AHMET ALTAN BAŞBAKAN ERDOĞAN'A ATEŞ PÜSKÜRDÜ!
Ahmet Altan'dan Başbakan Erdoğan'ın manşet fırçasına yanıt geldi. Altan, Erdoğan'ı Kürt sorunu politikasıyla vurdu.
Taraf'ın tepe ismi Ahmet Altan bugünkü yazısında Başbakan Erdoğan'a yanıt verdi. Erdoğan'ın Taraf'ın önceki gün attığı 'Devlet halkını bombaladı' manşetine ateş püskürmüş, "istihbarat mit'den geldi' iddiasını kesin bir dille yalanlamıştı.
Altan, Başbakan'a 'sorun bizim manşetimizde değil kendi vatandaşını bombalayan devlette' diyerek yanıtlarken sözünü esirgemiyor ve hükümetin Kürt sorunu politikasını topa tutuyor. Taraf yazarı, Uludere'deki facianın perde arkasındaki tuhaflıkları sorgularken ilginç bazı notlar paylaştı...
İşte Ahmet Altan'ın Erdoğan'ı devleti demokratikleştimeyi değil sahip olmayı istemekle eleştirdiği "On gün" başlıklı yazısı:
Başbakan Erdoğan dün Uludere’deki katliamla ilgili açıklamalar yaparken, Taraf’ın “Devlet halkını bombaladı” manşetini de “insafsız” olmakla suçladı.
İnsafsızlık manşette değil.
İnsafsızlık, devletin otuz beş kişiyi bombalayarak öldürmesinde.
Erdoğan’dan beklenen, “halkını bombalayan” devletten hesap sorması, gazetecilerle polemik yapması değil.
Tabii, devletin içindeki “yapılanmaları” kalıcı bir şekilde temizleyip köklü bir sistem değişikliğine gidemeyince sonunda iş insanları öldüren “devleti savunmaya” geliyor.
Bu tür olaylar, “Ergenekon bitti, askerî vesayet geriledi, biz devletin kontrolünü ele geçirdik” aymazlığının sonuçları, bu sistem devam ettiği sürece bu devleti “sivillere” vermezler, sen devleti yönetiyorum sanırken devlet seni yönetir.
Devletin yöneticisi sensen bu katliamın hesabını ver, devletin yöneticisi sen değilsen, devleti halkın oylarıyla seçilenlerin yöneteceği demokratik bir sistem kur.
Böyle iki arada bir derede kalırsan, ne devleti yönetebilirsin ne de yeni bir düzen kurabilirsin, “bu insanları kim öldürdü” diye şaşırır kalırsın.
Kendi halkının cenazesine bile gidemezsin.
Bu, Türkiye’nin genel durumu, AKP’nin kararsızlığının Türkiye’yi ağır ağır yeniden soktuğu kanlı çıkmazın büyük resmi.
Bir de bu son facianın gerçekleri var.
Başbakan, Baransu’nun “MİT’ten o akşam istihbarat geldi” diyen haberini pek de kibar olmayan bir dille yalanlarken “Rapor o gece değil, dokuz on gün önce geldi” dedi.
Bu açıklama, son faciadaki “tuhaflıkları” daha da arttırıyor.
Garip bir “tuzak” kokusu var bütün bu olayda.
On gün önce gelen raporla ilgili kapsamlı bir araştırma niye yapılmadı?
Bugün Baransu’nun haberinde okuyacaksınız, gelen istihbarat raporunda “Bahoz Erdal’ın kaçakçı kılığında sınırı geçeceği” söyleniyor.
PKK’lıların “kaçakçı kılında sınırı geçeceği” söylenen bölge, “kaçakçı köylerinin” bulunduğu bölge.
Hemen hemen her gece o yoldan kaçakçılar gelip geçiyor.
Bu kaçakçılar, devlete yabancı olmayan, devletin neredeyse isim isim tanıdığı, güvendiği için sınırı açtığı, sıkıştırmadığı insanlar, nereye gidip geldiklerini, ne zaman gidip geldiklerini biliyor.
Şimdi, “kaçakçıların cirit attığı bölgeden kaçakçı kılığında geçeceği söylenen PKK’lılarla kaçakçıları birbirinden ayırmak için ne yapmalıyız” sorusuna cevap vermek için bir istihbarat âlimi ya da bir kurmay dehası olmaya gerek yok, yapacağın ilk iş “o bölgeye bir süre gerçek kaçakçıları sokmamak” ki karışıklık olmasın.
Peki, bu istihbarat raporundan sonra kaçakçılık denetimleri artmış mı?
Hayır.
Kaçakçıların o bölgeye girmesi engellenmiş mi?
Hayır.
Neden, PKK’lıların kaçakçı kılığında geçeceğine dair on gün önceden gönderilmiş bir istihbarat varken gerçek kaçakçıların o bölgeye girmesine izin verilmiş?
Bunun cevabı yok.
Mazlumder’in bu olayla ilgili raporunda, “özellikle son bir ayda kaçakçılara daha geniş bir geçiş serbestîsi tanındığı” söyleniyor.
Bu serbestî, son istihbarat raporuna rağmen niye devam etmiş?
Cevabı yok.
Neden, bombardıman başlamadan önce o bölgedeki birliklere, “Bu gece o bölgede kaçakçı grubu var mı” diye sorulmamış?
Bunun da cevabı yok.
Üstelik bombardıman başlayınca köy ahalisinden eski bir korucu, birliğe telefon edip “Bombardımanı durdurun, bunlar bizimkiler” demiş, cevap olarak, “Biz bir şey yapamayız Diyarbakır’ı ara” demişler.
Müdahale etmemişler.
Bütün bu cevapsız soruları yan yana koyduğunuzda, o zavallı köylüleri “kurban edecek” bir tuzağın hazırlanmış olması ihtimalinin çok güçlü olduğunu görüyorsunuz.
Aynı Dağlıca’daki, Aktütün’deki şüpheli belirsizlikler var bu olayda.
Her şey tuhaf, her şey akla aykırı.
Bu katliamın birinci kurbanı devletin bombalarıyla parçalanan 35 köylü.
İkinci kurbanı da kendini devletin “hâkim-i mutlak”ı sanan hükümet.
Kendine en fazla güvendiği sırada siyasi hayatının en ağır darbelerinden birini yedi, büyük bir prestij kaybına uğradı, devleti yönetemediği, duruma hâkim olamadığı ortaya çıktı.
Kürt meselesi çözümlenmediği sürece sivil bir hükümet bu devleti gerçek bir hükümet gibi yönetemez, her an bir tuzağa düşebilir.
Kürt meselesini çözecek olan da “eşitliğe, hukuka, hakka” dayalı demokratik bir yapı kurmaktır.
Erdoğan böyle bir yapı kurmayı beceremiyor, kendini medyanın yarattığı sanallık içinde “devletin egemeni” sandığından beri galiba kurmayı da istemiyor, bu düzen devam etsin, o da onu yönetsin istiyor.
Bu mümkün değil, bunun mümkün olmadığını bombalarla parçalanan 35 köylü hepimize gösterdi, hepimiz durumu görüp anladık, bir Erdoğan anlamadı galiba.
Onun da anlaması için daha kaç tuzağa düşmesi, daha kaç insanın ölmesi gerekiyor acaba?