04 Haz 2012 11:38
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 13:44
ALİ AKEL VE YENİ ŞAFAK METAMORFOZU! ESKİ BİR YENİ ŞAFAK ÇALIŞANINDAN ÇARPICI YAZI!
Eski bir Yeni Şafak çalışanı olan Sevda Alkan, Yeni Şafak'ta yaşanan dönüşümü ve Akel'in işten çıkarılmasını değerlendirdi.
İşte o yazı:
ALİ AKEL VE YENİ ŞAFAK METAMORFOZU!
Ali Akel, Yeni Şafak Gazetesi’nin 16 yıllık çalışanıydı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Uludere katliamındaki tutumunu eleştirdiği için işine son verildi. Bu olay, iktidarı eleştiren gazetecilere karşı artık ’alışmaya başladığımız’ uygulamaların hangi boyuta ulaştığını ortaya koyması açısında önemli. Ama ’Ali Akel olayı’; Akel’in yazdığı yazının mahiyeti ile, Yeni Şafak’ın temsil ettiği sosyo-politik gerçeklik ortaya konulduğunda, Türkiye’de yaşanan toplumsal-siyasi metamorfozun gerçek niteliğinin hangi boyuta geldigini görebilmemizi sağladığı için daha da önemli. Gelin şimdi, bu değişimin gölgesinde, bir zamanlar demokrat-muhafazakar çizgide duran bir medya kuruluşunun değişen portresine yakından bakalım.
Bir zamanlar Yeni Şafak’ta çalışanlar ve bugün orada olmayan ben, farklı gerekçelerle geldiğimiz bu gazeteyi çok sevmiştik. Hem de gazetenin patronlarının, gazeteye duydukları sevginin ötesinde, algılanması zor bir derinlikte. Neden onlardan daha cok sevdiğimizi anlamanız için size nasıl bir gazete ortamında çalıştığımızı özetlemeliyim.
Yeni Şafak’ta Türk’ü vardı. Lazı hep vardı, Çerkezi de... Kürdü de vardı. Sonra öğrendik ki, Rum’u da varmış. Hatta, belki Ermenisi, Süryanisi de vardı. İslamcı bir gazeteydi Yeni Şafak, hala da öyle! İslamcı’ydı ama Alevisi de vardı, ateisti de. Namaz kılanı da vardı, kılmayanı da. Ümmetçisi de vardı, ulusalcısı da. Oruç tutanı da vardı, tutmayanı da. Başörtülüsü de vardı, başı açık olanı da. Sufi sakalı olanı da vardı. saçları belinde, sakalı göğsünde ’protest’ olanı da. Tatlı su solcusu da vardı, çelişkiler yaşayan Müslümanı da. İşte bütün bu apayrı renkler olduğu için de şaşırtırdık herkesi. İnandırtamazdık Yeni Şafak’ta çalıştığımıza. Bir habere çıktığımızda, bazen "Radikal mi? Cumhuriyet mi?" diye sorarlardı. "Hayır, Yeni Şafak" derdik. Zihinlerinde çizdikleri Yeni Şafak yerine bambaşka bir Yeni Şafak ile tanışır, zihin dünyaları değişir, ’bizi’ sevmeye başlarlardı.
