AHMET KEKEÇ MEDYARADAR'A KONUŞTU; BEN ''YANDAŞIM'' NASIL OTO SANSÜR UYGULAYAYIM!
Sivri dili, kaleme aldığı sert yazılarla Türkiye gündeminde epey etkili isimlerden biri olan Star Gazetesi'nin yazarı Ahmet Kekeç, Medyaradar'dan Alev Gürsoy Cimin'e çarpıcı açıklamalarda bulundu.
Konuşan ve konuşulan isimlerden biri… Kimine göre yandaş. Sert
yazılarıyla kimi kesimin büyük tepkisini çekerken kimi kesim
tarafından da alkışlanan biri Ahmet Kekeç. Özellikle
meslektaşlarıyla girdiği polemikler dikkat çekici. Star
Gazetesi’nin en okunan, en konuşulan yazarlarından… İktidara yakın
bir isim olarak anılıyor, kendisi de bunu inkâr etmiyor zaten…
Hatta daha röportaja başlamadan, “Bana, ‘Yandaş mısın?’ diye
soracak mısın?” dedi. Star binasındaki odasında yaptık röportajı…
Epeyce uzun sürdü, karşımda Kekeç olunca soru soruyu doğurdu.
Doğrusu yazıları bu kadar sert olan adamın dili de sivri olur diye
endişelenmedim dersem yalan olur. Ama oraya gidince fikrim değişti.
Çünkü Kekeç oldukça sessiz ve sakin biri. Soruların hiçbirine
itiraz etmedi, medyadan siyasete ve hatta özel hayata kadar birçok
konuyu konuştuk.
RÖPORTAJ: ALEV GÜRSOY
CİMİN
twitter adresi: @gazetecialev
Son yıllarda belki de yıldızı en fazla parlayan
gazetecilerden birisiniz. Geçmişte de vardınız tabii ama şimdi daha
bir popüler oldunuz. Öncelikle bu tespitim doğru mu? Doğruysa bunu
neye borçlu Ahmet Kekeç?
Ben popüler olduğumu aslında çok da hissetmiyorum. Bunu belki şu
şekilde açıklamak gerekir; bizatihi benim yazma tarzım. İkincisi de
yazdığım gazete. Çünkü bu gazete siyasi bir kesimle
ilişkilendiriliyor, ve o siyasi kesimin tepkileri merak edildiği
için bakılıyor. Belki bu yüzden sık okunan bir yazar haline
gelmişimdir ama ben yoğun bir ilgi hissetmiyorum.
“BENİM YAZARLIK YAŞIM AK PARTİ’DEN DAHA
BÜYÜK”
Star Gazetesi ve belli bir siyasi kesim dediniz; siz
de iktidara yakın bir isim olarak anılıyorsunuz, neler söylersiniz
bu yandaş - candaş konusuna… Siz hangisisiniz?
25 yıldır günlük yazı yazıyorum. Belli bir siyasal çizgiyi, bir
tavrı savunuyorum yazılarımda, bu değişmiş değil. Ben şu an AK
Parti ile ilişkilendiriliyorsam bu doğrusu benim kabahatim olamaz.
Benim yazarlık yaşım AK Parti’den daha büyük. 10 yıllık bir
partiden söz ediyoruz, eğer bu parti benim savunduğum görüşlere,
doğrulara ilişkin bir siyaset izliyorsa ben ne yapabilirim?
Burada bir yandaşlık ilişkisi aranacaksa, olsa olsa AK Parti benim
yandaşımdır denebilir! Bu parti iktidardan gitse yine aynı yazıları
yazacağım. Bu tavrı başka siyasal iktidarlar döneminde de
gösteriyordum ama kimse beni yandaşlıkla suçlamıyordu.
Peki, ne değişti de şimdi bir yandaşlık yaftası
yediniz?
Değişen AK
Parti’nin varlığı ve kendisini iktidara taşıması oldu. Bu da o
siyaset istikametinde yazı yazanların suçu olmasa gerek. Ben ne
yapabilirim yani şu an bu parti benim savunduğum doğrulara yakın
bir siyaset izliyorsa?
Peki, hiç mi sizin açınızdan eleştirilecek icraatları yok
bu partinin?
Tabii eleştirdiğim birçok konu oldu. Bunlardan biri yeni TCK,
ikincisi AK Parti’nin ilk yıllarda gündeme getirdiği tezkere
konusu, ayrıca Başbakan’ın yazarları mahkemeye vermesi, haklarında
dava açması. Bunları eleştirdim ve hâlâ eleştiriyorum.
“BAŞBAKAN’IN GAZETECİLERE YÖNELİK TAVRI
YANLIŞ”
Başbakan’ın yazarları dava etmesi dediniz, bir de
meslektaşlara yönelik çok ağır eleştirileri, sert çıkışları
var...
Benim
meslektaşlarım onlar, Başbakan’ın böyle bir tavır içerisinde
olmaması gerekir. Bu ülkede Başbakan güç ve iktidar sahibidir. Güç
ve iktidar sahipleri tahammüllü olmalıdır. Başbakan’ın gazetecilere
dava açmasını yanlış buluyorum. Ortada küfür ve ağır hakaret yoksa
yargı yolu kullanılmamalı.
“POLEMİK DE BİR YAZI TÜRÜDÜR”
Siz de sık sık meslektaşlarınızla polemiğe
giriyorsunuz. Köşe yazarlarının sayfalarını böyle polemiklere
ayırması doğru mu?
