14 Eyl 2014 14:11
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 16:43
Ahmet Kekeç Altan ailesine fena yüklendi:Bu çocuk olmuş amcası!
Kerem Altan'ın köşesinde dün yayımlanan yazısında "Bir tasarım harikası" başlıklı yazısındaki sözleri Star yazarı Ahmet Kekeç'i çileden çıkarttı.
"Biliyorsunuz salı akşamı A milli futbol takımı İzlanda karşısında ağır bir hezimete uğradı… Twitter’a girip, halkın bu beklenmedik mağlubiyetle ilgili yorumlarına bakayım dedim. “Alınan bu yenilgi karşısında mutlu olan acaba sadece bir ben miyim?” diye merak ederken, karşılaştığım manzara delirmediğim konusunda kendime olan inancımı pekiştirdi… Neredeyse elime bayrak alıp mağlubiyet turuna çıkacaktım sevinçten… Artık insanlar Erdoğan’ın parmak izinin, gölgesinin bulunduğu her şeyden nefret ediyor…" diyen Altan'a köşesinden saydıran Kekeç, yetinmedi, Kerem Altan'ın babası Ahmet Altan ve amcası Mehmet Altan'ı da topa tuttu.
İşte Kekeç'in yazısından çarpıcı bölümler:
"Baba, “kadın ruhundan en iyi anlayan” ve bozuk Türkçeli romanlarla hak ettiğinden fazlasını alan bir adam...
Hemen hatırlatalım:
Baba, bir tarihlerde bir roman yazdı.
Edebiyat eleştirmeni Fatih Altaylı, “Bu roman çalıntı” dedi. İddiaya göre, Baba, Arthur Hailey’in “Tekerlekler” adlı romanından araklama yapmış... Hailey de aldatmak konusunu işliyormuş, Baba da aldatmak konusunu işliyormuş... Dolayısıyla, “Al sana intihal”miş... İddia üzerine Baba, edebiyat eleştirmeni Fatih Altaylı’yı mahkemeye verdi.
Haklıydı. Eşlerin birbirini aldatması, her zaman edebiyat eserlerine esin kaynağı olacak bir konuydu. Baba’nın, daha önce başka yazarlar tarafından da ele alınmış bir konuyu yazması “çalıntı” anlamına gelmezdi. Nitekim, mahkeme de böyle düşündü ve ünlü edebiyat eleştirmeni Fatih Altaylı’yı tazminat cezasına çarptırdı.
Baba, oysa, çalıntı yaptığı için değil, Türkçe’yi katlettiği için suçlanmalıydı.
İşte bir örnek: “Bazen diplere dalıyor, orada kızıl mercan kayalıklarını andıran heyecanların, daha önce görmediği suçiçeklerine benzeyen yeni duyguların arasında dolaşıyordu...” (“Aldatmak”, Can Yayınları baskısı, s. 148)
Bir insanın bir “şey”, bir olgu ya da bir durum karşısındaki heyecanını başka hangi usta yazar “kızıl mercan kayalıkları”na benzetebilir? İnsan, olsa olsa, “kızıl mercan kayalıkları”nı gördüğünde heyecana kapılır.
Baba’nın bir lakabı da, “kelimelere dans ettiren usta yazar”; bunu da hatırlatmış olalım... Romanın arka kapak yazısında, “Aşkı ve insanı pek az yazar onun gibi anlatabildi” diye oldukça iddialı bir cümle yer alıyor. Bu iddialı cümleye rağmen, Baba, roman kahramanını “suçiçeklerine benzeyen yepyeni duyguların arasında” pervasızca dolaştırabiliyor, bir ruh halini suçiçeğine benzetiliyor ve editör de “Sen ne yapmaya çalışıyorsun birader?” diye sormuyor. Bir örnek daha: “Bütün bu duygusal karmaşaya, içinin, duygularının karmakarışık bir halde birbirine dolandığı büyük bir pazaryeri gibi gürültülü ve karışık olmasına rağmen ertesi günü işe kendinden hoşnut ve güvenli gitti...” (Aynı baskı, s.97)
Bu cümlede ne anlatıldığını ben çözemedim... Hem bozuk Türkçe, hem “kötü anlatım” örneği... “Rağmen” sözcüğüne daha uygun bir yer bulabilseymiş, olacakmış gibi... O haliyle de olabilecek gibi değil. Düpedüz kötü bir cümle...
Baba, bir süre sonra, bir gazeteye genel yayın yönetmeni oldu.
