Aktif gazeteciliğe nokta koyan Cengiz Çandar: 'Radikal'in kapatılma nedenlerinden biri benim!'
Radikal gazetesinin internet yayınına da son vermesinin ardından köşesiz kalan Cengiz Çandar T24'e konuştu.
40 yıllık gazeteci Cengiz Çandar, geçen hafta Doğan Grubu’nun
kapatma kararı aldığı Radikal.com.tr’de yayımlanan son köşe
yazısında “Bu ‘veda yazısı’ ile birlikte, 40 yıllık aktif
gazetecilik hayatım da noktalanmış oluyor.” sözlerini
kullanmıştı.
Köşesiz kalan ve gazetecilik hayatını sonlandırdığını açıklayan
Cengiz Çandar T24'e çarpıcı açıklamalarda bulundu.
İşte o söyleşiden bazı bölümler:
“Radikal’in kapatılmasının sebeplerinden biri
benim”
- Kapatılan Radikal.com.tr’deki son köşenizden: “Bu ‘veda
yazısı’ ile birlikte, 40 yıllık aktif gazetecilik hayatım da
noktalanmış oluyor.” Cengiz Çandar, gazeteciliği bıraktı
mı?
Bir anlamda, evet. O veda yazısı, Radikal’deki diğer veda
yazılarıyla birlikte ertesi gün yayımlanmak düşüncesiyle yaklaşık
10 gün önce yazıldı. Bekletilince hiç yayımlanmayacak
zannediyordum, yayını bana da sürpriz oldu. Ama o cümleye gerekçe
sağlayan unsur devam ediyor. “40 yıllık gazetecilik hayatımı
noktalıyorum” cümlesinin dramatik olduğunun yazarken farkındaydım,
ama aylardır düşündüğüm bir durumun gerçekleştiği duygusuna vardım.
Çünkü Radikal’in ömrünün uzun olmayacağının farkındaydım. O
noktalandığı gün Türk medyasının genel durumunun beni kabul edecek
halde olmadığını da görüyordum. “Hayatımı yazarak kazanan bir
gazeteci olarak Radikal adındaki iş yerim kapandı ve filanca yerde
mesleğime devam edeceğim” gibi bir durum yok.
- Radikal kapandıktan sonra size hiçbir yerden teklif
gelmedi ve yazmayı düşüneceğiniz bir yer yok mu?
Hayır, yok. İkincisi, zaten, Radikal’in kapatılmasının
sebeplerinden birinin benim orada yazmamla ilgili olduğu
hissiyatındayım. Bu, yarı enformasyon, yarı duyumla doğrulandı.
- Bunun kaynağı ne?
Benim yazılarımdan ötürü, Ankara’daki iktidar çevrelerinden büyük
rahatsızlık ifade edildiği kulağıma geliyordu. Radikal’in veda
yemeğinde de birkaç kişiden bunu duyunca bu hissiyatım
güçlendi.
“Ankara’nın benden rahatsızlıkları patronaja
ve yayın yönetimine iletiliyordu”
- Ankara’nın rahatsızlıklarının Doğan Grubu’ndaki adresi kimdi,
Aydın Doğan mı?
Patronaja ve yayın yönetimine kim getirilmişse onlara iletiliyordu.
Onlar da birkaç kişiye söylüyordu. Bu da, Türkiye’de çok yaygın
olan fısıltı gazetesi gibi kapalı rejim dönemlerinde çok işlerliği
olan mekanizmalar aracılığıyla benim kulağıma kadar geliyordu.
Yani, ‘özel bir rahatsızlık unsuru olduğum’ kulağıma geliyordu. Ama
bunu somut olarak kanıtlayamasam da İngilizce bir laf vardır,
well-founded rumors diye, altı sağlam söylentiler, onların gerçek
olduğunu bilirsiniz.
Ayrıca Radikal’in iki yıl önce dijitale geçmesi de “Basının bundan
sonraki adresi dijitaldir, kâğıt ortadan kalkacak” gibi modernist,
bir anlamda devrimci bir hamleyle yapılmadı. Bir geri adımdı. Onda
da ekonomik sebepler, gerekçe olarak gösterildi.
“Radikal’in basımının
durdurulması iktidara jestti”
- Sizce Radikal’in basımının durdurulması siyasi bir geri adım
mıydı?
Evet.
- O zaman sebep neydi sizce?
Aynıydı.
- Siz miydiniz?
Hayır. Mevcut iktidarın Doğan Medya’yla sorunu hep vardı. Doğan
Medya o sorunu aşmak için kendince birtakım yöntemler uyguluyor,
fedakârlıklar yapıyor. Doğru, Radikal kâr etmiyordu, ama çıktığı
günden itibaren hiçbir zaman kâr etmemişti ki...
- Susurluk skandalı ortaya çıktığında Mehmet Yılmaz’ın
yönetimindeyken Radikal kâr etmişti.
