’’paçozlaşma’’ Makus Talihimiz Mi?(Eblehliğin Kuşatıcı Ve Boğucu Diktatoryas
Entelektüeller halkla “uyuşmak” zorunda değillerdir. Halkla “iyi geçinmek” zorunda olan politikacılardır. Bu anlamda arada bir “ters orantı” vardır. Halkla iyi geçindiğiniz, onun gönlünü kazandığınız oranda “iyi politikacı” olursunuz. Oysa “iyi entelektüeller” ise genellikle “halkla iyi geçinemeyenler” arasından çıkar. Bu gösterilmek istendiği gibi “halka düşmanlık” değil bir tür tabii “zihniyet uyuşmazlığı”dır. Halka “ne kadar da harikasınız, süte batmış ak kaşıksınız, pırıl pırılsınız” demek entelektüelin işi değildir. Entelektüelin böylesi bir “vazifesi” yoktur. Sırf bu nedenle “Halka laf söyletmem arkadaş!” tutumu entelektüele değil daha ziyade politikacıya denk düşer. Dolayısıyla buna dayanarak bir “entelektüel” ya da “seçkin” düşmanlığı yapmamın da alemi yoktur. Entelektüel “sivri” sözler söyleme “hakkı” olan yegâne varlıktır…
ZİHNİYET “DÖKÜNTÜLÜĞÜ”NÜN SOSYAL VE SİYASAL TARİHİ!
İşte son günlerde daha çok “dar bir çevre” içerisinde süren (Ki, böyle sürmesi konunun “tabiatı” açısından normaldir.) “Paçozlaşma” tartışması bana bunları düşündürdü. Tartışmayı başlatan yazar Alev Alatlı ve sürdüren hatta bir anlamda “revize” eden ise -“hödükleşme” bağlamında- Prof. İlber Ortaylı idi. Her iki ismin de Türk entelijansiyasının en “kaymak tabakası”ndan gelişleri tartışmayı ayrıca “önemli” kılıyordu. Nitekim bu yüzden söz konusu yakıştırmayı onlar yaptığı için İslami kesim dahil pek itiraz olmadı. Hatta destek bile –Ayşe Böhürler gibi. - atıldı denebilir. Yoksa birileri hemen nem kapıp “vay sen ‘göbeğini kaşıyan adam’a mı çakıyorsun”, “bidon kafa’mı demek istiyorsun” a kadar getirilebilirdi. (O halde bu gibi konuları söylemek kadar söyleyenin de “kim” olduğu önemli olsa gerek!) Demek ki “Paçozlaşma”dan son zamanlarda her kesimden entelektüel şu veya bu ölçüde rahatsız imiş. Bu tartışma bir anlamda onun “dışavurumu” da oldu…
Ne var ki her yeni kavram gibi bu kavramda etraflıca tanımlanmaya ve içinin doldurulmasına muhtaç görünüyor. Aksi taktirde gene bir “kafa karışıklığı”na yol açacak ve “çorbaya dönmüş” yeni bir kavramımız olacak. “Paçoz”dan (Bir balık türü, fahişe, bakımsız, salmış) türetilen “paçozlaşma” daha ziyade bir kültürel hali, bir tavrı bir “duruş”u (daha doğrusu duruşsuzluğu) anlatıyor. Alev Alatlı’nın kullandığı yahut demek istediği şekliyle –anladığım kadarıyla- ise “Philistinism” (Filistinizm)’in belki de Türkçe’de tam karşılığı olamayacak “yaklaşık” bir durumu özetliyor. (Filistinizm: cahillik, zevksizlik, kültürsüzlük, sanata ve öğrenmeye karşı nefrete varan duyarsızlık.) Bu anlamda “çağrışımı” çok “bereketli” bir kavram bu…
Nitekim Alatlı, Koray Çalışkan’ın moderatörlüğünü yaptığı, İskender Pala ve Nihal Bengisu Karaca’nın’da dahil bulunduğu Habertürk’teki geçtiğimiz “3 Nokta" programı’nda kavramın “Filistinizm”e denk geldiğini belirtti. Ancak kavramın Filistin’i çağrıştırdığı ve dolayısıyla fonetik olarak yanlış anlaşılmaya müsait olduğu için kullanmayı pek tercih etmediğine de vurgu yaptı. Bu yönüyle “Yozlaşma”, “Bayağılaşma”, “Sıradanlaşma” ona en yakın tanımlamalar olsa gerek. Ancak hepsini de da aşan bir yanı var veya hiçbiri tam karşılamıyor. Belki de Türkçeleştirirken yeni bir tanıma vurgu yapmak gerekecektir. (Meselâ bende daha çok “döküntüleşme”, “pespayeleşme”, “çirkefleşme”, “zevzekleşme” çağrışımları yapıyor. Ve daha ziyade “alçak”, “soysuz”, “aşağılık” olma halini akla getiriyor.) Bu yönüyle henüz “sindirilme”ye muhtaç bir kavram gibi duruyor…
