AHMET ŞIK VE NEDİM ŞENER 45 GÜNDÜR İÇERİDE NELER YAŞIYOR?
Bu ülkenin polislerinin, savcılarının, hâkimlerinin karanlık bir kutunun içine tıktığı iki yazarın günlük yaşamı böyle işte.
Ahmet ve Nedim 45 gündür içeride
1986 yılının aralık ayıydı, ilk sayısı henüz piyasaya çıkmış bir derginin bürosunun kapısını polis çaldı.
Gelen ekibin elinde Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından verilmiş bir toplatma, el koyma ve savcılık çağrı kararı vardı. Ellerindeki karar ‘tüm nüshalara el konulması’ şeklindeydi ve belli ki başka yerlere de gideceklerdi. Sorumlu yazı işleri müdürü savcılığa gitmeyince aranır duruma düştü. Bir gün gelip gözaltına alındığında, 12 Eylül dönemindeki tutukluluğunu da dikkate alarak, ona sadece ‘yazı işleri müdürü’ suçlamasını yakıştırmadı polisler. Fezlekede, ‘terör örgütü üyesi’ yazılıydı. Sonrası hapislik yılları. Hakkında açılan soruşturmalar beraatle sonuçlanıncaya kadar, hayatının dört yılını demir parmaklıkların ardında bırakmıştı.
Bu, 1987 – 1991 yıllarımı kilitleyen kişisel bir öykü. Ve ama 12 Eylül’den bu yana, benzer nitelikteki öykülerin hiç de istisna olmadığını bu topraklarda yaşayan herkes biliyor. Şimdi soru şu: Bu fasitdaire; yani düşünen, yazan insanları akıl almaz bir cenderenin içinde bir çırpıda boğuveren bu adalet biçimi, ‘ileri demokrasi’ ile birlikte nihayete mi erdi?
Ahmet ve Nedim
Bu soruya, daha önce benzeri örneklerde defalarca olduğu gibi, Ahmet Şık ve Nedim Şener’i de yazdıkları kitaplardan ötürü tutuklayan, onları ‘terör örgütü üyesi’ ilan edenler ne yazık ki ‘hayır’ yanıtı veriyorlar. Tüm bu yaşananların akılcı bir izahını bulamadıkları için olsa gerek, işi kitabı ‘bomba’ diye tanımlamaya kadar vardırdılar.
Bir yandan dışarıda haklarında son derece haksız ve karanlık bir linç kampanyası sürdürülürken, diğer yandan Ahmet ve Nedim, gözaltına alındıkları 3 Mart gününden bu yana 45, tutuklandıkları 6 Mart gününden başlayarak sayarsak da tam 42 gündür kara bir kutunun içindeler. Dışarıdan görüntüsü kocaman bir lahiti andırıyor kaldıkları Silivri L tipi Cezaevi’nin. İçeriden görünüşü ve orada nasıl bir hayat döndüğünü de onlardan öğrendim.
Yasak, yasak, yasak
Ahmet ve Nedim, Oda Tv’den Doğan Yurdakul ile birlikte, ortak bir kullanım alanı olan, üç ayrı hücrede kalıyorlar ve birbirlerinden ve cezaevi görevlilerinden başka hiç kimseyi göremiyorlar. Hücrelerinde birer yatakları var, birer de küçük pencereleri; demir kafesle kaplı. Günlerini volta atmakla, gazete-kitap okuyup, televizyon seyretmekle geçiriyorlar. Bir de öfkelenmekle, üzerlerine yağan zehirli oklardan asla korunamadıkları için.
Haftada sadece bir defa, sadece bir kişiyle, sadece on dakikalık sınırlı süre içinde görüşebilmek için ankesörlü telefonun sırasına girmek zorundalar. İstedikleri her kitabı, gazeteyi okuma şansları da yok. Cezaevi disiplin kurulunun uygun gördükleri girebiliyor içeriye. Daha birkaç gün öncesine kadar Agos’u okuyamıyorlardı. İçeride ne bilgisayarları var ne de internete bağlanabiliyorlar. Yazıp çizdikleri her şey bir koğuş aramasında ellerinden alınabilir. “Söz uçar, yazı kalır” derler ama bu sözün cezaevinde hükmü yok.
Onlara yakınlarının yıkayıp, ütülediği çamaşırlar yasak. Havlu da getiremiyor ziyaretçileri. Haftada bir gün kapalı görüşte, cam ardından görüyorlar sevdiklerini. Açık görüş ise ayda bir, kırk dakikayla sınırlı.
Takvimin yaprakları
Bu ülkenin polislerinin, savcılarının, hâkimlerinin karanlık bir kutunun içine tıktığı iki yazarın günlük yaşamı böyle işte. Bu arada akrep ve yelkovan hızla dönmeye, takvimin yaprakları birer birer düşmeye devam ediyor.
Yarın kırk altı olacak, öbür gün kırk yedi. Ahmet ve Nedim gibi yazarlara yapılanlar nedeniyle kültürel geleceğimizden neler çalındığını hangi adalet terazisi tartabilir?
Korkulan odur ki, bunun hesabı hiçbir zaman yapılmayacak ve yıllar sonra bir gün birisi yazısına şu cümleyle başlayacak: “2011 yılının mart ayıydı ve bir sabah erkenden iki yazarın evlerinin kapısını polis çaldı….”
Ertuğrul MAVİOĞLU / RADİKAL