Ahmet Kaya'nın yakın arkadaşı anlattı! Öldüğünde 120 kilo olan Kaya çok yiyerek intihar mı etti?
Muhsin Kızılkaya ölümünün 14 yılında Ahmet Kaya'yı en yakın arkadaşı Cevat Korkmaz'a anlattırdı.
Paris'te hayatını kaybeden Ahmet Kaya'nın 14. ölüm yıldönümü.
Magazin Gazetecileri Derneği'nin gecesinde yaşanan saldırıdan sonra
neler yaşadığını Kaya'nın en Yakın arkadaşlarından Cevat Korkmaz
anlattı.
Cevat Korkmaz eski bir gazeteci. Şimdi işadamı... 1987 yılında
Diyarbakır’da Ahmet Kaya’yla tanıştı. Dostlukları Ahmet Kaya’nın
ölümüne kadar sürdü. En yakın arkadaşıydı. Ölümünün 14. yılında
Muhsin Kızılkaya Cevat Korkmaz'la bir söyleşi yaparak Ahmet Kaya'yı
konuştu. Daha doğrusu Ahmet Kaya'nın hikayesini Cevat Korkmaz'ın
ağzından okurlarıyla paylaştı.
Ahmet Kaya'nın son dönemlerinde 120 kiloya kadar çıkması ve yemek
yemeye düşmesini Cevat Korkmaz "Yiyerek ölenlerin romanını yazdı"
diyerek anlatıyor. Magazinciler Gecesi Ödül töreninde yaşananların
ardından Ertuğrul Özkök'ün yazısını gören Ahmet Kaya "ipimi
çektiler" demiş. Ve ardından yurtdışına gitmeyi kafaya koymuş.
İşte o söyleşiden çarpıcı başlıklar:
Ahmet’in magazinciler gecesine gideceğini biliyor
muydun?
Biliyordum.
Sen niye gitmedin onunla?
O gece benim erteleyemeyeceğim önemli bir işim vardı,
gidemedim.
Diyorlar ki: “Ahmet kendisine ayrılan masanın yerini
beğenmeyince o fevri konuşmayı yaptı.” Bunun gerçeklik payı
nedir?
Külliyen yalan. Ahmet öyle biri değildi. Ahmet o tür gecelerden
sıkılan birisiydi. Çok heyecanlı biriydi ama bilinçli olarak hiçbir
fevri davranışta bulunmazdı. O gece, o lafı söylemesi gerektiğini
düşünmüş ve çıkıp söylemiş. Bence o lafın bedelinin bu kadar ağır
olacağını hiç tahmin etmedi.
Belli ki bir şeylere tepki duymuştu...
Öyle. O gece okuyacağını söylediği o Kürtçe parça, Suriyeli bir
Kürt’ün, Hekim Sefkan’ın bir bestesiydi. Daha önce üzerinde
çalışmıştı. Hatta o gece orada görmüş olduğu ilgi, iltifatlar bile
onu o lafı söylemeye teşvik etmiş olabilir.
Senin olan bitenlerden ne zaman haberin oldu?
Olaydan bir gece sonra... Ben bir yerde yemekteydim. Gece onu
aradım, cep telefonu kapalıydı. Hayatım boyunca onun numarasını
unutmayacağım, 0532 213... kapalıydı. Yemekteyken telefon geldi
bana, ikimizin sık sık kaldığı Rumeli Kavağın’daki evde bekliyordu
beni. Başına bir bela geldiğini o anda anladım. Cuma günüydü, hafta
sonunu o evde geçirdik. Pazartesi günü arabamla onu DGM’ye
götürdüm.
Mahkemede ne oldu?
Hâkim tutuklama kararı verdi. Onu cezaevine götüreceklerdi. İkimiz
yalnız gitmiştik, ne eşi, ne çocukları... Ben yıkıldım. Onu orada
bıraktım, tek başıma mahkemeden çıkıp gittim, perişandım. İşyerime
gittim, akşama doğru telefonum çaldı. Arayan oydu. Dedi ki: “Beni
Ümraniye Cezaevi’nde senin hemşerilerin, Diyarbakırlıların koğuşuna
aldılar. Beni çok iyi karşıladılar. Gülten çamaşır falan
hazırlamış, git onları evden al, cezaevine getir.” Koşarak
Etiler’deki evine gittim. Kapıyı çaldım, açtılar, bir de baktım ki
mükellef bir sofra kurmuş, sofranın başında o, beni bekliyor.
Meğerse tutukluluğuna itiraz edilmiş, itiraz kabul edilmiş, serbest
bırakmışlar, bana sürpriz yapmış.
Ondan sonra ne oldu?
Bundan sonra yargılama süreci başladı. Etiler’deki evi terk etti,
Levent’teki stüdyoya yerleşti. Stüdyoda da bir divan vardı.
Demo’larını orada dolduruyor, orada yatıp orada kalkıyordu. İkimiz
orada kalıyorduk. Divana o yatınca ben ayakta kalıyordum, ben
yatınca o kalıyordu. Ben çekip gidiyordum, ben gitmeyeyim diye
gidip bana şişme yatak aldı. Yatağı şişiriyorduk. O divanda, ben
yatakta...
‘ÖZKÖK’ÜN ‘AYIP ETTİN GÖZÜM’ YAZISI İÇİN ‘İPİMİ ÇEKTİLER’
DEDİ’
Mahkeme süreci uzadıkça uzadı galiba...