Bu neye göre doğru
değil? Ortada bir anlaşmazlık varsa, farklı siyasal tavırlar
üzerinden birbirimize yükleniyorsak bunda ne var? Polemik de bir
yazı türüdür. Yazarların çok sık başvurduğu bir tür. Ben de zaman
zaman polemiğe giriyorum ve bunda bir sakınca görmüyorum. Bunun
yadırgandığını da hiç bilmiyordum, doğrusu bu eleştirileri çok da
önemsemiyorum.
“KÖŞE YAZARINI GAZETECİ SAYMAMAK
GEREKİR”
Sizce Türkiye köşe yazarlığında nerede, bu iş
layığıyla yapılıyor mu, olması gereken bu mu?
Valla köşe yazarlığı diye bir etiket
olmalı mı, bilemiyorum. Onlara ‘yorumcu’ denmesinin daha doğru
olduğunu düşünüyorum. Sonuçta onlar gazetecilikten ya da başka
mesleklerden gelen insanlar ve yorum yapıyorlar. Doğrusu köşe
yazarını gazeteci yerine de koymamak lazım. Yaptıkları iş subjektif
bir iş... Kendilerini siyasete bağlı da hissedebilirler, bağımsız
da. Onları gazeteci saymamak gerekir. Köşe yazarlığı diye bir
meslek olmalı mı olmamalı mı, ondan da çok emin değilim.
Ama siz de yapıyorsunuz o emin olamadığınız
mesleği?
Ben yorum yapıyorum. Bir gazetede bana yer
verildi. Ben de orada düşüncelerimi yazıyorum, siyaseti ve hayatı
yorumluyorum. İnsanlar da okuyor, beğeniyor ki yazılarım devam
ediyor.
Ahmet Kekeç nasıl bir yazar? Yazarken hangi hassasiyetleri
ön planda tutar?
Özellikle tahkir üslubundan
uzak duruyorum, ötekinin hukukuna dikkat ediyorum.
Kırmızı çizgileriniz var mı mesleğinizde?
Elbette var. İnsanların özel
hayatlarına asla girmem. O alanlardan kaçar, yazılarıma
yansıtmam.
Sert ve polemikçi bir üslubunuz var dersem sanırım
kızmazsınız bana, özel hayatınızda böyle misiniz?
Hayır değilim. Benim yazılarım neden
sert bulunuyor bunu da bilmiyorum.
Romantik misiniz?
Hiç değilim. Şu anda gördüğünüz gibiyim.
Sakin, kendi halinde bir insanım. Agresif hiç değilim. Mücadeleci
bir yapım var, doğru. İnsan iddialı olmalı ve iddiasının peşinden
gitmeli. Yazıdaki sertlik belki seçilen sözcüklerle ilgili bir
durum...
Böyle dobra ve sert bir mizacın evliliği nasıldır peki,
eşinize de sert misiniz?
Sıradan ve sade bir yaşantı... Normal bir evliliğim
var. Gayet sakinim
Evde gazeteci değilsiniz yani?
Ben hiçbir alanda gazeteci değilim. Mesleğimin dışında
normal, sıradan bir insanım. Bir gazeteci nasıl yaşar, kokteyllere
gider, basın toplantılarına gider, uçaklardan inmez. Ama ben böyle
değilim. Siyasilerin toplantılarına katılmıyorum. Reddettiğim uçak
seyahatinin sayısını bile bilmiyorum. Gazetecilerin eğleştiği
mekânlarda yokum. Bu etiketle dolaşmak bana son derece sıkıcı
geliyor.
“28 ŞUBAT’TA MAĞDUR OLDUM”
Türkiye gibi bir ülkede yazı yazmak başlı başına bir
tehlike galiba...
Kesinlikle öyle. Geçmişten bu yana
gazetecilerin, yazarların, düşünürlerin başına gelen hadiseleri
düşünün. Kimi öldürüldü, kimi hapse atıldı, kimi adliye
koridorlarında süründü. Bunlar zaman zaman bizim de başımıza geldi.
Ben 28 Şubat sürecinde epey mağdur oldum, hakkımda onlarca dava
açıldı. Bu mesleği yaparken de epey zorlandım. Tam 3 sene kendi
ismimle yazı yazamadım. Hakkımda 100’e yakın suç duyurusu yapıldı.
30 civarında ceza davası açıldı. Ağır Ceza Mahkemeleri’nde
yargılandım. Tazminat cezaları ödedim, birçok zorluklar çektim...
Türkiye’de yazı yazmak çok zor iş tabii ki...
Türkiye’de gündem çok çabuk değişiyor ve sanırım iktidar bu
konuda çok başarılı. Yazı yazmak çok zor olmasa gerek sizler için
böyle bir ortamda?
Evet, malzeme sıkıntısı hiç
çekmiyoruz, çünkü gündem hep yoğun ve sık değişiyor; Türkiye’de bir
gazetecinin veya yorumcunun işi bu nedenle çok kolaydır.
Kimleri çok sık takip edersiniz ve en beğendiğiniz köşe
yazarları, birkaç örnek istesem?
Ben aslında herkesi okurum.
İsim vermek çok doğru değil ama bütün gazeteleri okuyorum dersem
yeterli olur sanırım.
“HİÇ BİR ZAMAN SOLCU OLMADIM”
Bir zamanlar sağcı-solcu söylemleri, şimdilerde ise
İslami yazar-laik yazar ayrımı var. Ahmet Kekeç hangisi?