Aslında Alatlı kendisiyle Akşam Gazetesi’nde Şenay Yıldız tarafından yapılan röportajında iki kavramı, birbirini destekler/kuvvetlendirir şekliyle kullanıyor ve bu hali daha “tamamlayıcı” gibi. Alatlı yaşananları bir “eblehleşme ve paçozlaşma” süreci olarak tanımlıyor. Demek ki kavram tek başına fazla bir şey ifade etmiyor. Onu ancak “aptallaşma”, “ahmaklaşma”, “akılsızlık”, yahut “kıt akıllılık” la beraber okuduğumuzda bir “anlam” kazanabiliyor. Çünkü böylesi “kapsayıcı” bir durum sadece “bilgi ve kültür yoksunluğu” ile değil, aynı zamanda “zekâ yoksunluğu” da gerektirir. Ancak bu ikisinin yoksunluğundan “sosyal bir sonuç” çıkabilir o zaman. Yani iki katı tehlikeli bir durum!
PAÇOZLAŞMANIN YÜKSELEN TRENDİ!
Alatlı yeni kitabı “Beyaz Türkler Küstüler”i anlattığı aynı röportajda aslında “Paçozlaşma”yı çok daha “geniş” bir çerçevede kullanıyor ve Dostoyevski’nin “’Puşlost” (Poshlost) kavramına yakın içeriğine vurgu yapıyor; “Paçoz, kendi çıkarları için her yolu mübah sayan, küstah, beş para etmez, sokak kurnazı, zevzek, müptezel, basmakalıp, palavracı, rüküş, hoyrat, içtensiz, pespaye, nekes, terbiyesiz, aşağılık, ahlaksız, kalleş. Dostoyevski ’Puşlost’ (Poshlost) der. Topluma musallat olan, iblis ayarlı, paçozluktur, Puşlost.” Hatta bunu Ömer Seyfettin’in “Efruz Bey” tiplemesine, Aziz Nesin’in “Zübük”üne “kısmen” benzetiyor. Dahası onun eleştirilerinden Serdar Turgut (ki, paçozlaşma ile “akraba” bir kavram sayabileceğimiz “vasatizm” konusunu ilk gündeme getirendir), Ertuğrul Özkök, Ayşe Arman, Rahşan Gülşan, İvana Sert, Eda Taşpınar, Cübbeli Ahmet Hoca’da paylarını alıyorlar. (Herhalde listenin daha “kabarık” olması lâzım!) Dünyada da Berlusconi veya Sarkozy “tipik paçozlar” oluyorlar ona göre. Ben ise en çok “hızlandırılmış kapitalizm” süreciyle birlikte “CEO’ların ortaya çıkması ve devlet başkanlarının kalitesizleşmesi aynı döneme rastlaması” tespitini ilginç buldum.
Bununla birlikte kavram “bilimsel” bir kavram düzeyinde durmuyor. Daha çok bir “tepki” yi ifade ediyor. Olabilir. Bazen bir “tepki” işe yaramayan onlarca kavramdan daha etkilidir. Üzerinde “hemfikir” olunamaması biraz da bu yüzden. Örneğin Prof. İlber Ortaylı “Paçoz sokak lafı, onun için kullanmam. Kavramların çok sarih, tercüme edilir olması veya literatürde kullanılmış olması lazım.” derken aynı kaygıyı dile getiriyor. Onun yerine “niteliksizleşme”yi öneriyor. (Ben olsam “çapsızlaşma” derdim!) Ancak tabii ki bu kavram “paçozlaşma”nın yanında çok “kuru” kaldığı için aynı etkiyi yaratamıyor. Fakat İstanbul bağlamında kullandığı “hödükleşme” aşağı yukarı benzer bir etkiye sahip. Bu anlamda çok daha işlevsel. Alev Alatlı’nın “paçozlaşma”sı da (belki birkaç gömlek daha çarpıcı) aynı işlevselliğe sahip. Varolan durumu acı bir şekilde ironize edebiliyor. Bu anlamda biraz da “provokatif” (kışkırtıcı) kalıyor. Olsun! Şu sıralar böylesi “sarsıcı” iteklemelere ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Bunu da ancak “iğneleyici” ve “ufuk sahibi” entelektüeller yapabilir.