Evet, ama o pek kısa bir bir dönem. Zaten o dönemdeki
performansıyla Türk basınında yer etti. Fakat Radikal türü
gazeteler zaten pek kâr etmezler. Onlar bir anlamda, onu çıkaran
çevrenin itibar organı gibidir. Doğan Medya’nın, Hürriyet, Posta ve
Kanal D’den başka kâr eden kurumu yok. Zaten Türk medyasının hiçbir
organında kâr eden bir yapı yok. Ama saydıklarım Radikal’i
arkalayıp ayakta tutabiliyordu. Bir itibar organı olduğu için de,
kârı olmasa da Radikal dijitale geçmeden ayakta tutulabilirdi. Ama
belli fedakârlıklar gereği iktidara bir mesaj verildi: “Biz geri
çekiliyoruz. Senin bize ilişkin rahatsızlıklarının idrakindeyiz.
Biz de karşılığında jestte bulunuyoruz.” En son gelinen noktada da
zaten o kadar az insan kalmıştı ki Radikal’de ekonomik zarardan söz
edilebilecek durum yoktu.
“Kabul edeceksin, 1 Kasım’da yenildik”
- Siz 1 Kasım seçiminden kısa bir süre sonra “İç politikaya dair
değil, dünya odaklı yazmaya başlayacağım” demişken neden başlıca
sebebinin siz olduğunuzu düşünüyorsunuz?
Onu günlük Türkiye siyasetinin 1 Kasım sonrası vıdı vıdı
konularıyla uğraşmayacağımı söylemek için yazmıştım. 1 Kasım seçim
sonucuyla, seçimlere kadar içinde benim de didiştiğim alanda
yenilgiye uğradık. Kabul edeceksin, yenildik. Bu olmamış gibi
davranmanın bir manası yoktu. Daha önce 2011-2012, özellikle
2013-2014’ten sonra ve 2015 boyunca yazdığımız, kafamızda
ürettiğimiz hemen her şey denize akan dereler gibi 2015 seçimine
doğru akıyordu. Çabalarımızın, kendi açımızdan 7 Haziran’da çok
sevindirici bir sonuçla noktalandığını sandık. Gelgelelim, arkasına
birkaç yılı alan ve sonraki yılları belirleyecek olan süreç, 7
Haziran’da değil, 1 Kasım’da noktalandı. O noktadan itibaren son
3-4 yıldır yapmakta olduğum işleri, aynı şekilde yapmaya devam
etmemin, bence, bir manası kalmamıştı; yazıların muhatabı da,
zemini de yoktu. Beni çok cezbeden, hayatımın büyük bölümünde efor
sarf ettiğim konular vardı, var: Orta Doğu, Kürt meselesi, Suriye,
Filistin, ABD ve Avrupa ile ilişkiler, Rusya... Bunlar makro
dengeleri ilgilendiren konular ve bir sürü soyutlamaya müsait, bir
geçmiş muhasebesine de alan açabilecek kulvarlar. Benim asıl
uzmanlık alanlarım ise bu konuları kapsıyordu. Bu nedenlerle de
Türkiye’yi daha büyük bir fotoğrafın içinde ele almak, uluslararası
dengeler ve Suriye odağı üzerinden yazmaya çalıştım. Ne kadar
becerdim tartışılır, ama kast ettiğim oydu.
- “Yenildik” sözünüze dair bir parantez: Politikacılarla
yan yana ve karşı karşıya gelmek bir gazetecinin değil,
siyasetçinin derdi değil mi?
Hayır gazetecilerin de derdidir. Siyaset ve siyasetçilerle
gazetecilik kadar iç içe geçen bir meslek grubu yoktur. Gazeteciler
de her zaman siyasetçilerle ya iç içe ya da karşı karşıya
olmuşlardır. Ben ayrıca yaşım ve yaşam tarzım itibariyle, 68
kuşağının bir siyasi aktivisti olarak hayata başladım. Gazetecilik
benim daha sonra ismimi toplumda bilinir hale getiren mesleki
alanım oldu. Yaser Arafat, Filistin sorununu tarih sahnesine
sokmuş, Filistin davasının cisimleşmiş sembolüydü, bir kavramdı.
Onun en yakın Türk dostu bendim. Celal Talabani, Irak’ın Saddam
sonrası ilk cumhurbaşkanı ve Kürt cumhurbaşkanı. Ta 1973 yılından
beri tanışıyoruz. Gazeteciliğe başlamamdan daha önce. Onun en yakın
Türk dostu da benim. Bu isimlerle ilişkilerim gazetecilik dışında
kuruldu, ama benim gazeteciliğime yararlı oldular. Öte yandan, ben
Turgut Özal’ın gazetecisi miydim? Hayır; başbakanlığı
döneminde onun yanında yer almadım. Cumhurbaşkanlığı döneminde ise,
ki mutlak iktidar gücünü büyük ölçüde yitirdiği bir dönemiydi,
onunla Kürt meselesinin üstesinden nasıl geliriz, saldırı ve
kuşatma altındaki Bosna-Hersek için neler yapabiliriz; bunları
konuşurduk biz. Ve bunların hiçbirini gazeteciliğimde haber
malzemesi olarak kullanmadım. Yani, kıdemli ve iyi bir gazeteci
olmakla birlikte, benim konumuma dış dünyada ‘public intellectual’
diye tanımlanan bir sıfat daha uygun düşer.
“Aydın Doğan’ın ciddi sıkıntıları var”
- Parantezi kapatarak devam edelim; iç politika yazmama kararınıza
Doğan Medya’nın bir müdahalesinin sebebiyet verdiği düşüncesi
tamamen haksız mı?
Öyle bir şey yok.