Ben kendimi herhangi bir şekilde
tanımlamıyorum. Eğer beni bir tanımla anacaksa insanlar, yazılarıma
baksınlar. Zaman zaman İslamcı yazar, liberal yazar ve İkinci
Cumhuriyetçi dedikleri oldu. Öyle ki bir dönem eski solcu bile
dediler. Ama hiçbir zaman solcu olmadım. Ben kendimi böyle bir
konumlandırma içersine sokmam, benim bir tavrım var ve bunu
yansıtmaya devam ediyorum. İstedikleri kalıba koyabilirler,
açıkçası çok da umursamıyorum.
“BASIN KENDİ İMKÂNLARIYLA VAR
OLAMIYOR”
Medyanın ayarında var mı bir bozukluk?
Hepimiz bu mesleğin içindeyiz, zaman
zaman eleştirel tavırlar içinde olup meslektaşlarımızı suçluyoruz.
Türkiye’deki habercilikten, gazetecilikten şikâyetçi olduğumuzu
söylüyoruz ama genel olarak Türkiye’de medyanın şöyle bir sorunu
var. Basın kendi imkânlarıyla var olamıyor, bir şekilde medya
patronajı medya dışındaki bir takım alanlara yönelmek zorunda
kalıyor, bu meslek açısından bir eksiklik, bir nakısa ve bunun
getirdiği bir bozukluk var. Patronaj kendini siyasi erke bağımlı
hissediyor. Bu her dönem geçerli olan bir durum ve ben bunun
medyanın ayarını bozduğunu düşünüyorum.
“AYDINLAR DARBELERİ DESTEKLEDİLER”
Bu galiba sadece medyanın sorunu olmasa
gerek?
Tabii. Türkiye’de
kendine aydın diyen insanların da problemi. Aydınlar kendini devlet
denen mekanizmaya karşı bağımsız hissetmediler, bağımsız tavır
içerisinde olmadılar. Darbeleri desteklediler, siyaset dışı
odakların gönüllü sözcülüğünü yaptılar, kendilerine bir misyon
biçtiler. Bu eleştirilmesi gereken bir durum.
Böyle bir ortamda basın-medya özgürlüğünden söz etmek çok
da mümkün değil gibi?
Bu hep böyledir. Türkiye’de
aydınlar, yazarlar metazori bir değişimin gönüllü sözcüsü oldular.
Kimi edebiyatçılarımız için de bu geçerli. Cumhuriyet’in ilk
döneminde ürün vermiş yazarlarımızın eserlerine bakalım; 1923 ile
başlayan değişimin sözcüsü oldular. Kimi durumdan vazife çıkardı,
kimi gönüllü yaptı, kimi korktu. Sonuçta ortada eleştirilmesi
gereken bir durum var. Gazeteciler de bundan çok bağımsız
değil.
Peki, sizin hayalinizdeki medya nasıl? Anladığım kadarıyla
bu değil?
Doğrusu kendimi böyle
ideali bulma hayallerine kaptırmış biri değilim ama mevcut
mekanizmanın değişmesi gerektiğini düşünüyorum. Gazeteler ve gazete
patronları kendilerine meslek dışında bir iş alanı oluşturmamalı ve
bağımsızlıklarını korumalı. İdeal bir gazetecilik için bir
başlangıç olabilir bu.
“SÖZCÜ GAZETESİ’NİN İDEOLOJİK DEFANSLARI
VAR”
Sözcü Gazetesi’ni buna örnek verebilir miyiz, patronu
sadece gazetecik yapıyor çünkü?
Evet, kesinlikle Sözcü Gazetesini örnek
verebiliriz. Sözcü kendini bu anlamda ekonomik olarak herhangi bir
odağa bağımlı hissetmiyor. Ama Sözcü Gazetesi’nin de bir takım
ideolojik defansları var. Bu ciddi bir problem, eleştirilmeli ve
sorgulanmalı. Sadece parasal ilişkilerden söz etmiyoruz.
Nasıl bir defans bu?
Sözcü Gazetesi’ni çıkaranlar ve o
gazetede yazan arkadaşlar demokrasi dışı güçlerin demokrasi
üzerindeki tasarrufları konusunda çok da şikâyetçi değiller. Bu da
eleştirilmesi gereken bir tavır... Ekonomik olarak kazandıkları
bağımsızlığı resmi ideolojiye karşı da bağımsız bir tavrı ortaya
koyarak taçlandırmalıdırlar.
“ERTUĞRUL ÖZKÖK DÖNEMİ EN KARANLIK
DÖNEM”
“Ertuğrul Özkök, Türk medyasının başına gelmiş en kötü
şeydir.” Bu sizin sözünüz… Çok ağır bir ifade değil mi? Neden
böyle düşünüyorsunuz?
Çünkü Ertuğrul Özkök’ün Genel Yayın Yönetmenliği
yaptığı o 20 yıl aynı zamanda Türkiye’deki en çalkantılı, en
karanlık 20 yıldır. Bu yıllar içinde Özkök maalesef bir gazetecilik
çabasında olmadı. Eleştireceğimiz epey husus var. Bu 20 yıl hem
Ertuğrul Özkök adına, hem de Türk basını adına utançla anılması
gereken yıllardır. O dönem nasıl manşetler attıkları, nasıl
gazetecilik yaptıkları ortada.
“GÜCÜ ELİNDEN ALINMIŞ BİR ÖZKÖK
VAR”
Şimdiki Ertuğrul Özkök’le ilgili düşünceleriniz ne
peki?