Biz çalışanları bunun için sevdik Yeni Şafak’ı. Dışardakiler de aynı nedenle sevdi bizi. Dışadakilerin bizi neden çok sevdiğini daha iyi anlamanız için, bu kez gazete kantininde oluşan resmi çizmeliyim size. Aramıza yeni katılanlar Yeni Şafak’ın bu kozmopolitan yapısına şaşırırlardı. İlk şaşkınlıklarını, gazeteye başladıkları gün, kantine indiklerinde yaşarlardı. Kulaklarına bir sürü ’sakıncalı’ kelime takılırdı.Çünkü yüksek ve hararetli bir ses tonuyla konuşurduk çoğu zaman. Gürültülü seslerin arasında biri ötekine laf, ardından da kahkahasını atardı. Ayrı düşünceler ve kimlikler bu kadar samimi bir halde nasıl aynı masaya oturur, sohbet eder ve kahkaha atabilirdi! Bu kadar farklı insan nasıl olmuştu da aynı yerde toplanmıştı? Aynı yerde, İslamcı Yeni Şafak Gazetesi’nde! Onlar, bu soruları üç dört gün sonra sormayı bırakırlardı. Ürkeklik ve şaşkınlıklarından sıyrılır, masaya bir sandalye de onlar çeker, konuşmaya başlarlardı. Onlar da, bize benzerdi en nihayetinde. Ve hayatları boyunca yanında olacağı dostlarını tanımaya başlarlardı, dostlarının ideolojilerini de. Renklerimiz kadar, düşüncelerimiz de farklıydı çünkü. Biz özgürce siyaseti konuşur, tartışırdık. 28 Şubat’ın en yakıcı günlerinde bile, mesela, sadece Necmettin Erbakan, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Süleyman Demirel ve Çevik Bir tartışılmadı. Başörtüsü yasağı da, solcuların başörtüsü yasağına takılan sakalı da tartışılırdı. Milli birliği de, İstanbul Belediye Başkanı iken cezaevine gönderilen Tayyip Erdoğan’ı da. Güneydoğu, Kürt sorunu tartışmaları da, Şehit Anneleri de konuşulurdu. Cumartesi Anneleri de, Hayata dönüş operasyonları da. Sadece haber tartışılmazdı Yeni Şafak’ın kantininde. Edebiyat da, müzik de çok konuşulurdu. Duman altı masalarda Sezai Karakoç’u da, Ahmet Arif’i de, İsmet Özeli, Ahmet Kaya’yı da konuşurduk, tartışırdık. Her tartışma, her konuşma bir şey öğretirdi ötekine. Yeni bir bilgi, yeni bir kapı açardı zihinlerimizde. Tartışma gönül kırıklığı yarattıysa eğer, mekanları cennet olsun, Nusret Özcan ve Hamit Can abilerimiz birbirlerine darılanları uzlaştırır, barıştırırdı. Biz, en güzel, en samimi, en gerçekçi ve en uzun soluklu dostluklarımızı Yeni Şafak’ta kurduk.
Biz, kız kardeşlerimizi, abilerimizi, küçüklerimizi orada, o gazetede tanıdık. Hepimiz, birbirimizin hikayelerini az ya da çok biliriz. Apayrı dünyalardandık ama aynı yerde buluştuk, Yeni Şafak’ta. Bir zamanlar, dudaklarda demli çaylar, elde sigaralar Türkiye’yi konuşurdu bu ayrı renkler. Türkü, Lazı, Çerkezi, Rumu, Kürdü ile Türkiye’nin resmi vardı orada. Ha işte o güzel, imrenilesi ortamda, bir de Ali Abimiz vardı. Başrol oyuncularından biriydi gazetenin ve hangi birimize yetisecegini bilemezdi çoğu kez.
Sonra devir değişti devran döndü. Savunduğu düşünceler; daha özgür ve demokratik Türkiye ideali ile yola çıkan bu gazete ’iktidara’ kendini fazlasıyla kaptırdı. Başta bir sorun yoktu. İktidarın sevaplarına, ’Türkiye’nin değişiminin’ yüzü suyu hürmetine methiyeler dizilmesine’ tamam’ diyebilirdik. Ama aynı iktidar, bir ’günahlar manzumesine’ dönüştüğünde, Yeni Şafak bir anda o günahların aklanmasının yeri olmaya başladı. Ali Akel’in "Özür açıklanmaz, dilenir"yazısıyla işten çıkarılması, bu ’metamorfik’ değişimin son halkası oldu. Artık Yeni Şafak, kendi içinde hükümeti eleştiren ’vicdanlı’ bir yazarını, emekçisini bile bünyesinde barındaramayacak duruma geldi! Eğer ortada bir ’devrim’ olasaydı;’devrim kendi çocuğunu yedi’ klişesine sığınabilirdik. Ama biliyorum ki, yaşanan ne bir devrim -olsa olsa karşı-devrim- ne de Ali Akel ortada olmayan devrimin çocuğuydu. Benim 15 yıldır yakından tanıdığım Akel, ’evin içinden seslenen vicdanlı bir gazeteciydi’. Uludere, nasıl ki makro düzeyde AKP’nin ulaştığı çöküş boyutunun miladı ise Ali Akel’in susturulması, özelde Yeni Şafak’ın, genelde İslamcı medyanın çöküşünün de başlangıcıdır. Asıl onemli olan, bu baslangıcın nasıl sonlanacağıdır?