- Sizce iktidar, iç politika yazmama kararınızı ‘Cengiz
Çandar jesti’ olarak okumadı mı?
Hayır. Jest filan değil, bu kararım, tam tersine Türkiye’nin yakın
geleceğine dair bir hayal kırıklığı ve umutsuzluk
deklarasyonuydu.
- Sizin niyetinizden bağımsız, Radikal’in iktidara
rahatsızlık vermesinin temel sebeplerinden biri Çandar’sa ve Çandar
“Ben artık iç politika yazmayacağım” diyorsa bu iktidarın
rahatsızlığını da törpüleyecek bir hamle, jest olmaz
mı?
Sanmıyorum. Ne ben Doğan Medya bünyesinde böyle bir diyalogun
tarafı oldum, ne Doğan Medya bunu bu şekilde iktidara yansıtarak
kendini sağlama alabilecek bir haldeydi, ne de iktidar sahipleri ve
onların en tepesindeki kişi böyle bir vaatten tatmin olacak yapıda.
Ya hep, ya hiç üzerinden sıfır toplamlı bir zihniyetle yaklaşan bir
iktidar mekanizması var. Dolayısıyla hasım olarak tespit ettiği
adresin ortadan kalkmasını istiyor. Böyle bir kişi, bir yazarın iç
politika yazmamasıyla tatmin olmaz.
Ama Aydın Doğan’ın ciddi sıkıntıları var, Temmuz ayında önemli bir
dava onu bekliyor. Türkiye’de hukukun üstünlüğü kavramının bir
hayli aşındığı bir dönemde o davadan haklı olarak kaygılanıyor.
Öyle bakınca Doğan Medya adındaki gemi, yüklerini ne kadar
boşaltırsa belki buzdağına çarpmadan limana yaklaşır diye
düşünüyor.
- Kast ettiğiniz POAŞ davası mı?
Tabii. Çünkü Radikal’in kapatılmasını ekonomik olarak gerektiren
bir durum bütün yayın hayatı boyunca bir kez bile olmadı. Bu
gerekçe bu dönemde gündeme getiriliyorsa, üzerinde düşünmek gerek.
Bu, POAŞ davasıyla ilgili ya da iktidarın Aydın Doğan ve Doğan
Medya’ya yönelik genel tavrının doğurduğu defansif tepkilerle
ilgili bir uygulama.
“Doğan Medya’nın en önemli hatası, siyaset mühendisliğiyle
ilgilendikleri dönemler”
- Peki sizce ‘gemiden yükleri boşaltma’ beyhude bir çaba mı?
Erdoğan’ın, Doğan Medya’yı ne yaparsa yapsın ‘ortadan
kaldıracağını’ mı düşünüyorsunuz?
Doğan Medya’nın dik durmasının, kendi selameti için daha iyi
olacağını düşünüyordum.
- Doğan Medya, sizce AKP’nin 13 yılı aşan iktidar döneminde
hangi noktalarda hata yaptı?
Tüm AKP dönemini ele alırsak, en önemli hatası savrulma;
gazetecilik dışına çıkıp siyaset mühendisliğiyle ilgilenme
dönemleri.
- Ertuğrul Özkök dönemini mi kast ediyorsunuz?
“411 el kaosa kalktı” manşeti, Cumhurbaşkanlığı seçiminde 367 şartı
konusunda oynadığı rol ve başka birçok başka olayla, kendisine
alerjisi bulunan yeni iktidar sahiplerinin olumsuz duygularını
konsolide etti, güçlendirdi. Ve adı konmamış bir kan davasına
dönüştürdü. Ondan sonra da üzerine maliye müfettişlerinin
gönderilmesi, vergi incelemesi gibi kabul edilemeyecek yöntemlere
başvuruldu.
“Doğan Grubu rükûdaydı,
secdeye geçmeden yere kapaklandı”
- “Kan davasını Doğan Grubu başlattı” mı diyorsunuz?
Hayır, karşılıklı oldu. Bu krizde dik durması ve kendini
koruyabilmesi için gerçek anlamda gazeteciliğe dönmesi bence daha
uygun olurdu. Ama öyle yapmadı. Boyun eğdi, geriledi, taviz vererek
belayı defetmenin mümkün olabileceğini düşündü. Bana kalırsa, bu,
iktidarın en tepesindeki kişi için büyük bir zaaf gösterisiydi. Bu
zaaf da daha fazla hamleyi üzerine çekecek şekilde davetiye
çıkarıyormuş gibi algılandı. Bu süreç bugün devam ediyor.
İki sene önce verdiğim bir söyleşide “Medya alanında neredeyse
herkes secdede, benim içinde bulunduğu grup ise rükûda” demiştim.
Bugün geldiğimiz noktada benim birkaç gün öncesine kadar içinde
bulunmuş olduğum grup rükûdan secdeye de geçmedi, yere
kapaklandı.
- Doğan Grubu’nun sizce ‘yere kapaklanması’nın sebebi
sadece mali işleri mi?
Karşı karşıya gelinen tehditler, en azından Aydın Doğan’ın kendisi
açısından ve bazı aile mensupları açısından varoluşsal bir konu.
Onları anlayışla karşılamıyor değilim.
- Bu örnekte varoluşsal ne demek?