Şimdiki Özkök benim de temas halinde olduğum,
görüştüğüm biri. Şu anda bir gücü kullanmadığı için eski Ertuğrul
Özkök’ten farklı biri var karşımızda. Gücü elinden alınmış durumda
ama siyasal tavrı ve yaklaşımı itibariyle çok da fazla değişmiş
değil.
“SAVCI DEDİ Kİ… MANYAK
GENERAL”
28 Şubat süreciyle ilgili herkes bir şeyler anlatıyor peki
sizin o dönem hiç unutamadığınız yaşanmış bir olay var mı,
hafızanızdan silemediğiniz?
Valla o dönemde sık sık savcılığa
giderdik. Bir gün yine savcılığa gittim ve savcı bana bir tomar
kâğıt gösterdi, “Bunlar ne biliyor musun?” dedi, “Hayır”
dedim. “Bunlar suç duyurusu” dedi. Bir general işi gücü
bırakmış sadece gazeteleri ve gazetecileri izliyor. Hoşlanmadığı
yazıları keserek ya da fotokopi ederek suç duyurusuna dönüştürüp
savcılara gönderiyormuş. Bunu kendine meslek edinmiş. O general
benim de 100 civarında yazımla ilgili suç duyurusunda bulunmuş.
Savcı bana o kâğıtları gösterdi. “Bu adam manyak” dedi,
çaresizliğini belirtti ve “Ayıp olmasın diye bu suç duyurularından
iki tanesini işleme koyacağız” dedi. Düşünün, ayıp olmasın diye
hakkımda Ağır Ceza’da iki dava açıldı ve yıllarca adliyelere gidip
geldim!
Peki, o “manyak” dediği general kim?
O general muhtemelen Çevik Bir’di…
O halde Çevik Bir’in gözaltına alınıp ardından
tutuklandığında ne hissettiğinizi sorayım. “Oh ilahi adalet tecelli
etti” dediniz mi?
Çevik Bir
gözaltına alınıp Ankara’ya götürülürken uçakta çekilmiş bir
fotoğrafı vardı. Yüz ifadesi düşmüştü, müthiş morali bozuktu. O
psikoloji yüzüne yansıyordu. Doğrusu o görüntüyü görünce çok
üzüldüm. Üzüntüm birazda bir insanın kendisini bu duruma
düşürmesineydi. Vaktiyle güç sendeydi, elinde silah vardı.
Yaptığın, ettiğin şeylerin hesabını senden kimse soramıyordu, her
türlü raconu kesiyordun. Sonra düştüğün konuma bak. Güç sahipleri
kendini bu duruma düşürmeli mi diye sormadan edemiyorum. Hakikaten
üzülüyorum. Bir insanı o şekilde görmek çok da memnun etmiyor
beni.
“28 ŞUBAT’IN MAĞDURU SİYASET
OLDU”
28 Şubat soruşturmasına “rövanş” veya “intikam” denebilir
mi hükümet açısından değerlendirsek?
Ben hükümet diye
bakmıyorum. Bütün darbelerin mağduru siyasettir, halktır. 28
Şubat’ın da bir mağduru vardı, o da yine siyaset oldu. Ben bu
şekilde bakıyorum. Hükümetin intikamı gibi görmemek lazım… Bu
dönemde Türkiye Cumhuriyeti tarihinde olmayanlar oluyor, geçmişe
yönelik darbeler ve siyasete müdahale sorgulanıyor. Hatta yargıya
konu oluyor. Bunu içinde bulunduğumuz yeni dönemle açıklamak
lazım.
Peki, geç kalınmadı mı böyle bir soruşturma
için?
Bu
siyasetin inisiyatif almasıyla ilgili. İlk kez siyaset bu dönemde
inisiyatif aldı. Geçmiş dönemlerde de almak istiyordu. Özellikle
Özal döneminde… Turgut Özal’ın da kafasında Türkiye’yi vesayet
rejiminden kurtarma gibi bir düşünce vardı ama bunu hayata
geçiremedi. Kendisi vesayet sistemi tarafından tasfiye edildi. Öldü
mü öldürüldü mü hâlâ tartışıyoruz.
“TURGUT ÖZAL’IN ÖLDÜRÜLDÜĞÜNÜ
DÜŞÜNÜYORUM”
Siz öldürüldüğüne inanıyor musunuz?
Bende bu kanaat
güçlüdür. Sokağa çıkın bir referandum yapın, Türk halkının yüzde
doksanı öldürüldüğünü söyleyecektir. İsterse otopsiden çıkmasın,
böyle bir yargı var kafalarda. Ben öldürüldüğünü düşünüyorum.
“Yağmurdan Sonra” adlı bir romanınız var ve 28 Şubat’ı
anlatıyorsunuz. Ne oldu o dönem, kim kazandı, kim kaybetti? Kısaca
dinlesek sizden…
“Yağmurdan Sonra” siyasal bir kitap değil. Dekor
olarak 28 Şubat seçildi. Ama 28 Şubat’ta hepimiz kaybettik. Her
dönemde insanlar kaybediyor. Halk kaybediyor. Ülke 50 yıl geriye
gidiyor. Belli güç odakları dışında darbenin kazananı
olmamıştır.
O dönemki medyayı sorsam size, ne ön plandaydı? Manşetler
neye göre şekillenirdi?
Medya genellikle çevrenin hassasiyetlerine uygun
değildi. Çevreden gelen medya da ana akım medya içinde görülmezdi.
