Ahmet Kekeç Hürriyet'ten ayrılan o ismi topa tuttu! "Ölü doğmuş bir yazarın ardından..."
Ahmet Kekeç bir süre önce Hürriyet'ten ayrılan Mehmet Yakup Yılmaz'ın verdiği röportaj üzerine eleştirilerde bulundu.
Star yazarı Ahmet Kekeç, Hürriyet gazetesinden ayrılan Mehmet
Yakup Yılmaz'ın gazeteden ayrıldığını verdiği röportajla
öğrenmiş.
Bugün köşesinden Mehmet Yakup Yılmaz'ın verdiği röportaja atıfta
bulunurken bir yandan da Yılmaz'ı eleştirdi. Kekeç "Dilinden
“demokrasi” ve “basın özgürlüğü” sözcüklerini düşürmeyen bu yazar,
28 Şubat’ın en “kıyıcı” figürlerinden biriydi ve darbeyi
“memnuniyetle”, kendisi gibi düşünmeyenlere “ders olması”
temennisiyle izledi. " ifadelerini kullandı.
İşte Ahmet Kekeç'in "Ölü doğmuş bir yazarın
ardından..." başlıklı bugünkü yazısı:
Neredeyse köşesini bıraktıktan on gün sonra duyduk... Bilmem kaç
yıldır çalıştığı gazeteden “ayrılmış” ya da “gönderilmiş...”
Duymuyoruz.
Çünkü okumuyoruz.
Çünkü varlığından haberdar değiliz.
Çünkü “Ne yazmış, bir bakalım...” demiyoruz ve haddizatında bunu
(yazdıklarıyla) kendisi de dedirtmiyor.
Hayır, yeteneksiz bir adam değil.
Birçok dergi çıkarmış, birçok gazetenin doğuşuna öncülük etmiş.
Mesleğin önde gelen isimlerinden biri ve “teknik becerileri”
bilindiği için aranan bir “personel...”
Peki, bu “yetenekli” ve “aranan” personel, gazetesiyle ilişkisi
kesildiği halde niçin insanların gündemine girmedi? Yokluğu niçin
meslektaşlarının dikkatini çekmedi? Niçin muarızları durumdan
haberdar olmadı?
İşte itiraf ediyorum... Bir “muarızı” olarak yokluğunu on gün sonra
(belki de on beş gün sonra) öğrenebildim.
Bu vesileyle, bir şeyi daha öğrendim yahut anladım: Gazeteleri
okurken, onun bulunduğu sayfaya hiç bakmıyormuşum. İnternette
gezinirken de öyle... “Yazarlar” bölümüne girip, sadece okumak
istediğim yazarlara tıklıyormuşum. Bunu görmüyormuşum bile.
Demek ki aylardır, yıllardır okumuyormuşum.
Ki, yokluğunu da, bilmem ne dergisine verdiği bir röportajdan
öğrendim. Röportajda, gazeteden ayrılışının yahut gönderilişinin
öyküsünü anlatıyordu...
Meğer “iktidar sahipleri” bunun yazılarından çok rahatsızlarmış.
Hangi yazısını okudular da rahatsız oldular, doğrusu çok merak
ediyorum. Ya da okuduklarından ne anladılar?
İktidar sahiplerini çok rahatsız eden yazılar yazdığı için,
patronundan, “Bir süre yazmayayım” diye izin istemiş. Yazmamış.
Dönüşte de, aşk-meşk, çiçek-böcek yazıları yazmış. Durumu bir süre
böyle idare etmiş.
Üzgünmüş tabii...
Patronunu üzdüğü için, daha çok üzgünmüş...
Derken, gazetede patron değişmiş. Durumu bildiği için yeni
gelenlere yayın yönetmeni aracılığıyla haber göndermiş: “İzinleri
olursa, ay sonunda ayrılayım” demiş. Yeni gelenler, “Hayır, ay
sonunu beklemesine gerek yok. Hemen ayrılsın!” demişler.
Böylece ayrılış gerçekleşmiş.
Bundan sonra ne mi yapacakmış? Elbette bildiği işi yapacakmış,
gazete ve dergi çıkaracakmış.
Eh, bize düşen “hayırlı olsun” demek.
Hayırlı olsun... Teknik becerilerini konuşturarak yeni gazete ve
dergilerin çıkmasına öncülük etsin, kimsenin okumadığı yazılarını
orada sürdürsün. Memlekete de hayırlı olsun...
Maksadım, sonradan haberdar olduğum bir olayı sündürmek ve üzerinde
tepinmek değil.
İki şey söyleyip kapatacağım:
İsmini özenle gizlediğim ve varlığından kimselerin haberdar
olmadığı bu yazarla, bir dönem “muarız” ilişkisi kurmuştum. Daha
doğrusu, “yazarlığını” ciddiye alarak polemik girişiminde
bulunmuştum. Kendisini savunmaktan aciz bir yazar olduğunu nereden
bilebilirdim. Elinde kalemi vardı ve ülkenin en etkin, en çok satan
gazetesinde yazıyordu. Cevap vermek yerine mahkemeye koştu. Bugün
olsa “Burada hakaret olduğuna nasıl vehmediyorsun?” cevabını
alacağı iki yazım hakkında “tazminat davası” açtırdı. Kazandı. Ama
alacağını normal yollarla değil, icra dairesini devreye sokarak
tahsil etti. Yani, maaşıma haciz koydurdu. Kendince “aşağılama”
yolunu seçti. Böylece, “meslektaşının maaşına haciz koyduran ilk ve
tek gazeteci” etiketiyle tarihe geçti.
İkincisi şu:
Dilinden “demokrasi” ve “basın özgürlüğü” sözcüklerini düşürmeyen
bu yazar, 28 Şubat’ın en “kıyıcı” figürlerinden biriydi ve darbeyi
“memnuniyetle”, kendisi gibi düşünmeyenlere “ders olması”
temennisiyle izledi.
O dönemde, “aynı anda” iki gazeteyi birden yönetiyordu...
İlkinde “sağcı”, “faşizan”, “devletçi” diyebileceğimiz görüşleri
savunuyordu, ikincisinde “liberal” ve “solcu” takılıyordu.
Bu nasıl oluyordu?
Bir insan, “para” uğruna nasıl ahlak ve halet değiştirirdi?
Bunu bir türlü anlayamıyorduk.
Hâlâ anlamıyoruz!