ALİ AKEL VE YENİ ŞAFAK METAMORFOZU!
Ali Akel, Yeni Şafak Gazetesi’nin 16 yıllık çalışanıydı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Uludere katliamındaki tutumunu eleştirdiği için işine son verildi. Bu olay, iktidarı eleştiren gazetecilere karşı artık ’alışmaya başladığımız’ uygulamaların hangi boyuta ulaştığını ortaya koyması açısında önemli. Ama ’Ali Akel olayı’; Akel’in yazdığı yazının mahiyeti ile, Yeni Şafak’ın temsil ettiği sosyo-politik gerçeklik ortaya konulduğunda, Türkiye’de yaşanan toplumsal-siyasi metamorfozun gerçek niteliğinin hangi boyuta geldigini görebilmemizi sağladığı için daha da önemli. Gelin şimdi, bu değişimin gölgesinde, bir zamanlar demokrat-muhafazakar çizgide duran bir medya kuruluşunun değişen portresine yakından bakalım.
Bir zamanlar Yeni Şafak’ta çalışanlar ve bugün orada olmayan ben, farklı gerekçelerle geldiğimiz bu gazeteyi çok sevmiştik. Hem de gazetenin patronlarının, gazeteye duydukları sevginin ötesinde, algılanması zor bir derinlikte. Neden onlardan daha cok sevdiğimizi anlamanız için size nasıl bir gazete ortamında çalıştığımızı özetlemeliyim.
Yeni Şafak’ta Türk’ü vardı. Lazı hep vardı, Çerkezi de... Kürdü de vardı. Sonra öğrendik ki, Rum’u da varmış. Hatta, belki Ermenisi, Süryanisi de vardı. İslamcı bir gazeteydi Yeni Şafak, hala da öyle! İslamcı’ydı ama Alevisi de vardı, ateisti de. Namaz kılanı da vardı, kılmayanı da. Ümmetçisi de vardı, ulusalcısı da. Oruç tutanı da vardı, tutmayanı da. Başörtülüsü de vardı, başı açık olanı da. Sufi sakalı olanı da vardı. saçları belinde, sakalı göğsünde ’protest’ olanı da. Tatlı su solcusu da vardı, çelişkiler yaşayan Müslümanı da. İşte bütün bu apayrı renkler olduğu için de şaşırtırdık herkesi. İnandırtamazdık Yeni Şafak’ta çalıştığımıza. Bir habere çıktığımızda, bazen "Radikal mi? Cumhuriyet mi?" diye sorarlardı. "Hayır, Yeni Şafak" derdik. Zihinlerinde çizdikleri Yeni Şafak yerine bambaşka bir Yeni Şafak ile tanışır, zihin dünyaları değişir, ’bizi’ sevmeye başlarlardı.