POAŞ’la ilgili suçlamalardan dolayı tutuklama yoluna gidilirse ya
da başka ağır mali cezalar getirilirse grup nasıl yaşar? Psikolojik
olarak da büyük bir gerginlik konusu. Onları anlamaya çalışıyorum.
Demin söylediklerim bir tespitti yoksa iktidarın bu tür baskılarına
maruz kalan bir gruba eleştiri yöneltmeyi ahlaki bulmuyorum. Çünkü
geçmişte ne hatalar yapılmış olursa olsun esası kaçırıp mağduru
suçlayamam. Bu denklemin mağdur tarafı Doğan Grubu’dur.
Burada şöyle ilginç bir durum var; hem herhangi bir ahlak, basın
etiği, dürüst gazetecilik ölçülerince kabul edilemeyecek örnekler
her gün iktidar kaynaklı olarak sahneleniyor ve hem de Doğan
Medyası, bu durumların baş müsebbibi olan iktidarın hedefindeki
odak durumunda. Önümüzde Zaman örneği var. Zaman gazetesi cemaatin
miydi, Fethullah Gülen’e bağlı mıydı? Evet. Zaman yayın
politikasında kabul edilemeyecek birçok günah işledi mi? Evet. Peki
‘Fethullah terör örgütü’ gibi bir gerekçeyle, Türkiye-AB zirvesine
48 saat kala biber gazlarıyla gazete binasına girilmesi ve kayyum
atanarak Zaman’a el konulması gibi bir kepazelik olabilir mi? Basın
özgürlüğünün tümüyle ayaklar altına alınması ve adeta imha
edilmesinin en çirkin çarpıcı örneklerinden biri değil miydi bu? O
da evet!
“Doğan Medya’ya kayyum atanması
dahil her şey olabilir”
- Hürriyet, birinci sayfasında Türkiye’nin siyasi tarihine geçen
Zaman binası önünde başörtülü kadınlara müdahale fotoğraflarını
paylaşmadı.
Bu tuhaf, çelişkili bir durum. Aynısı yarın Doğan Medya’nın da
başına gelebilir. Kaldı ki, Hürriyet binası iki kez saldırıya
uğradı. Saldırganlar adeta taltif edildi. Biri bakan yardımcısı
yapıldı.
- Doğan Medya’ya kayyum atanabileceğini mi
düşünüyorsunuz?
Her şey olabilir. Ethem Sancak medyasının veya Yeni Şafak’ın böyle
bir sorunu yok, ama Doğan Medya’nın olabilir. Faşizan gidişattan
kasıt zaten bu tür durumların baş göstermesidir.
- Aydın Doğan veya kızları sizce hapse girmekten
endişeleniyor mu?
Hukukçu değilim. Dosyayı da incelemedim. Ama hukukun çiğnendiği
böyle bir dönemde, bu tür endişeler olabilir.
“Radikal’in kapatılışına dair
Vuslat Doğan Sabancı aradı”
- Siz son süreçte Aydın Doğan veya kızlarıyla görüştünüz
mü?
Aydın Doğan’ı görmeyeli en azından bir sene olmuştur. Tüm görüşme
sayım da bir elin parmaklarını geçmez. Ben çalıştığım işyerlerinde
patronlarla sık görüşen bir gazeteci olmadım.
- Ayrılma sürecinizde size bu seviyeden bir açıklama
yapılmadı mı?
Radikal’in kapatıldığının Twitter üzerinden duyulması ve Ümit
Kıvanç’ın alaycı yazısına konu olmasının ertesi günü Vuslat Doğan
Sabancı beni arayıp, “Radikal’in maalesef kapatıldığını bildirmek
istediğini, markayı ayakta tutmak için çok gayret ettiklerini, ama
olmadığını” söyledi. Ben de kendisine aradığı için teşekkür
ettim.
- Bize söylediğiniz düşünce ve ihtimalleri onunla
paylaşmadınız mı?
Hayır, kısa bir konuşmaydı. Gazetenin ekonomik nedenlerle
kapatıldığına ikna olmadığımı ima ettim. Kendisine ve ailesine
iyilikler diledim.
“Mali ilişkiler sarmalı
bağımsız gazetecilik imkânlarını vurdu”
- Sizce gazetecilik dışında işleri olan bir sermaye grubunda
bağımsız gazetecilik yapılabileceğini iddia etmek gerçek dışı değil
mi? Demokrasi, medyaya siyasi baskı olmadan işleseydi de mali
ilişkiler bağımsız gazeteciliği imkânsız kılmıyor mu?
İşaret ettiğiniz nedenden ötürü bağımsız gazetecilik pek
yapılamıyor zaten. Gazetecilik dışında işleri olan sermaye
grupları, bu işlerini gazete ve televizyon sahipliği sayesinde
büyüttüler. Bu cins mali ilişkiler sarmalı da döndü geldi, bağımsız
gazetecilik yapılabilmesi imkânlarını vurdu. Ama, “Demokrasi,
medyaya siyasi baskı olmadan işleseydi” diye bir varsayımdan da
hareket edemeyiz. Çünkü, sözünü ettiğiniz ilişkiler, demokrasiyi de
işletilemez bir hale sokuyor. Medya patronajı, siyasi iktidarı her
vakit kollamak zorunda kalıyor. Görece olarak istediğini yapabilen,
yazabilen bir adam olmam, bir çeşit istisnaî durum; genel kuralı
ortadan kaldırmıyor. Çalıştığım 1990’lardaki Sabah ve Doğan Grubu
gibi büyük gruplardaki varoluşumu uzmanlık alanımdaki
performansımla sağladım. Biraz da o nedenle dokunulmazlığım
oldu.