Bugün medyanın yavaş yavaş kendini var ettiğini görüyoruz. Eskiden
her gazete laik, Kemalist ve Cumhuriyetçi olmak zorundaydı. Hatta
gazetecilerin tavrı bile... Ama şimdi böyle değil.
Hükümete eleştirel yazılar kaleme alabilecek cesarette
misiniz?
Bu sertliğe konu olacak
icraatla ilgili. Bana bir icraat söyleyin ki onu eleştireyim.
“BAŞBAKAN’IN BİR DİZİ İÇİN YARGIYI
GÖREVE ÇAĞIRMAYA YETKİSİ YOK”
Böyle bir gündemde alıp başını giden bir “Muhteşem
Yüzyıl” tartışması mesela…
Başbakan, lider olmadan önce bir
insandır. Bir diziyi eleştirmesi de normaldir, böyle bir hakkı
vardır. Oradaki problem şu; Başbakan bir gücü temsil ediyor. Onun
bir dizi hakkındaki yorumu “Yargı gereğini yerine getirsin”
şeklinde olmamalı. Zaten tepki toplayan da bu kısım oldu. Başbakan
bir dizi için yargıyı göreve çağırabilir mi? Ayrıca böyle bir
mekanizma yok. Başbakan böyle dedi diye yargı durumdan vazife
çıkaracak değil.
Siz izliyor musunuz o diziyi?
Hayır izlemiyorum. Muhteşem
Yüzyıl’la ilgili ben de yazılar yazdım. İçeriğine ilişkin bir takım
itirazlar var, bunu haklı buluyorum. Ama sonuçta televizyon
dizisidir, sanatçı onu öyle kurgulamıştır, kurgularken de bir takım
haksızlıklar yapmıştır. Bunu eleştirebilirsiniz ama dizinin
yasaklanması, yayından kaldırılması ve yahut konunun yargıya
taşınmasını doğru bulmuyorum.
“BEN ‘YANDAŞIM’ NASIL OTO SANSÜR
UYGULAYAYIM”
En büyük problemlerden biri sansür deniyor, hiç
uyguladığınız oluyor mu?
(Gülüyor ve espriyi patlatıyor) Ben “yandaşım”
nasıl oto sansür uygulayayım? Düşüncelerim belli benim, oto sansür
gereği görmüyorum. Ama böyle gören yazarlar var. Bunu da patronajın
durumuyla açıklamak gerekiyor. Siyasal ilişkiler içine giriyorsa
bir patron; devletten ihale alıyor, gazetecilerini,
televizyonlarını yaşatmak için siyasal iktidarlarla bir takım
alengirli ilişkilere giriyorsa tabiî ki o gazetede yazanlar
kendilerini bir oto sansürlerle karşı karşıya bulabilirler.
“BANA YANDAŞ DİYENLER NEREDE DURDUĞUNA
BAKSIN”
Görülen o ki yandaş yaftasından rahatsız
olmuyorsunuz?
Herkes her şeyi söylüyor. Bir
siyasal programı desteklemek suç mu; bu şekilde sormak lazım. Bana
yandaş diyen insanların bunu nerede durarak söylediklerine bakmak
lazım. Kendisi başka bir siyasi partinin yanında durarak bana
yandaş diyor. Kendisi CHP’yi destekleyebilir, onlara yönelik
yazılar yazabilir ama benim AK Parti’yi destekleyen bir yazı yazmam
suç; bu ayıp. Kendisi darbelerin yanında durabilir. Generallerin
yanında durabilir ama meşru siyasetin yanında bulunduğumuz zaman
yandaş yazar oluyoruz. Bu konuyu inanın önemsemiyorum. Meşru bir
işin yanında olmak yandaşlıksa, evet öyleyim!
“EN DEMOKRATİK
HÜKÜMET”
O halde bir “yandaşa” soralım; demokrat buluyor musunuz şu
anki hükümeti?
Şunu büyük bir iddia ile söylüyorum. 1923’ten
sonra gelmiş en özgürlükçü, en sivil hükümet. Birçok alanda çok iyi
çalışmalar yaptılar. İfade ve inanç özgürlüğü alanında ya da
geçmişte tabu olarak gördüğümüz bir takım konularda iyileştirmeler
ve açılımlar yapan ilk ve tek hükümet olarak görüyorum.
Medyaya bakış olarak da “en demokratik” hükümet diyebilir
miyiz?
Başbakan’ın tavrı eleştiriliyor, basına
bakışı tepki topluyor. Gazetecilerle girdiği polemikler
eleştiriliyor. Eleştirilebilir, eleştirilsin de. Haklılık payı da
var. Ben Başbakan olsam girmem bu tarz olaylara. Ama ben bu
hükümeti ifade ve özgürlükler konusunda son derece başarılı
buluyorum. Bu hükümeti değerlendirmek için önceki hükümetlerin
nerede olduğuna bakmak lazım.
Mesela?
Kürt diyen bile kendisini hemen DGM’de buluyordu. O
sözcüğün telaffuzu bile yasaktı. Ben DEP’lilerin Meclis’ten
atılmasını eleştiren bir yazı yazdığım için DGM’de yargılandım. Bu
ülkede Ahmet Kaya’nın başına gelenleri biliyoruz.
Sizce bu ülkenin en büyük sorunu ne?
Terör tabii ki. Gündemi en çok bu konu
işgal ediyor, bu bizim enerjimizi de tüketen ciddi bir mesele. Hem
entelektüel planda hem siyasal planda müthiş bir enerji sarfı...
Terör meselesi, halledilmesi gereken devasa bir problem olarak
karşımızda duruyor.