Biz çalışanları bunun için sevdik Yeni Şafak’ı. Dışardakiler de aynı nedenle sevdi bizi. Dışadakilerin bizi neden çok sevdiğini daha iyi anlamanız için, bu kez gazete kantininde oluşan resmi çizmeliyim size. Aramıza yeni katılanlar Yeni Şafak’ın bu kozmopolitan yapısına şaşırırlardı. İlk şaşkınlıklarını, gazeteye başladıkları gün, kantine indiklerinde yaşarlardı. Kulaklarına bir sürü ’sakıncalı’ kelime takılırdı.Çünkü yüksek ve hararetli bir ses tonuyla konuşurduk çoğu zaman. Gürültülü seslerin arasında biri ötekine laf, ardından da kahkahasını atardı. Ayrı düşünceler ve kimlikler bu kadar samimi bir halde nasıl aynı masaya oturur, sohbet eder ve kahkaha atabilirdi! Bu kadar farklı insan nasıl olmuştu da aynı yerde toplanmıştı? Aynı yerde, İslamcı Yeni Şafak Gazetesi’nde! Onlar, bu soruları üç dört gün sonra sormayı bırakırlardı. Ürkeklik ve şaşkınlıklarından sıyrılır, masaya bir sandalye de onlar çeker, konuşmaya başlarlardı. Onlar da, bize benzerdi en nihayetinde. Ve hayatları boyunca yanında olacağı dostlarını tanımaya başlarlardı, dostlarının ideolojilerini de. Renklerimiz kadar, düşüncelerimiz de farklıydı çünkü. Biz özgürce siyaseti konuşur, tartışırdık. 28 Şubat’ın en yakıcı günlerinde bile, mesela, sadece Necmettin Erbakan, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Süleyman Demirel ve Çevik Bir tartışılmadı. Başörtüsü yasağı da, solcuların başörtüsü yasağına takılan sakalı da tartışılırdı. Milli birliği de, İstanbul Belediye Başkanı iken cezaevine gönderilen Tayyip Erdoğan’ı da. Güneydoğu, Kürt sorunu tartışmaları da, Şehit Anneleri de konuşulurdu. Cumartesi Anneleri de, Hayata dönüş operasyonları da. Sadece haber tartışılmazdı Yeni Şafak’ın kantininde. Edebiyat da, müzik de çok konuşulurdu. Duman altı masalarda Sezai Karakoç’u da, Ahmet Arif’i de, İsmet Özeli, Ahmet Kaya’yı da konuşurduk, tartışırdık. Her tartışma, her konuşma bir şey öğretirdi ötekine. Yeni bir bilgi, yeni bir kapı açardı zihinlerimizde. Tartışma gönül kırıklığı yarattıysa eğer, mekanları cennet olsun, Nusret Özcan ve Hamit Can abilerimiz birbirlerine darılanları uzlaştırır, barıştırırdı. Biz, en güzel, en samimi, en gerçekçi ve en uzun soluklu dostluklarımızı Yeni Şafak’ta kurduk.
Biz, kız kardeşlerimizi, abilerimizi, küçüklerimizi orada, o gazetede tanıdık. Hepimiz, birbirimizin hikayelerini az ya da çok biliriz. Apayrı dünyalardandık ama aynı yerde buluştuk, Yeni Şafak’ta. Bir zamanlar, dudaklarda demli çaylar, elde sigaralar Türkiye’yi konuşurdu bu ayrı renkler. Türkü, Lazı, Çerkezi, Rumu, Kürdü ile Türkiye’nin resmi vardı orada. Ha işte o güzel, imrenilesi ortamda, bir de Ali Abimiz vardı. Başrol oyuncularından biriydi gazetenin ve hangi birimize yetisecegini bilemezdi çoğu kez.
Sonra devir değişti devran döndü. Savunduğu düşünceler; daha özgür ve demokratik Türkiye ideali ile yola çıkan bu gazete ’iktidara’ kendini fazlasıyla kaptırdı. Başta bir sorun yoktu. İktidarın sevaplarına, ’Türkiye’nin değişiminin’ yüzü suyu hürmetine methiyeler dizilmesine’ tamam’ diyebilirdik. Ama aynı iktidar, bir ’günahlar manzumesine’ dönüştüğünde, Yeni Şafak bir anda o günahların aklanmasının yeri olmaya başladı. Ali Akel’in "Özür açıklanmaz, dilenir"yazısıyla işten çıkarılması, bu ’metamorfik’ değişimin son halkası oldu. Artık Yeni Şafak, kendi içinde hükümeti eleştiren ’vicdanlı’ bir yazarını, emekçisini bile bünyesinde barındaramayacak duruma geldi! Eğer ortada bir ’devrim’ olasaydı;’devrim kendi çocuğunu yedi’ klişesine sığınabilirdik. Ama biliyorum ki, yaşanan ne bir devrim -olsa olsa karşı-devrim- ne de Ali Akel ortada olmayan devrimin çocuğuydu. Benim 15 yıldır yakından tanıdığım Akel, ’evin içinden seslenen vicdanlı bir gazeteciydi’. Uludere, nasıl ki makro düzeyde AKP’nin ulaştığı çöküş boyutunun miladı ise Ali Akel’in susturulması, özelde Yeni Şafak’ın, genelde İslamcı medyanın çöküşünün de başlangıcıdır. Asıl onemli olan, bu baslangıcın nasıl sonlanacağıdır?