“Hürriyet’teki o kadar yazar
arasında yerim olamıyorsa, ...”
- Radikal’de yazarken hiç basınç hissetmediniz mi?
“Bazı konulara bazı sözcüklerle değinmenin gereği yoktur”u kendiniz
düşünürsünüz. Ama onun dışında “Bu yazıyı koyma, şunu çek, şurayı
değiştir, o konuya girme” gibi şeyler olmadı. Olamazdı. Beni
istihdam eden birisi, beni ben olduğum için istihdam ediyor. Böyle
bir diyalogun muhatabı olmayacağımı ve olamayacağımı biliyor
demektir. Ama bir yanıyla bu güçlü konum, içinde yer aldığım
kurumların beni korumamasını, daha doğru bir deyişle
barındırmamasını da beraberinde getirdi. Radikal kapanıyor, değil
mi? Ben tam da, demin söylediğim gerekçelerle, basın dünyasında
mesleki tecrübesiyle, performansıyla üçüncü şahısların
yakıştırmasıyla ağır toplardan biri sayılıyorum. Hürriyet’in
sayfalarını çevirin baştan sona, o kadar yazar arasında zaten grup
bünyesinde olan, Hürriyet’in internet sitesinde yazıları zaten yer
alan bir köşe yazarı olarak, yerim olamaz mı? Olamıyorsa demek ki
bu grup beni korumak, barındırmak istemiyor.
“3 senedir Doğan Grubu’nunkiler dahil
hiçbir kanaldan davet almadım”
- Koruma, kollanmama parantezine telefonlarınızın dinlendiğini
öğrendiğimiz yazınıza Hürriyet’in birinci sayfasında yer
verilmemesini de koyuyor musunuz?
Hayır. Hürriyet’in birinci sayfası, hatta iç sayfaları epey
zamandır öyle değişikliklere uğradı ki... Haber tercihleri,
başlıklar, fotoğraflar, seçilen sözcükler... Mevcut iktidarın
canını sıkabilecek, dolayısıyla Doğan Grubu’nun patronajına zarar
verebileceği hissedilen hiçbir konuya girmiyorlar.
Bu arada, şunu da belirteyim: Orta Doğu’da tarihinin en önemli
olayları cereyan ederken, bu ülkede adı ‘Orta Doğu uzmanı’na çıkmış
biri olarak son 3 senedir herhangi bir ana akım televizyon
kanalından, tek bir davet dahi almadım. Kendi yaptığım televizyon
programları zaten durdurulmuştu. AKP iktidarının üzerine çarpı
koyduğu bir kişi olarak kendi grubumun televizyonları da benden
uzak durdu. Dolayısıyla, “Medya bu konuya niye gerekli ilgiyi
göstermedi” sorusu beni pek şaşırtmıyor açıkçası. Zaten bahsettiğim
sebeplerle Doğan Medya’dan beklentim hiçbir zaman olmadı.
“Radikal’i kapatıp Abdülkadir Selvi’yi Hürriyet’e
alıyorsanız...”
- Peki bugün “Doğan medyadan gazetecilik namına yarınlarda bir şey
beklemeyin” der misiniz?
Her gün zaten kendilerinden neyin beklenip neyin beklenmeyeceğini
ortaya koyuyorlar. 2016 yılı itibariyle Radikal gazetesini
kapattıktan sonra, Yeni Şafak Ankara Temsilcisi Abdülkadir Selvi’yi
‘usta gazeteci’ olarak Hürriyet’e alıyorsanız, zaten kendinizden ne
bekleneceğine ya da beklenmeyeceğine dair bir şey demiş
oluyorsunuz.
“Bazı yazıları okuduğumda, ‘Bu hallere de düşülür mü’
duygusu geliyor”
- Siyaset kısmına birazdan gelmek üzere, medyanın bugününe
gazetecilerin katkısını sizin gözünüzden öğrenmek için Doğan
Medya’dan güncel birkaç örnekle soracağız; Ahmet Hakan “HDP’liler
canlı bomba olup patlatsın kendilerini” dedi, Hürriyet yazı işleri
Hakan’a saldıranların AKP üyesi olduğu bilgisini birinci
sayfasından paylaşmadı, Ertuğrul Özkök, 1 Kasım seçiminin hızlı
yorumunu “17-25 Aralık üzerine çizgi çekmek istiyorum” diyerek
yaptıktan sonra Fatih Çekirge Can Dündar-Erdem Gül’ün
tutuklanmasına neden olan MİT TIR’ları haberlerini yayımlayıp
yayımlamayacağı sorusu üzerine “Devlet düşmanı mıyız” dedi.
Güneydoğu’da bazı bölgeler dümdüz edilirken İsmet Berkan, Sur’a
gidip zırhlı araç içerisinde poz verdi. Sizce gazeteciler bunu
kendilerine neden yapıyorlar?
