01 Kas 2012 08:47
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 14:19
AHMET ALTAN BAŞBAKAN ERDOĞAN'I DELİ KRAL ÜÇÜNCÜ GEORGE'A BENZETTİ!
Taraf'ın tepe ismi Ahmet Altan, Başbakan Erdoğan'ı bu kez tahtta deliren İngiltere Kralı Üçüncü George benzetmesiyle vurdu!
Kuzu kebap
Varmış bir günahımız ki hayatımızı saçmalıklar üzerine yazı yazarak geçirmeye mahkûm edilmişiz.
Yunan mitolojisi, en büyük ceza olarak Sisifos’u “bir kayayı sürekli olarak bir tepenin üstüne taşımaya”, aç olan Tantalus’u “başının üstündeki meyve ağaçlarına her uzandığında ağaçların geri çekildiğini görmeye” mahkûm etmiş, ama saçmalıklar hakkında yazı yazmaya mahkûm olan biri yok mitolojide.
Hâlbuki bu ceza, bir kayayı sürekli dağın tepesine taşımaktan da, meyvelere her uzandığında dalların geri kaçtığını görmekten de beter.
Belki böyle bir cezayı İngiltere Kralı Üçüncü George tahtta delirdiğinde İngiliz entelektüelleri çekmiştir.
Bir kral delirdiğinde ne yapar insanlar?
Delirdiğini görüyorsun ama adam kral, verdiği her karar insanların hayatını ilgilendiriyor.
Yaptıklarının saçmalığını fark ediyorlardı ama karşılarındaki kral olduğu için her emrini yerine getiriyorlardı mecburen.
Sonunda, Kral Hyde Park’tan geçerken arabadan inip “Prusya Kralı” olduğuna inandığı bir ağaçla uzun uzun sohbet edip de ayrılırken ağacın dallarıyla el sıkışınca, “delirdiğini resmen kabul edip” tahttan indirmişlerdi.
Son zamanlarda bende sık sık “Üçüncü George” dönemini yaşıyormuşuz duygusu oluyor doğrusu.
Ben hayatımda ilk kez bir başbakanın, polislerin barikatları kaldırmasıyla çatışmaların son bulduğu bir olayda “barikatları ben kaldırtmadım, birisi kaldırtmış” dediğini, barikatları kaldırttığı söylenen Cumhurbaşkanı’na “olayları yatıştırdığı” için kızdığını görüyorum.
“Mesele büyüyecekti, çok gerginlik ve çatışma olacaktı, engel oldular” diye yakınan bir başbakana hiç rastlamadım bugüne dek.
Bir de olayları yatıştırdığı için Cumhurbaşkanı’nı “iki başlılık yaratmakla, durumdan vazife çıkarmakla” suçladı.
Cumhurbaşkanı Gül de dün Başbakan’a kibar bir dille ama aslında çok sert bir cevap verdi:
“Önce tabii Cumhurbaşkanı olarak Cumhuriyet Bayramı’nın bütün ülkede nezih bir şekilde kutlanmasıyla ilgili yetkililerin dikkatini çekmemden daha doğal bir şey olmaz. Ayrıca çift başlılık gibi bir şey de olmaz. Memleket idaresinde, ülke idaresinde çift başlılık doğru da değildir. Böyle bir şey zaten sözkonusu da değildir. Anayasamız, mevcut kanunlarımız hepimizin yetki ve görevlerini, sorumluluklarını zaten açıkça belirtmiştir. Bu bakımdan hepimizin yanlış anlamalara fırsat vermemesi gerektiği kanaatindeyim.”
Bayramın “nezih geçmesi” için gerekenleri yaptığını söylerken, altını fazla çizmeden bayramın “nezih geçmemesi” için gayret gösteren Başbakan’ı da eleştiriyor, ayrıca “anayasal yetkilerini” de hatırlatıyordu.
Cumhurbaşkanı’nın huzursuzluğunun gittikçe arttığı görülüyor.
Olayları yumuşatmaya, ülkeyi demokrasiye doğru çekmeye, Avrupa Birliği kriterlerini hatırlatmaya uğraşıyor elinden geldiğince.
Başbakan da ona “sen karışma” diyor, “sertliği engellemeye kalkma”.
Erdoğan dün de “ülkede açlık grevlerinin olmadığını” söyledi.
Aynı saatlerde Adalet Bakanı Sadullah Ergin, “683 kişinin açlık grevinde olduğunu” açıklıyordu.