Kandil’e Türk bayrağını diker miyiz?
Hayır, Kandil’e neden Türk bayrağı
dikelim ki? Kandil sonuçta Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bir
yer değil. Bir başka ülkeye ait, bir başka bölgeye ait… Kandil’den
bize yönelecek tehlikelere karşı hazırlıklı olmalıyız ama
başkalarının topraklarına bayrak dikmek gibi hevesimiz de
olmasın.
“KÜRT VE TERÖR SORUNU
KARIŞTIRILMAMALI”
Kürt sorunu var mı gerçekten ve bu konuda yeterince
çalışmalar yapılıyor mu?
Tabii ki var. Kürtlerin talepleri yakın
zaman kadar yok sayıldı. Kürt kimliği inkâr edildi. Kürt diye bir
şey olmadığı söylendi. Kendisine Kürt diyenler aşağılandı. Terörle
mücadele kapsamında yanlış işler de yapıldı bölgede ama bu
siyasetin inisiyatif koymasıyla yavaş yavaş değişiyor. Şu an Kürt
demenin bir müeyyidesi yok. Kürtler kendilerini bu ülkenin eşit
vatandaşı olarak görmek istiyorlar. Bu çerçevede talepleri var.
Siyaset kurumu bu talepleri karşılamaya çalışıyor. Geçmişe oranla
bir iyileşmeden söz etmek mümkün. Ama bunlar yapılırken bir
taraftan da terörün artması kafaları karıştırıyor. Demek ki mesele
sadece Kürt sorunu değil. Terör sorunu da var. Bunları birbirinden
ayırmak lazım…
“CEZAEVİNDEKİ ARKADAŞLARIN
GAZETECİLİKLERİNİ PROBLEMLİ BULUYORUM”
Terör dediniz madem hemen sorayım. İçerideki
gazeteciler için hiç üzüldüğünüz oldu mu? Onlar için terörist ya da
Ergenekoncu tabirini kullanabilir misiniz?
Ben bu konuda çok yazı yazdım.
Nedim ve Ahmet içeri alındığı an zaten bunun çok yanlış olduğunu
söyledim, yazdım. Mustafa Balbay milletvekili seçildiğinde hemen
serbest bırakılması gerektiğini söyledim. İçerideki o arkadaşların
gazeteciliklerini problemli buluyorum. Ama bunun yanında o
insanların tutuklu yargılanmalarının çok fazla bir ceza olduğunu
düşünüyorum ve başından beri de eleştiriyorum
“İÇERİDEKİ GAZETECİLER TUTUKLU
YARGILANMAMALI”
Siyasi mi onların içeride olma nedeni?
Tabii ki bu tür davalar siyasi
davalardır. Bir şeyin intikamı, öcü mü alınıyor bunu bilemiyorum.
Yargı farklı bir mekanizma… Yargı kendisini siyasete karşı da
sorumlu hissetmiyor. Ben darbe soruşturmalarını sonuna kadar
desteklemekle birlikte 2 şeyden kaçınılması gerektiğini
düşünüyorum. 1) Bunlar yapılırken ortaya yargı devleti görüntüsü
çıkmasın. Çünkü yargı diğer 3 erke karşı bağımsızdır ama sorumsuz
değildir. 2) Bir takım insanların tutuklu olarak yargılanmaları
fazla. Tutukluluk süreleri bu kadar uzun tutulmamalı.
“DOKUNULMAZLIKLAR ASLA
KALDIRILMAMALI”
Son günlerin en çok tartışılan
konularından biri BDP’li vekillerin dokunulmazlıkları... Siz bu
konuya nereden bakıyorsunuz?
Kesinlikle kaldırılmamalı. Asla ve asla
kaldırılmamalı.
Neden? PKK’lılarla kucaklaştıkları o kareleri
gördüğünüzde içiniz acımadı mı? Hiç mi bir şey hissetmediniz?
O karelerden çok rahatsız
oldum. Kuvvetle de eleştirdim. Şu anda parlamentoda bulunan birçok
vekil hakkında fezleke var. Dokunulmazlıklarının kaldırılması
isteniyor ama yasama dönemi içindeki milletvekilleri hakkında bu
tedbire başvurulmasının yanlış olduğunu düşünüyorum. Biz bunu HEP
döneminde de yaşadık. Kürt milletvekilleri enselerinden tutularak
polis otosuna kondular ve götürüldüler, parlamento görüntüsü
açısından çok sevimsiz bir durum. Kürt meselesinde bir yere kadar
geldik, bugüne kadar yapılanları boşa çıkaran bir durum oluşturur
bu...
“Terörist başı Öcalan’la röportaj gazeteciliğin en tepesidir “ dedi
Birand, sizce öyle mi? O tepelere çıkmayı hiç düşündünüz mü?
Özellikle “Öcalan’la röportaj yapayım” diye bir derdim
olmadı. Ama isterdim tabii ki röportaj yapmayı. Ben Birand’ın
röportaj yapmasını doğru buluyorum.
Peki, o zaman Esad ile röportaja neden gidilmedi? Bu da
büyük bir gazetecilik başarı olmaz mıydı? İkisi de katlediyor ama
bir ülke lideri, diğeri terör elebaşı?
Eee tabii ki Esad’a da gidilmeliydi. Neden
gidilmesin? Bunu o gitmeyen gazetecilere bir sormak lazım
“neden gidilmedi”, var orada bir yanlış.