Erdoğan’ı çok sevdi. Erdoğan’ın bütün politikalarını destekledi. Erdoğan hakkında “ölçüsüz” övgüler yazdı...
Mesela şu satırlar: “Başkasını bilmem ama ben Erdoğan’ın müthiş girişimini, olağanüstü cesur liderliğini, vizyonunu hayranlıkla selamlayıp bütün gücümle destekliyorum. (....) Bu samimiyet, bu usulluk insanların vicdanlarına, hakkaniyet duygularına, adalet arzularına hitap ediyor.” (Bozuk Türkçe devam ediyor gördüğünüz gibi... “Usulluk” ne yahu?) Sonra bir şey oldu. Ne oldu, bilmiyorum. Baba, sırasıyla Erdoğan’a, operada mescide, kadınlar plajına savaş açtı.
Bir “sınıf”tan geliyordu... Belki de sınıfını hatırladı. Bir sınıftan gelmek, “cehaleti” meşrulaştırır mıydı? Meşrulaştırmalı mıydı? Peşinden, “Müslüman Türk hükümeti Kürtleri bombalıyor” gibilerden, sadece cehaletle açıklanmayacak yazılar yazmaya başladı.
Kürt kimdi? Müslümanlık neydi?
Müslümanlığı hükümete (yani Başbakan’a) izafe edeceksek, Kürtleri hangi aidiyete yerleştirecektik?
Bundan sonrası tamamen bir “şuursuzluk” hikâyesi... Baba, saldırılarını, bir süre sonra, “No Pasaran” yazısıyla taçlandırdı. İç savaş istiyordu... İspanya’daki gibi bir iç savaş. Bu hükümetten kurtulmak için iç savaş kaçınılmazdı. Baba böyle der de, Amca geri kalır mı? Bütün bir yazı hayatını üç cümlenin açılımı üzerine kurmuş Amca, başyazarlığını yaptığı gazeteden kovulunca yeniden “cami-kışla” metaforlarına sarıldı ve bozuk sinirle kalkışılmış hemen her yazısında (ve konuşmasında) bu hükümetten kurtulmak için biricik formülün “iç savaşın cehenneminden geçmek” olduğunu söyledi.
İşte bu Amca’nın yeğeni (tabii Baba’nın da oğlu), “Bir tasarım harikası” başlıklı bir yazı yazmış... Şöyle diyor: “Türkiye İzlanda’ya mağlup olunca sevincimden bayrağımı alıp sokağa çıkasım geldi.”
Niye? Çünkü Erdoğan’dan nefret ediyormuş. Öyle çok nefret ediyormuş ki... Bu duygusunda yalnız değilmiş. Bozuk sinirle kalkışılmış ve ancak psikiyatrinin konusu olabilecek bir yazı.
Bu haliyle bakıldığında, pekâlâ yazarı için de, “Bir tasarım harikası” denilebilir.
Olmuş yani...
Bu çocuk olmuş amcası...
Ellemeyin!
İşte Kekeç'in yazısından çarpıcı bölümler:
"Baba, “kadın ruhundan en iyi anlayan” ve bozuk Türkçeli romanlarla hak ettiğinden fazlasını alan bir adam...
Hemen hatırlatalım:
Baba, bir tarihlerde bir roman yazdı.
Edebiyat eleştirmeni Fatih Altaylı, “Bu roman çalıntı” dedi. İddiaya göre, Baba, Arthur Hailey’in “Tekerlekler” adlı romanından araklama yapmış... Hailey de aldatmak konusunu işliyormuş, Baba da aldatmak konusunu işliyormuş... Dolayısıyla, “Al sana intihal”miş... İddia üzerine Baba, edebiyat eleştirmeni Fatih Altaylı’yı mahkemeye verdi.
Haklıydı. Eşlerin birbirini aldatması, her zaman edebiyat eserlerine esin kaynağı olacak bir konuydu. Baba’nın, daha önce başka yazarlar tarafından da ele alınmış bir konuyu yazması “çalıntı” anlamına gelmezdi. Nitekim, mahkeme de böyle düşündü ve ünlü edebiyat eleştirmeni Fatih Altaylı’yı tazminat cezasına çarptırdı.
Baba, oysa, çalıntı yaptığı için değil, Türkçe’yi katlettiği için suçlanmalıydı.
İşte bir örnek: “Bazen diplere dalıyor, orada kızıl mercan kayalıklarını andıran heyecanların, daha önce görmediği suçiçeklerine benzeyen yeni duyguların arasında dolaşıyordu...” (“Aldatmak”, Can Yayınları baskısı, s. 148)
Bir insanın bir “şey”, bir olgu ya da bir durum karşısındaki heyecanını başka hangi usta yazar “kızıl mercan kayalıkları”na benzetebilir? İnsan, olsa olsa, “kızıl mercan kayalıkları”nı gördüğünde heyecana kapılır.
