Ahmet Altan: Güçleri beni hapsetmeye yeter, hapiste tutmaya değil!
Tutuklu yazar Ahmet Altan, Britanya Yazarlar Cemiyeti’nin dergisi ‘The Author’ için cezaevinden bir yazı kaleme aldı
Tutuklu yazar Ahmet Altan, Britanya Yazarlar Cemiyeti’nin dergisi ‘The Author’ için cezaevinden ‘Yazarın paradoksu’ başlıklı bir yazı kaleme aldı: “Beni hapse koyabilirsiniz ama beni hapiste tutamazsınız.”
23 Eylül 2016’da tutuklanan Altan, ‘FETÖ’nün medya ayağına yönelik olduğu öne sürülen dava kapsamında üç kez ağırlaştırılmış müebbet talebiyle yargılanıyor.
İşte o yazı:
Zenon çok tartışılan ünlü sözünde “Hareket eden bir cisim ne bulunduğu yerdedir ne bulunmadığı yerde” der.
Bu sözün fizikten ziyade edebiyata, daha doğrusu yazarlara ait bir söz olduğunu düşünürüm gençliğimden beri.
Bu satırları bir hapishane hücresinden yazıyorum.
“Bu satırları bir hapishane hücresinden yazıyorum” cümlesini hangi anlatıma katarsanız o anlatıma gergin bir dirilik, karanlık ve gizemli bir âlemden gelen ürkütücü bir ses, dirençli bir mazlumun yiğit duruşu ve pek de gizli olmayan bir merhamet çağrısı eklenir.
İnsanların duygularını sömürmek için kullanılabilecek tehlikeli bir cümledir.
Ve yazarlar insanların duygularına dokunmak söz konusu olduğunda cümleleri kendi amaçlarına alet etmekten kaçınmayabilirler.
Sadece bu amacın anlaşılması bile o cümleyi yazana bir merhamet duyulmasına yeter.
Ama durun; benim için merhamet trampetlerini çalmadan önce size anlatacaklarımı dinleyin.
Evet, bir ıssızlığın ortasındaki yüksek güvenlikli bir hapishanede tutuluyorum.
Evet, kapısı demir şakırtılarıyla açılıp demir şakırtılarıyla kapanan bir hücrede kalıyorum.
Evet, yemeklerimi kapının ortasındaki bir delikten veriyorlar.
Evet, volta attığım küçük taş avlunun üstü bile çelik kafeslerle kaplı.
Evet, çocuklarımla avukatlarımdan başkası ile görüşmeme izin yok.
Evet, sevdiklerime iki satırlık bir mektup göndermem bile yasak.
Evet, hastaneye gitmek zorunda kalırsam bir demir salkımından çekip aldıkları kelepçeleri takıyorlar bileklerime.
Evet, beni hücremden her çıkarttıklarında “kollarını kaldır, ayakkabılarını çıkar” komutları çarpıyor yüzüme.
Bunların hepsi gerçek ama tüm gerçek bu kadar değil.
Güneşin ilk ışıklarının çıplak parmaklıklardan geçip parlak mızraklar gibi yastığıma saplandığı yaz sabahları, avludaki saçağın altında yuva yapmış göçmen kuşların oynak ötüşlerini, diğer avlulardaki mahkûmların boşalmış su şişelerini ezerken çıkarttıkları tuhaf çıtırtıları duyuyorum.
Çocukluğumu geçirdiğim geniş bahçeli köşkte ya da nedense – bunun nedenini gerçekten bilmiyorum – Sokak Kızı İrma filmindeki cıvıltılı Fransız sokaklarındaki otellerden birinde olduğum duygusuyla yaşıyorum.
Kuzey rüzgârlarının öfkesiyle parmaklıklara vuran sonbahar yağmurlarıyla uyandığımda, Tuna Nehri’nin kenarındaki, geceleri önünde meşaleler yanan bir otelde, kışın parmaklıklarda biriken karın fısıltısıyla uyandığımda Doktor Jivago’nun saklandığı önü camlı kışlık daçada başlıyorum güne.
Bugüne dek daha bir kez bile hapishanede uyanmadım.
Geceleri maceralarım daha da hareketlenir. Tayland’ın adalarında, Londra otellerinde, Amsterdam sokaklarında, Paris’in gizli labirentlerinde, İstanbul’un sahil lokantalarında, New York’un sokakları arasında saklanmış küçük parklarda, Norveç’in fiyordlarında, Alaska’nın yolları kardan kapanmış küçük kasabalarında gezerim.
Amazon nehirlerinde, Meksika kıyılarında, Afrika savanlarında bana rastlayabilirsiniz.
Gün boyu kimsenin görmediği, duymadığı, var olmayan, ben onlardan söz edene kadar da var olmayacak insanlarla konuşurum.
Onların kendi aralarındaki konuşmaları dinlerim.
Aşklarını, serüvenlerini, ümitlerini, endişelerini, kederlerini, sevinçlerini onlarla birlikte yaşarım.
Avluda yürürken bazen kendi kendime gülerim. Çok eğlenceli bazı konuşmalarına tanıklık ederim çünkü.
Hapishanede onları bir kâğıda geçirmek istemediğimden bunların hepsini hafızamın koyu mürekkebi ile zihnimin kuytularına kazırım.
O insanlar zihnimde yaşadığı sürece bir şizofren, cümleler hâlinde kitap sayfalarına döküldüğünde bir yazar olduğumu bilirim.
Şizofreniyle yazarlık arasında kolan vurarak eğlenirim.
Aklımda var olan insanlarla birlikte bir duman gibi süzülür çıkarım hapishaneden.
Beni hapsetmeye güçleri yeter ama beni hapiste tutmaya kimsenin gücü yetmez.
Ben bir yazarım.
Ne bulunduğum yerdeyim, ne bulunmadığım yerde.
Beni nereye kapatırsanız kapatın ben zihnimin sınırsızlığında kanatlanır, bütün dünyayı dolaşırım.
Ayrıca benim dünyanın dört bir yanında dolaşmama yardımcı olan, çoğunluğunu hiç tanımadığım dostlarım vardır.
Benim yazdığım satırları okuyan her göz, benim adımı tekrarlayan her ses, küçük bir bulut gibi benim elimden tutup ovaların, pınarların, ormanların, denizlerin, şehirlerin, sokakların üzerinden uçurur. Evlere, salonlara, odalara usulca konuk eder.
Bir hapishane hücresinde bütün dünyayı gezerim.
Sizin de rahatça tahmin edebileceğiniz gibi binlerce yıldır kuşaktan kuşağa geçerek gelen ve genellikle pek itiraf edilmeyen, yazarlara mahsus tanrısal bir kibre, edebiyatın sağlam kabukları içinde büyüyen bir inciyi andıran bir güvene, kitaplarımdan yapılmış çelik bir zırhla korunan bir dokunulmazlığa sahibim.
Bunları bir hapishane hücresinde yazıyorum.
Ama hapiste değilim.
Ben bir yazarım.
Ne bulunduğum yerdeyim, ne bulunmadığım yerde.
Beni hapse koyabilirsiniz ama beni hapiste tutamazsınız.
Bütün yazarlar gibi ben de duvarları rahatça geçecek bir sihrin sahibiyim çünkü.