İnsanlar adım adım ölüme yaklaşıyor, Başbakan “açlık grevi yok” diyor ve ölen insanları kurtarmakla ilgilenmek yerine, BDP’lilerin biraraya geldikleri bir yemekte çekilmiş resmini gösteriyor, “kuzu kebap yiyorlar” diyerek.
BDP’liler kebap yiyorsa, Başbakan’ın “olmadığını sandığı” açlık grevindekiler ölsün mü?
Öcalan’ın tecridinin kalkmasını, anadilde eğitimin başlamasını istiyor açlık grevine yatan mahkûmlar.
Öcalan’ın ailesiyle ve avukatlarıyla görüşmesi “hukuki” hakkı, Kürtlerin anadilde eğitim görmeleri “insani” hakları.
Bu iki hakkı da yok sayıp, açlık grevinin aslında olmadığını iddia etmek, “kuzu kebap” demagojisine girmek nasıl bir sonuç yaratacak?
PKK’yı suçlamak, bu hakların çiğnendiği gerçeğini değiştiriyor mu?
PKK’nın bu açlık grevlerini kendi stratejisi için kullanmasını istemiyorsan, bunun çaresi kebap masası resimleri göstermek değil, o hakları vermektir.
Başbakan Erdoğan, her toplumsal olayı “kişisel” almaya başladı, CHP’liler yürüyorsa bu Erdoğan’a karşı yapılmış bir saldırı, mahkûmlar açlık grevi yapıyorsa bu Erdoğan’a meydan okuma.
Toplumsal gerçekler, toplumsal olaylar yok, Erdoğan’ı kızdıran “kişisel” olaylar var.
Ve, Erdoğan hepsini cezalandıracak.
O “cezalandırma” anlayışının sonucunda, ben yazıyı yazarken ODTÜ alev alev yanıyordu.
Bunların çözüm bekleyen “toplumsal sorunlar”, bir başbakanın görevinin de bunları çözmek olduğunu, mahkûmları öldürüp, CHP’lileri dövmenin sorunları çözmeyeceğini Erdoğan’a kim anlatacak?
Biri anlatırsa Erdoğan bu gerçeği kavrayabilecek mi?
683 kişi ölümü beklerken “kimsenin açlık grevi yapmadığını” sanan bir akla nasıl güveneceğiz?
Üstelik bu akıl, başka her akla da düşman.
Acaba Üçüncü George’a “haşmetmeab o elini sıktığınız Prusya Kralı değil, bir ağaçtı” diyen kimse çıkmış mıydı?
Diyen olduysa Kral ona inanmış mıydı?
Ahmet ALTAN / TARAF
Varmış bir günahımız ki hayatımızı saçmalıklar üzerine yazı yazarak geçirmeye mahkûm edilmişiz.
Yunan mitolojisi, en büyük ceza olarak Sisifos’u “bir kayayı sürekli olarak bir tepenin üstüne taşımaya”, aç olan Tantalus’u “başının üstündeki meyve ağaçlarına her uzandığında ağaçların geri çekildiğini görmeye” mahkûm etmiş, ama saçmalıklar hakkında yazı yazmaya mahkûm olan biri yok mitolojide.
Hâlbuki bu ceza, bir kayayı sürekli dağın tepesine taşımaktan da, meyvelere her uzandığında dalların geri kaçtığını görmekten de beter.
Belki böyle bir cezayı İngiltere Kralı Üçüncü George tahtta delirdiğinde İngiliz entelektüelleri çekmiştir.
Bir kral delirdiğinde ne yapar insanlar?
Delirdiğini görüyorsun ama adam kral, verdiği her karar insanların hayatını ilgilendiriyor.
Yaptıklarının saçmalığını fark ediyorlardı ama karşılarındaki kral olduğu için her emrini yerine getiriyorlardı mecburen.
Sonunda, Kral Hyde Park’tan geçerken arabadan inip “Prusya Kralı” olduğuna inandığı bir ağaçla uzun uzun sohbet edip de ayrılırken ağacın dallarıyla el sıkışınca, “delirdiğini resmen kabul edip” tahttan indirmişlerdi.
Son zamanlarda bende sık sık “Üçüncü George” dönemini yaşıyormuşuz duygusu oluyor doğrusu.
Ben hayatımda ilk kez bir başbakanın, polislerin barikatları kaldırmasıyla çatışmaların son bulduğu bir olayda “barikatları ben kaldırtmadım, birisi kaldırtmış” dediğini, barikatları kaldırttığı söylenen Cumhurbaşkanı’na “olayları yatıştırdığı” için kızdığını görüyorum.
“Mesele büyüyecekti, çok gerginlik ve çatışma olacaktı, engel oldular” diye yakınan bir başbakana hiç rastlamadım bugüne dek.