Baba’nın bir lakabı da, “kelimelere dans ettiren usta yazar”; bunu da hatırlatmış olalım... Romanın arka kapak yazısında, “Aşkı ve insanı pek az yazar onun gibi anlatabildi” diye oldukça iddialı bir cümle yer alıyor. Bu iddialı cümleye rağmen, Baba, roman kahramanını “suçiçeklerine benzeyen yepyeni duyguların arasında” pervasızca dolaştırabiliyor, bir ruh halini suçiçeğine benzetiliyor ve editör de “Sen ne yapmaya çalışıyorsun birader?” diye sormuyor. Bir örnek daha: “Bütün bu duygusal karmaşaya, içinin, duygularının karmakarışık bir halde birbirine dolandığı büyük bir pazaryeri gibi gürültülü ve karışık olmasına rağmen ertesi günü işe kendinden hoşnut ve güvenli gitti...” (Aynı baskı, s.97)
Bu cümlede ne anlatıldığını ben çözemedim... Hem bozuk Türkçe, hem “kötü anlatım” örneği... “Rağmen” sözcüğüne daha uygun bir yer bulabilseymiş, olacakmış gibi... O haliyle de olabilecek gibi değil. Düpedüz kötü bir cümle...
Baba, bir süre sonra, bir gazeteye genel yayın yönetmeni oldu.
Erdoğan’ı çok sevdi. Erdoğan’ın bütün politikalarını destekledi. Erdoğan hakkında “ölçüsüz” övgüler yazdı...
Mesela şu satırlar: “Başkasını bilmem ama ben Erdoğan’ın müthiş girişimini, olağanüstü cesur liderliğini, vizyonunu hayranlıkla selamlayıp bütün gücümle destekliyorum. (....) Bu samimiyet, bu usulluk insanların vicdanlarına, hakkaniyet duygularına, adalet arzularına hitap ediyor.” (Bozuk Türkçe devam ediyor gördüğünüz gibi... “Usulluk” ne yahu?) Sonra bir şey oldu. Ne oldu, bilmiyorum. Baba, sırasıyla Erdoğan’a, operada mescide, kadınlar plajına savaş açtı.
Bir “sınıf”tan geliyordu... Belki de sınıfını hatırladı. Bir sınıftan gelmek, “cehaleti” meşrulaştırır mıydı? Meşrulaştırmalı mıydı? Peşinden, “Müslüman Türk hükümeti Kürtleri bombalıyor” gibilerden, sadece cehaletle açıklanmayacak yazılar yazmaya başladı.
Kürt kimdi? Müslümanlık neydi?
Müslümanlığı hükümete (yani Başbakan’a) izafe edeceksek, Kürtleri hangi aidiyete yerleştirecektik?
Bundan sonrası tamamen bir “şuursuzluk” hikâyesi... Baba, saldırılarını, bir süre sonra, “No Pasaran” yazısıyla taçlandırdı. İç savaş istiyordu... İspanya’daki gibi bir iç savaş. Bu hükümetten kurtulmak için iç savaş kaçınılmazdı. Baba böyle der de, Amca geri kalır mı? Bütün bir yazı hayatını üç cümlenin açılımı üzerine kurmuş Amca, başyazarlığını yaptığı gazeteden kovulunca yeniden “cami-kışla” metaforlarına sarıldı ve bozuk sinirle kalkışılmış hemen her yazısında (ve konuşmasında) bu hükümetten kurtulmak için biricik formülün “iç savaşın cehenneminden geçmek” olduğunu söyledi.
İşte bu Amca’nın yeğeni (tabii Baba’nın da oğlu), “Bir tasarım harikası” başlıklı bir yazı yazmış... Şöyle diyor: “Türkiye İzlanda’ya mağlup olunca sevincimden bayrağımı alıp sokağa çıkasım geldi.”
Niye? Çünkü Erdoğan’dan nefret ediyormuş. Öyle çok nefret ediyormuş ki... Bu duygusunda yalnız değilmiş. Bozuk sinirle kalkışılmış ve ancak psikiyatrinin konusu olabilecek bir yazı.
Bu haliyle bakıldığında, pekâlâ yazarı için de, “Bir tasarım harikası” denilebilir.
Olmuş yani...
Bu çocuk olmuş amcası...
Ellemeyin!