DEMOKRASİ “PAÇOZLAŞMA”YA DAVETİYE Mİ ÇIKARTIYOR?
Bu arada konudan biraz “sapma” gibi görünse de Alev Alatlı’nın Star Gazetesi’nden Fadime Özkan’la yaptığı bir diğer röportajında “demokrasi” üzerine söylediği “ezber bozan” sözlerini tebrik ettiğimi belirtmeliyim. Entelektüellerin “demokrasi”yi adeta “din” mertebesine yükselttiği günümüzde demokrasi de adeta “uhrevi” bir rejim haline geliyor. Bu anlamda Alatlı’nın “çıkışı”nı çok önemli ve çok “aydınca” buluyorum;
“Benim eleştirdiğim, ’demokrasi’yi rahmetli Meriç demesiyle ’demopedi’ ile karıştıran sığlıktır. Sıradan insanların yönetiminin toplumu ’niteliksizleştirmesi’ gibi bir tehlike vardır. Ben buna işaret ediyorum. Bakın, ’benim neyim eksik?’ sorusu, demokratik bir hak talebi olabilir, ama ya ’eksikse?’ Demek ki, bir yerde ehil olanla olmayan arasında ayırım yapmak gerekecektir. Ben ‘demokrasi’ lâfzının ayırım kriterlerini bulandırmasından korkarım. Nepotizmin ‘demokrasi’ lâfzının arkasına saklanmasından korkarım…Sen ben bizim oğlan diye bir tür korumacılık, ‘biraz düşük ama olsun ya, bizim çocuğumuzdur’ demek. Bunun bahanesi de ‘nesi eksik canım’dır. Bunun olumsuz etkileri vardır, döner döner sizi yere yapıştırır. Bizdendir diye mesela İETT’den birisini alıp Atom Enerji Kurulu’nun başına koyamazsınız, koymamalısınız gibi.”
Ayrıca bugün demokrasiye yönelik her eleştiri adeta “darbecilik”le eş anlamlı anılıyor. (Halbuki askeri darbelere önderlik edenlerin aynı avami madalyonunun “diğer yüzü” oldukları geçmiş pratikleriyle yeterince anlaşılmıştır!) Eğer bu bir “cahillik” türü değilse o halde kasıtlı bir çarpıtmadır. Her gerçek entelektüel bilir ki, Platon’dan bu yana “demokrasi” fikri tarihi boyunca ciddi eleştiriler almış ve gerçek entelektüeller demokrasinin bünyesindeki “açmazları” teslim etmekten geri kalmamışlardır. Bu eleştiriler o kadar sert ve acımasızdır ki bizim bir kısım “yeni-cahil” entelektüelimiz ya bunlardan haberleri yokmuş gibi davranmakta ya da –daha kötüsü- gerçekten haberdar bile değillerdir. Diktatörlükleri, darbeleri, faşizmleri eleştirmek artık kolaydır. Emperyalizm dahil zaten herkes bunu yapıyor. Bunun için “entelektüel” olmaya gerek yok, “sokaktaki adam”da böyle düşünüyor. Oysa bugün ciddi ve sağlam “demokrasi eleştirisi” yapabilen entelektüellere ihtiyacımız var. Hatta demokrasi eleştirisi olmayan “entelektüel”de olamaz bana göre. Çünkü mevcut haliyle demokrasi de “paçozlaşma”nın “siyasi tezahürü” olmaktan bir adım öteye gidememiş görünüyor!...
BU KONUDAKİ RAHATSIZLIK “YENİ” DEĞİL!