"Öcalan bir parti lideri olur mu? Siyaset sahnesine katılır
mı?” sorusuna bazı meslektaşlarımız aykırı yanıtlar veriyor. Ahmet
Kekeç bize ne der?
Şu anda Öcalan hükümlü olabilir ama bir
hareketin doğal lideri. Tamamı için söylemiyorum ama Kürtlerin bir
bölümü onu siyasal liderleri olarak görüyor. Şu an hükümlü,
cezasını tamamlar, çıkar. Siyaset yapma yasağı olmazsa,
siyaset sahnesinde olur.
“ÖCALAN’I ÇOK DA SEVİMLİ
BULMUYORUM”
Ya katlettiği kundaktaki
bebeler ne olacak?
O da Öcalan’ın vicdan meselesi. Ben Öcalan
siyaset yapsın demiyorum. Ona bayılmıyorum. Çok da sevimli
bulmuyorum ama yasal olarak buna hak kazandıysa hoşlanmasam da bunu
onaylamak zorundayım.
Demokrasinin gereği nedir ve bu ülkede gerçekten demokrasi
işliyor mu?
Dünyanın hiçbir yerinde demokrasi işlemiyor.
Ben kendi adıma şunu söyleyeyim; ötekinin hukukuna saygı
demokrasinin gereği.
Bu ülkede “ileri” değil ama “Hilary” demokrasi var diyor
kimleri; sizce?
Bu bir ironi... Başbakanı ve siyasi
iktidarı eleştirmek adına bazı kesimlerin söylediği bir söz... Bu
da eleştiri hakkıdır neticede.
“KÜRT MESELESİ ÇÖZÜLECEKSE BİR AF
GÜNDEME GELMELİ”
Türkiye’nin bir affa ihtiyaç var mı? Bu, ülkeyi kaosa
sürüklemez mi?
Elbette. Eğer Kürt meselesi çözülecekse bir af
gündeme gelmeli. Şu an terör örgütünün mobilize ettiği binlerce, on
binlerce insan var. Bunların mahkûmiyetiyle oluşabilecek bir
travmayı yönetmek zordur. Dolayısıyla bir af ve beyaz sayfa
zarureti var bence. Terörden mağdur olmuş insanlar da bağırlarına
tas basacak, yeni insanlar, çocuklar ölmesin diye bunu onaylayacak.
Başka yolu yok.
İyi de bir şehit ailesinden bunu nasıl bekleyebiliriz
ki?
Zor tabii ki ama bağırlarına tas
basacaklar. Daha çok insanın ölmesinden iyi değil mi bu
seçenek?
Okullardaki kılık kıyafet serbestliğiyle ilgili ne
düşünüyorsunuz?
Çok destekliyorum ben. Çok yerinde bir
uygulama.
Bir ayrışmaya neden olmayacak mı? Durumu iyi olan var
olmayan var. Bir de tabii çocuklarda yaratacağı psikolojik
travma…
Kimse kalkıp ta Bağcılar’dan Etiler’deki
okullara gitmiyor. Devlet okullarından söz ediyoruz. Sonuçta herkes
kendi muhitindeki okullara gidiyor. Bu zengin-fakir ayırımı da çok
saçma. Kıyafet tercihleri sınıfsal farkı ortadan kaldıracak biçimde
düzenleniyor. Ben de bacağıma blucin çekiyorum Bill Gates de. Bu
itiraz çok saçma. Çocuklar üniformadan arındırılıyor. Buna
sevinilmeli, itiraz etmek yerine.
Bir zamanlar herkes “Başörtü sorunu var “derdi ve bu
konuşurdu, o konu ne oldu sahi?
Bir başörtüsü sorunu vardı. İsteyen örter,
istemeyen örtmez. Ama bu şekilde bakılmıyordu. Bu şekilde bakılmaya
başlandı, bu mesele de problem olmaktan çıktı. Şu anda böyle bir
problem yok.
“BENİM KAVGAM
KEMALİZM’LE”
Atatürk dersem size ne dersiniz bana? “Bir daha eşi benzeri
gelmeyecek bir lider” diyebilir misiniz?
Şunu söylerim; Atatürk
Cumhuriyetimizin kurucusu. Bu nedenle sembolik değeri büyüktür.
Atatürk’ün iyi bir asker olduğunu da biliyorum. Başarılı bir
siyasetçi olduğunu da düşünüyorum ama benim kavgam Kemalizm’le.
Atatürk ile Kemalizm’i ayırmak lazım diye düşünüyorum. Kendisine
Atatürkçü diyenlerle benim çok ciddi problemim var.
Nedir bu kavganın nedeni?
Şuna kızıyorum; Kemalizm bu toplumu metazori yöntemlerle
değiştirdi. Kemalizm bir tavırdır. Aynı zamanda bu ülkeyi Batı’ya
yaklaştırdı, bu ülkeyi çağdaşlaştırdı. Kemalizm uygulamaları, kendi
döneminde işlevseldi. Ama bugün geldiğimiz noktada Kemalizm,
Türkiye’deki en gerici, en tutucu ideoloji haline geldi. Bu
Kemalizm böyle olduğu için değil, Kemalistler bu hale getirdiği
için böyle oldu. Topluma tek tip hayatı dayatan, tek tip kıyafet ve
kültür tercihlerini dayatan bu ideoloji ile başım hoş değil ve
kavgam var.
Bazı isimler Atatürk ve Recep Tayyip Erdoğan’ı
karşılaştırıyor, bu ne denli doğru?
