTİRİ KİTAPLARI GELİYOR
Bu karamsar tablonun üstüne düşen küçük bir ışıktan da söz etmeliyim...Tutuklu-hükümlü askerlerle onların yakınlarının dünyasına çok yakın bir okurum telefon etti. Verdiği bilgiye göre, önümüzdeki aylarda cezaevinde bulunan bazı subaylardan, TSK’nın geçmişte üzerine vazife olmayan işlere giriştiğini, siyaseti vesayet altında tutmaya çalıştığını, bunun da başta TSK olmak üzere hiç kimseye faydasının olmadığını ifade eden "bir nevi özeleştiri niteliğinde kitaplar" gelecekti. Okuruma, bunun "büyük barış" yolunda belki küçük bir adım olabileceğini, bu tavrın yaygın bir "muvazzaf tavrı" haline geleceğine inanmadığımı söyledim. Yine de sözü edilen kitapları çok büyük bir merakla bekliyorum.
NOKTADAN BUGÜNE MEDYA NASIL DEĞİŞTİ?
-Nokta’nın Nisan 2007’de yayımlanan son sayısından bugüne baktığınızda neler görüyorsunuz? 6 yılda Türkiye’de ve medyada nasıl bir değişim yaşandı?
Nokta’dan önce Türk basınında, TSK’yı ’kabul edilebilir sınırlar’ın ötesinde rahatsız edecek haberlerin yayımlanamayacağı yönünde tuhaf bir konsensüs vardı. Bu, ülkedeki bütün gazetecilerin istifade ettiği bir konfor ortamı yaratıyordu. Bu sayede, sarsıcı derecede önemli de olsa, bir haberi bir gazete yayımlamaktan imtina ettiğinde, meslektaşları onu ayıplamıyordu. Nitekim Darbe Günlükleri’nin Nokta’dan önce Mehmet Ali Birand’a, Mustafa Balbay’a ve Metehan Demir’e ulaştırıldığını, fakat onların yayımlamadıklarını bizzat kendileri ifade ettiler. Ben, bunu "itiraf" edemeyen başka gazetecilerin ve gazetelerin olduğunu da biliyorum.
GAZETECİLERİN RAHATI BOZULDU
Nokta’nın kapak haberleriyle bu konfor berhava oldu. Çünkü görüldü ki, yayımlanamaz gibi görünen bazı haberler, bazı riskler göze alınırsa, pekâlâ yayımlanabilir. Nokta’nın kapatılmasından 8 ay kadar sonra ise Taraf gazetesi yayına başladı ve bildiğimiz dosyaları yayımladı. Nokta’nın ve Taraf’ın gazeteciler arasında pek fazla sevilmemesinin nedenlerinden biri de onların konfor bozan yayın organları olmalarıdır. Son 6 yılda medyadaki en önemli değişiklik Taraf’ın yayımlanmaya başlamasıdır. Bir başka önemli gelişme de eski merkez medyanın yanı sıra hükümete yakın yeni bir merkez medyanın ortaya çıkmış olması.
BİR TEK ERTUĞRUL GÜNAY ARADI
-O günlerde size desteğini ileten siyasetçiler, iş dünyasından isimler oldu mu? Daha sonra yanınızda olmadığı için özür dileyen, özeleştiri yapanlar var mı?
Gazeteci meslektaşlardan arayanlar oldu tabi. Siyasetçilerden bir kişi aradığı için onun ismini verebilirim: Ertuğrul Günay... Bir de adına hatırlamadığım bir AK Parti milletvekili aramıştı. Adına özeleştiri denebilecek tek ciddi çıkış, yıllar sonra Mehmet Ali Birand’dan geldi. Onun dışında, ortada bir mahçubiyetin olduğu açık.
-Nokta’nın tekrar açılması durumunda aktif gazeteciliğe döner misiniz? Ya da başka yerlerden teklif alıyor musunuz?
2007 Haziran’ından bu yana bir Akdeniz köyünde, basit, yavaş, sade bir hayat yaşıyorum. Yeniden İstanbul’da ikamet etmemi gerektirecek bir teklifi artık kabul edemem. İki yıl öncesine kadar bunun tek istisnasının Nokta olabileceğini söylüyordum, artık onu da söylemiyorum. Nokta’nın imtiyaz sahibi Ayhan Durgun arada bir üçüncü kişiler aracılığıyla beni yoklayıp, dergiyi bir gün mutlaka yeniden çıkarmak istediğini söylüyor. Olur da Nokta bir gün yayımlanırsa yayın yönetmenliği dışında katkı verebilirim.