Elbette ki bu bir “yükselen trend” ise o trendin her alanda yansımaları var. Toplumda, mimaride, kültürde, medyada, siyasette, medyada, vb. Üstelik bu yöndeki şikâyetler hiç yeni olmadığı gibi Alev Alatlı’nın tepkisinden de ibaret değil. Üstelik “evrensel” bir durum söz konusu. Bu anlamda “birebir” örtüşmese de Alatlı ve Ortaylı’nın düşüncelerinde çağımızın en büyük düşünürlerinden ve benim de hayranı olduğum İspanyol Jose Ortega Y. Gasset’e (1883-1955) ait “esintiler” buldum veya bulmak istedim. Aynı ruhsal saik ve kaygılara “oturduğunu” düşündüğüm “seçkinci” kalıbına uyan bir “tarz”dı bu. (Seçkincilik, seçkin olmak nasıl da “kötü” kavramlar haline getirildi. Oysa seçkinleri olmayan, koruyamayan, seçkin bir kültür üzerine oturmayan tüm toplumlar “çökmek” durumundadır.) Gasset’in büyük eseri “Kütlelerin İsyanı”nında anlatılanlarla “çakışmalar” hissettim. (Bedir Yayınevi. 1976. Çev: Nejat Muallimoğlu. Yeni baskısı 2007 yılında Erguvan Yayınevi tarafından yapıldı.) Alev Alatlı şimdi onun çok daha günümüze uygun ve kapsamlı bir “hatırlatması”nı yapıyor bence. “Kütleleşme”nin kaçınılmaz sonucu “paçozlaşma” oluyor bana göre…
İkinci olarak –gene “doğrudan” bir alakası olmasa da- bana yakın zamanda seyrettiğim bir filmi aklıma getirdi. Filmin adı “İdiokrasi.” (Geri Zekâlılar Yönetimi) 2006, ABD yapımı bir film. Yönetmenliğini Mike Judge’un yapığı bilim-kurgu ile kara-mizah karışımı filmde bir ordu projesinde “denek” olan iki kişi kaza sonucu geleceğe (500 yıl sonraya) yollanıyor. Aslında “normal zekâlı” olan bu iki insan gelecekteki toplumun zekâ ve kültür seviyesinin iyice düşmesinden dolayı “süper zeki” muamelesi görüyorlar. Çünkü toplum artık “İdiokrasi” ile yönetilmektedir. Bu niteliksizlerin “üreme” oranı sayesinde “doğal yoldan” sağlanmıştır. Örneğin bir porno oyuncusu ABD’nin gelecekteki başkanıdır. “Kıç” isimli film en büyük sanat eseri muamelesi görmektedir. Herkes cahil, obez ve televizyon aptalıdır. Yarışma programları en temel eğlence araçlarıdır. Dil tanınmaz haldedir ve herkes argo, küfür ve el-kol hareketleriyle anlaşmaktadır. Tüketim fetiş halindedir. İnsanların hiçbir soruna duyarlılıkları kalmamıştır. Herkes “idiot” olduğu için de kimse gelinen noktadan rahatsızlık duymamaktadır. Giyim, kuşam, beğenilerine varıncaya kadar tam bir “gerzek ırkı” ortaya çıkmıştır. Adeta bir “tersine evrim” süreci yaşanmıştır. “Hormonal algı” ön plandadır. Ne yazık ki bu güzel temalı film sanırım bir başka “idiot”luğun ya da “paçozlaşma”nın kurbanı olmuşa benzemektedir. Gene de okurlarıma izlemelerini tavsiye edebilirim. Böyle giderse “paçosizm” ya da “paçokrasi” de (tanımları ben uydurdum) olabilir belki de!
Kısaca “paçozlaşma”nın dün, bugün veya gelecekte birçok tezahürü vardır ya da olacaktır. Üstelik her kesimde “yüksek yayılım hızı”na sahip görünmektedir. Daha çok “etik” alanı kapsar gibi görünse de aslında sosyal bir “fenomen”e dönüşmektedir. Üzerine daha çok şey söylenebilir elbette. Ancak ben bu tartışmanın bir anlamda bende bıraktığı serbest “çağrışımlar”ı sıralamaya çalıştım. Kimileri kavramı “kaba”, “sert” hatta “avami” bulsa bile önemli değil. Çünkü hiç şüphesiz tartışmanın bizatihi kendisi hayati önemdedir…
Atilla AKAR
[email protected]