Bir de olayları yatıştırdığı için Cumhurbaşkanı’nı “iki başlılık yaratmakla, durumdan vazife çıkarmakla” suçladı.
Cumhurbaşkanı Gül de dün Başbakan’a kibar bir dille ama aslında çok sert bir cevap verdi:
“Önce tabii Cumhurbaşkanı olarak Cumhuriyet Bayramı’nın bütün ülkede nezih bir şekilde kutlanmasıyla ilgili yetkililerin dikkatini çekmemden daha doğal bir şey olmaz. Ayrıca çift başlılık gibi bir şey de olmaz. Memleket idaresinde, ülke idaresinde çift başlılık doğru da değildir. Böyle bir şey zaten sözkonusu da değildir. Anayasamız, mevcut kanunlarımız hepimizin yetki ve görevlerini, sorumluluklarını zaten açıkça belirtmiştir. Bu bakımdan hepimizin yanlış anlamalara fırsat vermemesi gerektiği kanaatindeyim.”
Bayramın “nezih geçmesi” için gerekenleri yaptığını söylerken, altını fazla çizmeden bayramın “nezih geçmemesi” için gayret gösteren Başbakan’ı da eleştiriyor, ayrıca “anayasal yetkilerini” de hatırlatıyordu.
Cumhurbaşkanı’nın huzursuzluğunun gittikçe arttığı görülüyor.
Olayları yumuşatmaya, ülkeyi demokrasiye doğru çekmeye, Avrupa Birliği kriterlerini hatırlatmaya uğraşıyor elinden geldiğince.
Başbakan da ona “sen karışma” diyor, “sertliği engellemeye kalkma”.
Erdoğan dün de “ülkede açlık grevlerinin olmadığını” söyledi.
Aynı saatlerde Adalet Bakanı Sadullah Ergin, “683 kişinin açlık grevinde olduğunu” açıklıyordu.
İnsanlar adım adım ölüme yaklaşıyor, Başbakan “açlık grevi yok” diyor ve ölen insanları kurtarmakla ilgilenmek yerine, BDP’lilerin biraraya geldikleri bir yemekte çekilmiş resmini gösteriyor, “kuzu kebap yiyorlar” diyerek.
BDP’liler kebap yiyorsa, Başbakan’ın “olmadığını sandığı” açlık grevindekiler ölsün mü?
Öcalan’ın tecridinin kalkmasını, anadilde eğitimin başlamasını istiyor açlık grevine yatan mahkûmlar.
Öcalan’ın ailesiyle ve avukatlarıyla görüşmesi “hukuki” hakkı, Kürtlerin anadilde eğitim görmeleri “insani” hakları.
Bu iki hakkı da yok sayıp, açlık grevinin aslında olmadığını iddia etmek, “kuzu kebap” demagojisine girmek nasıl bir sonuç yaratacak?
PKK’yı suçlamak, bu hakların çiğnendiği gerçeğini değiştiriyor mu?
PKK’nın bu açlık grevlerini kendi stratejisi için kullanmasını istemiyorsan, bunun çaresi kebap masası resimleri göstermek değil, o hakları vermektir.
Başbakan Erdoğan, her toplumsal olayı “kişisel” almaya başladı, CHP’liler yürüyorsa bu Erdoğan’a karşı yapılmış bir saldırı, mahkûmlar açlık grevi yapıyorsa bu Erdoğan’a meydan okuma.
Toplumsal gerçekler, toplumsal olaylar yok, Erdoğan’ı kızdıran “kişisel” olaylar var.
Ve, Erdoğan hepsini cezalandıracak.
O “cezalandırma” anlayışının sonucunda, ben yazıyı yazarken ODTÜ alev alev yanıyordu.
Bunların çözüm bekleyen “toplumsal sorunlar”, bir başbakanın görevinin de bunları çözmek olduğunu, mahkûmları öldürüp, CHP’lileri dövmenin sorunları çözmeyeceğini Erdoğan’a kim anlatacak?
Biri anlatırsa Erdoğan bu gerçeği kavrayabilecek mi?
683 kişi ölümü beklerken “kimsenin açlık grevi yapmadığını” sanan bir akla nasıl güveneceğiz?
Üstelik bu akıl, başka her akla da düşman.
Acaba Üçüncü George’a “haşmetmeab o elini sıktığınız Prusya Kralı değil, bir ağaçtı” diyen kimse çıkmış mıydı?
Diyen olduysa Kral ona inanmış mıydı?
Ahmet ALTAN / TARAF