ALPER GÖRMÜŞ HÜRRİYET'E ÇAKTI; ''BU NASIL GAZETECİLİK?''
Taraf yazarı Alper Görmüş, Hürriyet gazetesinin Kışlalı cinayetinin ardından yaptığı yayınlara dikkat çekti
Taraf yazarı Alper Görmüş bugün köşesinde Hürriyet gazetesinin
Hablemitoğlu, Kışlalı ve Mumcu cinayetlerinin ardından kamuoyunun
dikkatinin “olağan şüpheli”ye, yani “irtica”ya çekmek için
sarfettiği gayreti yazdı.
İşte Alper Görmüş’ün Ertuğrul Özkök’ün genel yayın
yönetmenliğindeki Hürriyet için yazdıkları:
Kışlalı cinayetinde Hürriyet...
Hablemitoğlu, Kışlalı ve Mumcu cinayetlerinin “made by irtica”
değil de “made by devlet” olabileceğine dair güçlü işaretlerin
ortaya çıktığı üç kritik anda, kamuoyunun dikkatinin yeniden
“olağan şüpheli”ye, “irtica”ya dönmesi için Hürriyet’te sergilenen
gayretten söz ediyorduk...
Salı günü, Hablemitoğlu cinayetinde Hürriyet’in tavrını ele
almıştık.
Hatırlayacaksınız, cinayetin ertesi günü (19 Aralık 2002) Hürriyet
manşetiyle (“Derin Cinayet”): Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök
de yazısıyla (“Ruger o hedefi ıskaladı”) “irtica masalını bu defa
yutmayacağız” mesajı vermişlerdi.
Fakat bundan sadece beş gün sonra, tam da Kubilay’ın Menemen’de
katledilmesinin yıldönümünde (23 Aralık 2002), Hürriyet bu iki
olayı birleştirerek Hablemitoğlu cinayetinin de tıpkı Kubilay
cinayeti gibi irtica işi olduğunu söyleyen bir haberle
çıkagelmişti. Aynı gün gazetenin manşeti de bu amaç doğrultusunda
tasarlanmıştı.
Beş gün önce öyle, beş gün sonra böyle; aynı yayın yönetmeninin
yönetiminde...
Hürriyet, benzer bir performansı Ahmet Taner Kışlalı cinayetinin
ardından da sergilemişti...
Bugün sıra, o performansın ayrıntılarında...
G. Mumcu ve Ş. Hablemitoğlu’nun anlattıklarından sonra...
Umur Talu, 27 Ocak 2008 tarihli yazısında (o tarihte Sabah’ta
yazıyordu), Ergenekon soruşturmasının ilk sonuçlarından yola
çıkarak son yıllardaki “Atatürkçü, Kemalist, Cumhuriyetçi”lere
yönelik cinayet ve bombalamaların, kendilerini de öyle sunanların
işi olması ihtimali üzerinde durmuştu:
“Birilerinin, aslında (sözde) aynı düşüncede, aynı safta
göründükleri kişileri öldürebilmesi, kurumlara saldırabilmesi,
bomba atabilmesi size neyi hatırlatır, ne düşündürtür? (...)
Milliyetçi, ulusalcı, Atatürkçü, Kemalist, cumhuriyetçi, artık her
neyse, kendilerini bu sıfatlarla beyan edebilenlerin, tam da o
kimliklerle anılan kişileri (de), kurumları (da) hedef alması
nedir? (Daha uzak geçmişin kimi olayına da böyle mi
bakmalıyız?)”
Talu’ya bu soruları sordurtan şey, yukarıda da belirttiğim gibi
Ergenekon soruşturmasının ilk sonuçlarıydı... Bugünlerde aynı
soruları sormak, Güldal Mumcu’nun kitabından ve Necip
Hablemitoğlu’nun ölümünün onuncu yılında eşi Şengül
Hablemitoğlu’nun anlattıklarından sonra çok daha meşru...
Tabii, bu tanıklıklardan sonra Hürriyet’in cinayetlerden sonra
sergilediği tavır da artık çok daha fazla göze batıyor.
Ahmet Taner Kışlalı nasıl öldürülmüştü?
Cumhuriyet gazetesi yazarı Ahmet Taner Kışlalı, 21
Ekim 1999 sabahı evinden çıkıp otomobiline yöneldi. Arabaya
binerken, ön kaputun üstünde içi dolu bir naylon torba gördü.
Kışlalı, o naylon torbayı eline aldığı anda, içinde bulunan bomba
patladı.
İlk andaki şokun atlatılmasının ardından herkes birbirine aynı
soruyu sormaya başladı: Uğur Mumcu ve Bahriye Üçok cinayetlerindeki
“usta işi bombacılık” neden bu örnekte görülmüyordu.
Bu kıyaslama, akla hemen şunu getiriyordu: Yoksa bombayı oraya
yerleştirenlerin niyeti Kışlalı’yı öldürmek değil miydi? Amaçlanan,
sadece “İslamcı teröristler bir Atatürkçü profesörü daha katletmek
istedi” propagandası mı yapmaktı? (Bu olaydan önce, bir başka
Atatürkçü profesörün imza günü düzenlediği bir odada bomba
bulunmuş, patlamadan önce etkisiz hâle getirilmişti.)