Demin konuştuğumuz bağlamda bakarsak bunun cevabı kendiliğinden
ortaya çıkıyor zaten. Bu isimleri geçenlerin söz konusu
davranışları, kurumun o gün için uygun gördüğü siyasi yaklaşımdan
kaynaklanıyor. Bu yüzden onlar her zaman kurumsal korumayı ve
güvenceyi üzerlerinde hissediyorlar. Bu parasal olabilir, iş
güvencesi olabilir, kendilerince bir statü alanı olabilir. Neyse
ne...
- Sizce bu dönem Doğan Medya’daki gazeteci elitlerinin de
Aydın Doğan’a jest yapma dönemi mi?
(Cengiz Çandar bir süre yanıt vermeyince devam
ediyoruz.)
- Siz Doğan Medya’dan örnek olarak verdiğimiz yazıları,
demeçleri okuduğunuzda ne hissediyorsunuz?
Bazı yazıları okuduğumda, “Bu hallere de düşülür mü?” gibilerinden
bir duygu geliyor tabii...
“Ahmet Hakan ve Ertuğrul Özkök’ün
bazı yazılarını tebessümle okuyorum”
- Hangi yazılardan bahsediyorsunuz?
Bir süredir Ahmet Hakan’ın herkese ayar veren, her şeye yüksekten
bakan bazı yazılarını, Ertuğrul Özkök’ün kimi yazılarını tebessümle
okuyorum. İsmet Berkan’ın o Diyarbakır performansını ise buruk bir
tebessümle izledim.
- İsmet Berkan’a buruk tebessümünüzün nedeni Radikal’deki
mesainiz mi?
Bu insanların bir çoğuyla uzun yıllara dayanan hukukum var. İsmet
mesela Radikal’e girmem için olağanüstü gayret göstermişti. Ona
gayet sevecen duygular beslerim. Onunla yıllar öncesinde
Cumhuriyet’te birlikte çalıştık. Annesi 16 yaşında bir çocukken
İsmet’i getirip Cumhuriyet gazetesine emanet ettiğinde ben gece
sekreterliği yapıyordum, o da spor servisinde geceleri kalıyordu.
Aramızda yıllar ötesinin hukuku var.
- Örneğin, Berkan zırhlı araca binmeden önce de tacizi
belgeleyen Kabataş görüntülerini izlediğini söyledi ve öyle
görüntülerin olmamasının ortaya çıkması üzerine “Hıyarlığım”
diyerek sözünü kendisinden de esirgemeyerek özeleştiri yaptı. Ancak
itibar kaybının elle tutulur bir yansıması olmadı. Medya
elitlerinin leke tutmamasını siz nasıl açıklıyorsunuz?
Nasıl tutmamasını?
- Başka örneklerle soralım; 28 Şubat Türkiye’sinde andıcın
Sabah gazetesindeki icracılarından olan Erdal Şafak’ın bugün AKP
Türkiye’sinde de Sabah gazetesinin yayın yönetmeni olması, andıç
dönemi Sabah’ın yayın yönetmeni Zafer Mutlu’nun Aydın Doğan’a en
yakın isimlerden biri olması... Sizce hatalarına rağmen bu
isimlerin üzerinde güneş neden batmıyor?
Ben 28 Şubatzede bir gazeteci olarak o günlerden itibaren zaten
medyaya özel bir bağlılık duymayan, kendi geleceğimin ve bir gün
olacaksa ülkenin aydınlık geleceğinin mevcut medya üzerinden
gerçekleşmeyeceğini çok net olarak gören bir noktada durdum.
Sevgili arkadaşım rahmetli Mehmet Ali Birand’la bu ortak duygumuzu
sık sık paylaşırdık... “Aktif gazetecilik hayatıma noktayı koydum”
dediğimin ertesi günü, sürekli olarak, bana arkamda bırakmak
istediğim bir alanla ilgili sorular soruyor, bunlara cevap vermemi
istiyorsunuz.
“Türkiye’nin medya ile asıl büyük derdi,
havuz medyası alanındakiler”
- Sorma sebebimiz sizi saydığımız isimlerle karşı karşıya getirmek
değil. “28 Şubat’tan sonra Türk medyasına aidiyetim bitti”
dediğiniz için de aldığınız mesafeye güvenerek Türk medyasını
bugüne taşıyan sebeplerin neler olabileceğini öğrenmek için
soruyoruz.
Ama bu konuları sadece Doğan Medya üzerinden tartışmayı yanıltıcı
buluyorum. Türkiye’nin medya ile asıl büyük derdi, havuz medyası
denilen alandakiler. Gazetecilik mesleğini meslek olmaktan çıkaran,
sürekli yalan haber üreten, yorumu karakter katline çeviren; ne
muhabir, ne yazar, ne yorumcu olarak, bunca yıldır adını bile
duymadığımız onlarca kişi türedi gazeteci köşelerinde ve televizyon
ekranlarında. Paradan, maddi imkânlardan söz ediyorsanız, asıl hak
edilmemiş büyük meblağlar ile mesleğin katli işini icra edenler
böyleleri ve bu sorulara cevap ararken böylelerinin mevzilendiği
yerlere bakılmalı. Havuz medyasının basın-yayın alanına hükmettiği
bir dönemdeyiz. Böylesine askeri dönemlerde bile rastlanmadı. Bana
gelince, evet, 28 Şubat’taki andıç hadisesinden sonra Türk
medyasına olan inancımı kaybetmiştim. Ama fiziki ve fiili
olarak da medyanın içindeydim. Bu paradoksal bir durum yaratıyor.