Evet, süreç uzadıkça onun psikolojisi bozulmaya başladı. Tam o
sırada Ertuğrul Özkök’ün “Ayıp ettin gözüm” yazısı çıktı... Bu yazı
onun hayatında dönüm noktası oldu. “Bu yazıdan sonra artık hiçbir
şey benim için eskisi gibi olamaz. Benim ipimi çektiler” dedi. O
günden itibaren sürekli yurtdışına gitmeyi kurgulamaya başladı.
Nereye gidecekti?
Nereye gideceğini bilmiyordu. Önce Almanya’ya gitmeye karar verdi.
Beni de beraberinden götürecekti. 15 bin Mark yatırdı, 1 haftada
bana vize aldı. Stüdyoda kaldığı 3-4 aylık süre içinde, hiçbir
arkadaşı onu aramadı. Sanki cüzamlı biriymiş gibi herkes ondan
kaçıyordu. Yakın arkadaşlarından hiçbiri onu ziyaret etmedi. Sadece
bir kez Suavi geldi ziyaretine. Hiçbir sanatçı arkadaşı ona destek
ziyaretinde bulunmadı. Cenaze günü onun evinde gördüğüm hiçbir
arkadaşı o dar günlerinde yanında olmadı. Öldükten sonra hepsi
timsah gözyaşı dökmeye başladı.
Mahkemesine neden dostları gelmiyordu peki?
Herkes “Beni de ilişkilendirirlerse sonum olur” diye düşünmüş
olmalı. Yargılamaları sürerken, bir celse hariç bütün duruşmalarına
girdim. O yurtdışındaydı, eşi Gülten ile birlikte yalnız başımıza
mahkemedeydik.
Gitmeye nasıl karar verdi?
Gideceğini ben de dahil olmak üzere hiç kimseye söylemedi. Eşiyle
çok özel bir konuşma yapıp yapmadığını bilmiyorum ama sanırım
gidişi eşi için de sürpriz oldu. Çünkü onun kafasında da gidip
kalmak yoktu. Planlanmış bir dizi konser vardı. Onları yapıp
gelecekti. Yurtdışına gittikten sonra, onu orada kalmaya ikna eden
bir şey oldu. Telefonda bana şimdilik dönmeyi düşünmediğini
söyledi. Henüz yerleşeceği ülkeyle ilgili kararını vermemişti.
Sonra Fransa’yı daha çok yakıştırdı kendisine.
Kalp hastalığının geçmişi var mıydı?
Annesi ve babası kalpten gitmişti. Ailede vardı.
Buradayken hiç rahatsızlandı mı?
Sadece ben 5-6 kez onu hastaneye götürmüşüm. En son Ankara’da
konser öncesi götürdüm onu. Bütün gün eli nabzında dolaşırdı.
Annesi ve babasının akıbeti onda ciddi bir travma yaratmıştı.
Rahmetli 1.70 boyundaydı, öldüğünde 120 kiloyu aşmıştı. Zaten
sıkıntısını dağıtmak için çok içki içiyordu, günde 2-3 paket sigara
bitiriyor, durmadan yemek yiyordu. Yemek yemiyor, intihar ediyordu.
Rahmetli hep, “Bir gün bir roman yazalım, romanımızın adı ‘Yiyerek
Ölenlerin Romanı’ olsun” derdi. Genetik kalp rahatsızlığı olmasa
bile bu durum onu felakete götürmek için yeterliydi. Böyle bir
yaşam biçiminin onu ölüme götüreceğini tahmin etmemesi mümkün
değildi.
Şiirini bestelediği polis şefi Salih Güngör’ün yurtdışına
kaçmasına yardım ettiğiyle ilgili bir efsane var. Gerçek mi
bu?
Hayır, hayır. O gece beraberdik. Gece boyunca içtik. Sabah bir
arkadaşımız onu havaalanına bırakmış, tarifeli Almanya uçağıyla
gitti. Yurtdışına çıkma yasağı kaldırılmıştı, kalkınca gitme
fikrini kafasında olgunlaştırmıştı.
Yani bu gidişin esrarengiz bir hikâyesi yok.
Hayır yok. Gidişini asıl tetikleyen şeyi söyleyeyim sana. Bir gece
stüdyoda otururken birisi pencereye bir kurşun sıktı. Kurşun gelip
rafa saplandı. Dışarı çıktık. İş kurşunlamaya vardığına göre bundan
sonraki adım ne olur diye kaygılanmış olmalı.
‘YİYEREK ÖLENLERİN ROMANI’NI YAZDI’
Gitmeden önce burada günleri nasıl geçiyordu? Türkiye’de kaldığı
dönem içinde kendisini içeri hapsetmiş, dışarı çıkmıyordu. Bir gün
ben Kılıç Ali Paşa Hamamı’nı kapattım, onu oraya götürdüm. O meşum
geceden sonra Türkiye’de kaldığı süre içinde tek sosyal aktivitesi
bu hamam sefası oldu. Stüdyoda yatıp stüdyoda kalkıyordu. Durmadan
yemek yapıyordu. Stüdyoda mangaldan bir döner makinesi yapmıştı.
İlkeldi, altı pişince üstü pişmiyordu etin. Üstü pişmeyince tavada
tekrar kızartıp yiyorduk. Paris’ten kaburga dolması istiyordu.
Diyarbakırlı Selim Usta’da yaptırıyor, dondurup Gülten’e teslim
ediyor, Gülten Paris’e kaburga dolması götürüyordu. Orada fırına
atıyor, aynı seremoni ve aynı zafer narası: “Hahooo, hahooo,
ziyafete bak!” Yiyerek Ölenlerin Romanı’nı orada yazmaya devam
ediyordu.