Bu kuşkuyu kaleme döken iki gazeteciden biri, Kışlalı’nın kuzeni
Hıncal Uluç’tu. Uluç, 26 Ekim 1999’da, Sabah’taki köşesinde şöyle
yazdı:
“Bu küçük bombayı suikastçılar, Kışlalı mutlak görsün diye getirip
şoför mahallinin önüne, ön kaputun üzerine koydu. Öyle ki, Ahmet
acele ile arabaya girerken paketi görmese, oturduğunda görecek ve
büyük olasılıkla polise haber verecekti. Amaç Ahmet’i ortadan
kaldırmak olsa, bomba kör parmağım gözüne buraya mı konurdu, yoksa
arabanın altına, ya da en azından arka kaputun üzerine mi? Bir
bomba ancak bu kadar ‘patlamasın’ diye konabilir...”
Bu yazı üzerine, Aktüel dergisi için kendisiyle konuştuğum Uluç’a
“Ama Kışlalı öldü sonuçta, demek ki ölüm ihtimali de vardı” diye
hatırlattığımda şöyle demişti bana:
“Karısı ve çocuğu da o gün arabaya binmeseydi, Ahmet’in ölmesi
ihtimali yok gibi bir şeydi. Ahmet orada o poşeti görüp de eline
alacak bir adam değildi, ama bütün düşüncesini bir aylık çocuğu
için arabayı bir an önce ısıtmak üzerine yoğunlaştırdığı için, o
telaşla poşeti aldı ve bomba patladı.”
Hıncal Uluç’tan sonra Yeni Şafak’tan Fehmi Koru da benzer sorular
sorup benzer sonuçlara vardı.
Öldürmeme kaygısını kim taşır?
Eylemi planlayanların Ahmet Taner Kışlalı’yı öldürme
kastı taşımadığı bir kez kabul edildiğinde, bir sorunun sorulması
da kaçınılmaz hâle geliyordu: Hangi bombacı, eylemi planlarken
eylem sonunda Kışlalı’nın canlı kalması kaygısını taşır? Bu sorunun
mantıkî cevabı şuydu kuşkusuz: Kışlalı’yı düşman değil, dost
görenler...
Tartışmanın sürmesi, iki gazetecinin dile getirdiği kuşkuların
kamuoyuna sirayet etmesi sonucunu doğurabilirdi... Hürriyet’in
manşeti işte tam o günlere, suikastın dördüncü gününe (25 Ekim
1999) denk geldi. Şöyleydi manşet:
“Ölüm, üçüncü paketle geldi / Suikastçının, Kışlalı’nın otomobiline
daha önce de iki kez boş kola ve bira kutusu koyduğu anlaşıldı.
İstihbaratçıların ‘yemleme’ diye adlandırdığı yöntemle, Kışlalı,
bir yandan tepkisi ölçülürken bir yandan da bombalı kutuya
alıştırıldı. Kışlalı, otosundaki bombalı bira kutusunu da gayri
ihtiyari şekilde aldı.”
Haberin “ana fikri” belliydi: “‘Öldürme kastı yoktu’ yaklaşımı
doğru değil. Dolayısıyla bombayı ‘dost kuvvetler’in koyduğu iddiası
saçma! Baksanıza, bombacılar işi garantiye almış!”
Peki, Hürriyet’e “Kışlalı’nın yemlendiğini” sızdıran
“istihbaratçılar” nereden edinmiş olabilirdi bu bilgiyi? Kışlalı,
ölümünden önce bu yönde bir başvuruda mı bulunmuştu? İyi de, böyle
bir başvuru, öncelikle polise yapılmaz mıydı? Durum böyleyse,
poliste neden yoktu böyle bir bilgi? Kışlalı böyle bir başvuruda
bulunmamışsa, “istihbaratçılar” bilgiyi nereden almıştı? Kışlalı
polise değil de “istihbaratçılar”a mı anlatmıştı önceki paketleri?
Peki, konuştuğu istihbaratçılar, onu, “Aman ha, buna ‘yemleme’
derler, bunların ardından hakiki bomba gelir” diye uyarmamışlar
mı?
Yemlenen hangisi? Kışlalı mı, Hürriyet mi?
Zaten sonraki günlerde ne polis teyit etti
“yemleme”yi, ne de Kışlalı’nın ailesi... Ayrıca Kışlalı’nın, “daha
önceki paketler”i eşine duyurmamış olması düşünülemezdi; çünkü,
resmî makamlara başvurduğunda “yemleme”nin ardından hakiki bombanın
gelebileceğini öğrenmiş olması gereken Kışlalı’nın, bombayı eşinin
de arabadan alabileceğini hesaba katmaması hiç akla yakın
görünmüyordu. Hem sonra, “yemleme”yi öğrenmiş Kışlalı, üçüncü
paketi neden almıştı?
Hürriyet’çiler, bu soruları, haber kaynaklarına sormuşlar mıydı?
Sordularsa, o manşeti nasıl attılar? Sormadılarsa, bu nasıl
gazetecilik?
Her şey açıktı: Hiçbir gazetecinin itibar etmeyeceği kadar
mesnetsiz bir istihbaratla karşı karşıyaydık. Ama haber, hem de
manşetten yayımlanmış, görevini ifa etmişti. Birileri, kamuoyunun,
eylemin öldürme kastıyla hazırlanmadığına, dolayısıyla da “dost
kuvvetler”in işi olabileceğine inanmasının önüne geçmek istemiş ve
bu da “büyük gazete”nin “yemlenmesi”yle büyük ölçüde
başarılmıştı.
*
NOT. Hesabım tutmadı, “Mumcu cinayetinde Hürriyet” bahsi salı
gününe kaldı.