ELEŞTİRİLERİMİ İSTİFALARDAN ÖNCE YAZDIĞIM İÇİN MEMNUNUM
-Taraf’ın yayın yönetmeni Ahmet Altan ve yardımcısı Yasemin Çongar’ın istifaları sonrası ayrılıklar, daha sonra da geri dönüşler oldu; siz Taraf’ı nasıl buluyorsunuz?
Taraf’ın yayına başlamasının son altı yılın en önemli gazetecilik olayı olduğunu söylemiştim. Ahmet Altan-Yasemin Çongar döneminin son bölümünde ise gazetenin iktidar eleştirisi dilinin "eleştirel" olmaktan çıkıp "muhalif" bir siyasi partinin diline yaklaştığını düşünüyorum. Bunu da Altan ve Çongar daha görevdeyken "Gazeteme eleştiriler" başlığı altında kaleme aldığım bir dizi yazıda dile getirmiştim. O yazıları Ahmet ve Yasemin görevdeyken yazmış olmaktan dolayı şimdi çok memnunum.
MİLLİYET’E BİR ELEŞTİRİM VAR
-Milliyet’in İmralı tutanaklarını yayımlamasını bir gazeteci olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben, hepimizin hayatını ve geleceğini ilgilendiren bir haber gerçekse, yayımlanması gerektiğine inanan gazetecilerdenim. Milliyet’in genel yayın yönetmeni olsaydım, o haberi ben de yayımlardım. Habere yegâne itirazım, konuyla ilgisiz bazı bilgilerin, bazı kişileri tek yanlı suçlamanın nesnesi yapacak biçimde yayımlanması... Bizim gibi gazeteciler, "milli çıkar" diye bir şeyi tümüyle inkâr ettiklerinden değil, belli bir tarihsel anda "milli çıkar"ın hangi gazetecilik tutumuyla örtüştüğünün bilinemeyeceği gerçeğinden hareket ederler. Nitekim gazetecilik tarihinde, başlangıçta "milli çıkar"lara aykırı gibi görünse de, tarihin o haber hakkında tam tersi bir hüküm verdiği sayısız örnek vardır.
GAZETECİLERİN DİRENÇLİ DURMASI GEREKİR
-Başbakan, Milliyet’in haberine sert tepki gösterdi ve ’Eğer böyle gazetecilik yapacaksan, batsın senin gazeteciliğin’ dedi. Başbakanın öfkesi sonrasında Milliyet ve Hürriyet’teki bazı isimlerin yazılarının yumuşatıldığı, yayımlanmadığı son günlerin önemli tartışma konusu...
Tarhan Erdem, ’Milliyet olayı’ başlıklı yazısında "Başbakan’ın konuşması tehdit veya baskı değildir; siyaset adamının ölçüsüz sözleridir" diye yazdı ve önemli olanın, gazete sahiplerinin ve gazetecilerin basın özgürlüğüne sahip çıkıp bu türden ölçüsüz çıkışları "yok saymaları" olduğunu söyledi. Bence sorun burada gizli... Gazete sahipleri ve gazeteciler, iktidarlardan gelecek her türlü "ölçüsüz söz"ü, baskıyı "yok saymadıkları" ve direnmedikleri takdirde böyle gider. Risk alamayan gazetecilerin iktidara dönüp, "lütfen bize baskı yapmayın" mızıldanmalarının sonu işte budur. 2011 Kasım’ında özellikle NTV’de olan bitenlerden yola çıkan bazı köşe yazarları arasında, geniş bir tartışma yürütülmüştü. O tartışmaya katılan gazetecilerden biri de, bugün yazılarına geçici bir süre ara verilen Hasan Cemal’di. O tartışmaya ben de “Lafla editoryal bağımsızlık gemisi yürümez” başlıklı bir köşe-diziyle katılmış, Hasan Cemal’in, "iktidarlar karşısında dik duruyor muyuz" sorusunu özellikle "gazete sahiplerinin kendilerine sorması" gerektiği tespitine katılmadığımı belirtmiştim. Ben, bu soruyu özellikle gazetecilerin kendilerine sorması gerektiğine inanıyordum. Ancak gazetecilerden gelen dirençle medya patronları iktidara dönüp, "kusura bakma, fazla bir şey yapamam" diyebilir. Oysa bizde olan, yıllardır izlediğimiz gibi, gazetecilerin, iktidarlar karşısında bunalan patronlarını rahatlatacak biçimde davranmalarıdır. Bu durumda medya patronları da iktidara direnmek yerine “uysal” gazete yöneticilerine dönüp “onu at, bunu kes” demeyi daha rasyonel buluyor.