Hem beklentiniz yok, hem birtakım insanların yaptıkları sizi
şaşırtmıyor, hem o insanlarla her gün birlikte mesai yapıyorsunuz,
hem de şaşırmayacağınızı kendinize tekrarlasanız da hayal
kırıklıkları yaşamaya devam ediyorsunuz. Bütün bunlar çok karmaşık
ve yıpratıcı durumlardı zaten. Sonra 2013’teki Gezi olayları
yaşandı. Basın bundan sonra iktidarın baskısıyla giderek tarihinin
en karanlık dönemine gömüldü. Gazeteler el değiştirdi. Gazetelerin
başına yeni patronlar getirildi. Kayyum kelimesi basın hayatına
girdi. Sayısız meslektaşımız işten atıldı. Hapse düşmek dahil çok
ağır bedeller ödediler. Binlercesi mahkemelerde süründürülüyor.
Yani Türkiye’de adını hak edecek şekilde faaliyet
yürütebilen, profesyonel bir meslek olarak basından söz etmek
mümkün değil artık. Bu nedenle “Aktif gazetecilik hayatım
noktalandı” demek beni çok rahatsız etmiyor. Adeta ağır bir
hastalıktan çıkmışım ve nekahet evresine geçecekmişim gibi
hissediyorum. Veremden harap olmuşsunuz da içiniz acırken
sanatoryumda denize karşı temiz hava çekecekmişim gibi...
Cengiz Çandar yurt dışına gidiyor
- Nekahet evresini nerede, nasıl geçirmeyi
planlıyorsunuz?
İngiltere’deki Oxford Üniversitesi’nin The Middle East Centre’ı
(Orta Doğu Merkezi) orada araştırmacı uzman olarak çalışmam ve
kitap yazmam için beni davet etti. İbrahim Tatlıses’in “Urfa’da
Oxford vardı da biz mi gitmedik” sözünün aksine, ben de diyorum ki
“Türkiye’de medyada çalışma imkânı vardı da biz mi kullanmadık? O
yüzden Oxford’a gidiyorum!” Şaka bir yana, konunun ciddi tarafı şu:
Bu ülkede özellikle Orta Doğu konusunda önde gelen uzmanlardan biri
olarak bilinmeme rağmen, 2016 yılında Türk medyası beni
değerlendirme ihtiyacı duymazken, ülkede bunun zemini yokken,
kariyerime ve bilgime değer veren Oxford’dan böyle bir teklif
gelirse, ben de memnuniyetle kabul ederim. İkincisi, Stockholm
Üniversitesi’nde benzer bir enstitüde, öğretim görevlisi olarak da
işlev göreceğim bir davet söz konusu. Her iki daveti de
değerlendiriyorum.
- Türkiye’de bir yayın kuruluşundan teklif
gelirse?
Bu, varsayımsal bir soru. Öyle bir yayın organı yok. 40 yıllık
gazeteciyim. Tekrar edeyim. Bugün bu ülkede benim için profesyonel
olarak mesleğimi icra edebilme imkanı yok. Mesele yazı yazıp
yazmamak değil. Arada yazarım da tabii. Ama bugünkü durum
itibariyle hayatımı kazanmak için yeni bir hayat fazına geçmem icap
ediyor.
- Cengiz Bey, Doğan Medya’da aldığınız maaş ne
kadardı?
Böyle şeyler konuşulmaz.
- Neden?
Konuşulmaz da onun için. Bu, kurumla kişi arasındaki bir
meselesidir. Ve bundan bahsetmemek bu işin töresidir.
- Daha önce söyleşi yaptığımız Fatih Altaylı ve Etyen
Mahçupyan maaşlarına dair en azından bir aralık paylaşmışlardı. Bu
isimler sizce töreye karşı mı geldi?
Bu onların bileceği iş, ama bu mesleğin yazılı olmayan kuralları
vardır.
- Çok yüksek bir miktar aldığınız için mi
paylaşmıyorsunuz?
Ne münasebet! Kıdem ve statü olarak muadillerimle kıyasladığında
benim aldığım çok düşüktür.
“Turan Yavuz’a yaptığım
pişmanlıklarımın başında gelir”
- Sizinle gazetecilik etiği üzerine konuşurken bilenlerin aklına şu
soru gelebilir: “Cengiz Çandar, Turan Yavuz’la konuşmasını izinsiz
kaydedip haber olarak gazetesinden servis edildiğinde çok mu etik
davranmıştı?”
Çok ayıp bir şey yapmıştım. Hayatımda sayıları çok olmayan büyük
pişmanlıklarımın başında gelir. Yalnız o olay, bilindiği ve
sağda-solda yazılıp çizilmiş olduğu gibi de değildir. Ben de
“Hayır, öyle olmadı, böyle oldu” diye yollara düşmedim. Ama,
Turan’a ölümünden önce uzun bir mektup yazıp, bilmediği şeyleri
anlattım. Vefatından sonra da, televizyoncu arkadaşımız eşi Ayda
Yavuz’la konuştum, “Mektubu aldı mı?” diye sordum. “Okudu” dedi,
“Senin hakkında kötü duyguları yoktu” diye aktardı. Zaten, benim
ona yazdığım mektup, bir tür helalleşme ihtiyacıydı. Ona mektupta,
o kıyamet kopartan ve benim itibarımın çok yaralanmasına yol açan
yazıyı benim yazmadığımı, olayın nasıl cereyan ettiğini
anlatmıştım.