Atatürk de bir liderdi. Başbakan Erdoğan
da bir lider... Bu değerlendirmeyi tarih yapacak. Hepsi kendi
dönemi ve değeri içinde konuşulmalı. Liderleri yarıştırmak
anlamsız…
“ASLA BİR ŞERİAT TEHLİKESİ YOK”
Peki, Türkiye’ye şeriat gelir mi? Çünkü AK Parti
iktidara geldi geleli bu hep dillendirilir.
Osmanlı Devleti’nin başındaki
yönetici aynı zamanda halifeydi. Osmanlı’nın en karanlık
dönemlerinde bile bu topraklarda şeriat tehlikesi olmamış. Osmanlı
bile bir tür yarı laik devletti. Kaldı ki bugünkü çağdaş Türkiye’de
şeriat tehlikesi olacak. Bu iddiayı ortaya atanlar ne tarih
biliyorlar, ne bu ülkeyi tanıyorlar, ne de ülkenin dinamiklerinden
haberdarlar. Ne de hadlerini biliyorlar.
“BÜYÜK BİR MAHALLE BASKISI VAR”
Bir mahalle baskısından söz etmek mümkün
mü?
Kesinlikle. Bu her mahalle için geçerli. Kendilerini
dindar olarak tanımlayanlar için de laik olarak tanımlayanlar
içinde geçerli. Halil Ergün geçen gün AK Parti’ye oy verdiğini
söyledi, adamın burnundan getirdiler. AK Parti’ye oy vermek
aşağılık bir şeymiş gibi. Kendiler çatır çatır CHP’ye oy veriyor
ama… Tabii ki mahalle baskısı var.
Ama Halil Ergün’ün geçmişini ve bu hızlı dönüşü düşününce
tepkilerde haklılık payı hiç mi yok?
Dönebilir, bu onu linç etmeyi mi
gerektiriyor? Benim de bir arkadaşım AK Parti’ye oy veriyordu şimdi
CHP’li oldu. Onu kalkıp dövmem mi gerekiyor? Neden adamı linç
ediyorlar? Bu rezalet ve kepaze bir şey!
Başkanlık sistemine ne dersiniz; taşır mı ülke
bunu?
Ben mevcut sistemin çok da kötü olduğunu düşünmüyorum. Ama
bu Başkanlık sistemi nereden çıktı diyenleri de anlamıyorum.
Atatürk bir Türk başkandı... Keza İnönü yine öyle... Yani Başkanlık
sistemi bu topraklara çok da yabancı değil.
Rivayet o ki Erdoğan ve Gül arasında bir gizli savaş
var. Başkanlık sisteminde bu karşımıza çıkar mı?
Abdullah Gül Cumhurbaşkanı; siyasetçi değil. Tayyip Erdoğan
ise bir siyasetçi... İkisini kıyaslamak çok saçma. Gül, kişilik
olarak daha mülayim, Erdoğan ise daha sert. Ama bu kıyaslama boş,
oradan bir şey çıkmaz. Gül’ün bir başkanlık hevesi yok. Başbakan
Erdoğan, ülkeye bu sistemi getirmek istiyor ve kendisi de başkan
olmak istiyor bu da suç değil ayıp değil.
Bu ülkenin hem yazarları üslupta sert hem de siyasileri,
atmosfer hep gergin.
Türkiye böyle bir ülke... Siyaset insanların çok
gündeminde... Bir de Türkiye Akdeniz ülkesi... İnsanların
ilişkileri sıcak ve çalkantılı olabiliyor.
“2014 SİYASET İÇİN EPEY GERİLİMLİ
GEÇECEK”
2013’ten beklentileriniz neler? Önce medya açısından
sorayım. Taşlar oynar mı yerinden?
2013’ten beklentim insanların huzurlu ve mutlu
olması... Bir gazetede yazı yazıyorum, onun dışında edebiyatla
ilgileniyorum ve yeni kitaplar kaleme alıyorum. Onları tamamlamak
istiyorum. Siyasetin gerilimsiz devam etmesini diliyorum ama tam
tersi olacak. Çünkü 2014 yılında Cumhurbaşkanlığı seçimi var.
Türkiye’nin geçmişine bakalım, Cumhurbaşkanlığı seçimi dolayında
bir takım sert olaylar yaşanmış, darbeler de buna dahil. Bu dönemde
de böyle bir takım sert olaylar yaşanacak. Bunlara hazırlıklı
olalım.
Bir gün sizi de siyaset sahnesinde görecek miyiz?
Kesinlikle hayır, göremeyeceksiniz. Benim
siyasi yazılar yazdığıma bakmayın, siyasetten hiç hoşlanmam. Ben
siyasetçilerin olduğu alanlardan da kaçan bir insanım. Bana zaman
zaman “Hadi hadi bu yazıları yazıyorsun, Şamil gibi sen de bir gün
milletvekili olacaksın” diyorlar ama asla. Ben kravat takmaktan
bile hoşlanmıyorum. Siyasetçilerin uçaklarına bile binmem.
Sıkılırım. Birçok daveti reddettim. Bunu övünmek için söylemiyorum.
Gerçekten hoşlanmıyorum. İnşallah görmezsiniz, o benim
kendimi var edeceğim bir alan değil, orada huzursuz olurum.
Ahmet Bey, keyifli bir sohbet oldu. Sorularıma tepki
gösterirsiniz hatta yazılarınızdaki üslubu bana da yansıtırsınız
diye size gelirken düşünmedim değil ama yanıldım. Teşekkürler bu
samimiyet için.