- “Nasıl Gazeteci Oldular” kitabı için Hakan Akpınar’a
aktardığınıza göre, görüşmeyi kayda alıp o dönem Sabah’ın
yöneticisi olan Zafer Mutlu’ya teslim ettiniz. Ertesi gün sizin
yazmadığınız ancak imzanızla ve kayıtta olmayan ifadelerle haber
olarak sürmanşetten verildiğinde de “Ben yazmadım”
demediniz.
Kayda Zafer Mutlu’nun isteğiyle aldım. Zafer Mutlu’ya kaydı
verirken de “Senin istediğin bir şey yok” dedim çünkü Turan
Yavuz’dan “Bunu Aydın Doğan’ın talimatıyla yaptım” lafını duymayı
istiyordu. “Turan, öyle bir şey söylemedi” dedim. Kaydedilen
görüşmeyi, bambaşka bir hale sokup benim imzamla yazdılar. O
haliyle yayımlanıp kıyamet koptuğunda benim çıkıp yapacağım bir şey
vardı: “Bu yazıyı ben yazmadım” demek. Bütün meslek hayatımda imzam
altında bana ait olmadan yayımlanmış tek yazıdır o. Bunu ertesi gün
ilan edebilirdim, ama Sabah ve Doğan medya grupları arasında
‘ansiklopedi savaşları’ adı verilen büyük rekabet vardı. Her ikisi
de promosyon olarak okurlarına ansiklopedi veriyordu. Aralarındaki
savaş oradan çıkmıştı. Verilen ansiklopediler sahte mi, değil mi
diye. İki medya grubu arasında kan gövdeyi götürüyordu. Bunu
açıklasaydım, o zaman Aydın Doğan grubu diyecekti ki “Gördünüz mü
bütün sahtekârlıkları ortaya çıktı, biz zaten böyle diyorduk.” Ama
o savaşta bu konuda haksız olan taraf Doğan Grubu’ydu. Sabah’ın
verdiği ansiklopedilerin sahte olduğunu ileri sürüyorlardı. Oysa bu
iddia doğru değildi. Bütün bunları, Doğan Medya’da işe başlarken
Aydın Doğan’a da ifade ettim. İki büyük medya grubu arasındaki o
şiddetli ansiklopedi savaşında haksız tarafı, Doğan Grubu olarak
görmüş olduğumu ve Doğan Medya’da işe başlayacağım gün, aradan 13
yıl geçtikten sonra bu görüşümün değişmemiş olduğunu dürüstlükle ve
açıklıkla kendisine söyledim.
“Turan’a faul yapmış oldum,
yapmamam lazımdı”
- Kim haklı olursa olsun, buradaki en büyük ayıp genç yaşta
hayatını kaybeden Turan Yavuz’a yapılan değil mi?
Bireysel bir durum değildi, iki büyük medya grubu arasında kan
gövdeyi götürüyordu ve Turan haksız olan tarafta yer almıştı. Ben,
bence, haklı olan tarafta. Turan Yavuz, Sabah’ın verdiği
ansiklopedilerin gerçek olmadığını anlattığı reklam filmlerinde rol
alıyordu. Milliyet’in Washington Temsilcisi sıfatının
sağlayabileceği inandırıcılık unsurunu bir Amerikan
ansiklopedisinin merkez binasından yapılan çekimlerde kullanıma
sokmuştu. Oysa, ben, Sabah ile ansiklopedi şirketi arasındaki
sözleşmenin orijinalini görmüştüm. Doğan Grubu’nun iddiası ve
yürüttüğü kampanya doğru değildi. Bununla birlikte, ben, Turan’a
faul yapmış oldum. Ne olursa olsun, yapmamam lazımdı.
- Ve şimdi olsa, yapılanı açıklayarak Turan Yavuz'un
onurunu korumayı, medya imparatorluklarının kavgasına uymaya tercih
eder miydiniz?
Turan’ın onuru zedelenmedi ki. Tersine, o olaydan, zarar gören ben
oldum. Dolayısıyla, konunun Turan Yavuz’un onurunu korumak ile
ilgili bir yanı zaten yoktu. Ama, benim tongaya bastırılmış
olduğumu, yazmadığım bir yazının üzerine imzam atılarak ansiklopedi
savaşında kullanılmış olduğumuzu yazabilirdim. Doğru olan buydu.
Ama konunun bir başka boyutu daha vardı: Savaş halindeki iki medya
grubundan haksız olanın, arkasına bu doğruyu alarak, haklı
olana karşı ölümcül bir darbe vurmasına yol açmış olacaktım. Haksız
tarafa cephane sağlamış olacaktım. O da doğru değildi. Hayatın
insanı karşı karşıya bıraktığı ve belki de doğru cevabının asla
bulunamayacağı, olamayacağı ikilemlerden biriydi.
RÖPORTAJIN TAMAMINI OKUMAK İÇİN
TIKLAYINIZ