16 Mar 2012 01:00
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 13:26
''28 ŞUBAT'TA BEN DE MAĞDUR OLDUM!'' MEHMET ALTAN MEDYARADAR'A KONUŞTU!
Medyaradar'ın usta röportajcısı Yüksel Şengül, son dönemin en çok konuşulan isimlerinden olan Mehmet Altan'la buluştu. Altan, Türkiye'deki medya ve siyasetin durumundan, ülkeyi bekleyen ciddi çalkantılara kadar her şeyi cesurca açıkladı.
İstanbul Üniversitesi’nin, sahaflara açılan meydanına bakan ve Beyazıt Kulesi yanındaki tarihi binasında bulunan İktisat Fakültesi’nde, ders çıkışı buluştuğumuz odasında konuştuk Mehmet Altan’la…
Eskiden de olurdu da bilinmez miydi ya da son dönemde arttığı için mi yazarın çizerin ekmekleriyle ve özgürlükleriyle daha fazla oynandığını görüyoruz?
Bu sorunun cevabını verirken, bizde basının medyanın ortaya çıkışıyla Avrupa’daki çıkışını kıyaslamak daha doğru olacaktır. Avrupa’da gazete, burjuva döneminin bir buluşudur. Kilisenin mutlak monarşisine başkaldıran burjuvanın çabalarıyla doğmuştur.
Bizdeki ilk özel gazete ise William Churchill adlı bir İngiliz’in, kuş avı sırasında bir çocuk vurması ve sonrasında tevkif edilip içeri alınmasından doğan bir kargaşayla ortaya çıkmış. Adam çifte vatandaş olduğundan, Avrupa’nın baskısı üzerine serbest kalıyor ve bu sırada padişah, ondan özür mahiyetli olarak kendisinden ne istediğini sorduğunda, Churchill “Bir gazete çıkarmak istiyorum” diyor ve süreç başlıyor. Gazete önce çok satıyor ancak sonra satış düşünce William Churchill saraya gidip padişahtan destek istiyor ve gazete yarı resmi bir hal alıyor. Yani temel olan, gazetenin masraflarının halk tarafından ödenmesidir, padişah tarafından değil…
Ülkemizde durum nedir?
Biz en az gazete okunan ülkelerden biriyiz. Bu yüzden para ödemediğimiz bir gazeteden, özgürlük, çoğulculuk, eleştirel bakış, yorum ve analiz gibi başlıkları beklemek mümkün olmuyor. Her dönem buna rastlanıyor ama garip olanı, Türkiye’nin ileri demokrasiye geçmeye çalıştığı bir dönemde bu tarz eksiklerin göze batar bir halde çoğalması.
Öyleyse anlattıklarınız doğrultusunda düşünürsek, gazeteciler de bu durumdan çıkar sağlamak istiyor.
Kendisine ekonomik olarak çıkar sağlamak isteyenlerden ziyade, medyanın parayı nereden kazandığına bakmak lazım. Çünkü gazetelerin hali hazırda, satış fiyatının üzerinde bir maliyeti var. Halk bu farkı ödemediği vakit, bunu ödeyen egemen oluyor. Bu da zaman zaman asker, zaman zaman ilan veren, zaman zaman da bugün olduğu gibi siyaset oluyor. Evet, medyaya siyaset egemendir.
Yani zaman geçiyor ama sistem aynen devam ediyor…
Sistemin sağlıklı işlediği bir toplumda gazeteler, toplum adına devleti denetler, demokratik ilkelerden taviz vermez ve bunu çoğulcu bir şekilde gerçekleştirir. Eğer böyle bir toplum yapısı varsa, orada medya ve gazeteler özgürlük konusunda büyük bir adım atmış demektir.
Olayın temel çözümü, gazete okunması ve okurun gazetesine sahip çıkması değil midir?
Sahip çıkması için de gazetenin halkın dertlerini anlatması lazımdır. Yani siz sürekli yönetenlerle ilgili, ya da parayı verenler üzerinden bir yayın yapıyorsanız bir şeyler yanlış demektir. ‘Halk gazete almaz, okumaz’ diyerek belli kesimleri, köylüyü, işsizi haberlerin dışında tutarsanız sorun çözülmez, aradaki uzaklık artar. Geçtiğimiz günlerde gazetede önemsediğim bir röportaj gördüm. Tarımda mülkiyetle ilgili bir konu hakkındaydı, ancak sonradan baktım ki bu röportajın yayınlandığı sayfayı Tarım Bakanlığı satın almış. Belki de sorunların çözümü için böyle çalışmak lazım. Medya düzenini büyüteç altına alıp inceleyelim, bunun dışındaki tüm tartışmalar siyasi oluyor. Siyasi olduğu vakit de menziline varamıyor. Medyanın finansmanı çok önemli bir konu.
Bu süreç içinde siz de ne yazık ki nasibinizi aldınız ve bir şekilde çalıştığınız gazeteden ayrılmak zorunda bırakıldınız. Bu olay sonrası nedense ısrarla sizi arayanlar üzerinde duruldu. O dönemde bu çok konuşuldu, dahası Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ün aradığı da söylendi.
Valla bu konular geride kaldı. Arayan da oldu, aramayan da. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün beni araması haber midir? Ayrıca arayamaz mı? Neyse bu konuya tekrar dönmek istemiyorum. Dediğiniz gibi nedense ısrarla bu konu üzerinde duruldu.
İş teklifinde bulunan oldu mu peki?
Esas mesele medya düzenini konuşmak dendiği vakit, yani bunun söylenebilmesi için piyasanın medya üzerinde egemen olması lazım. Piyasanın, halkın egemen olmadığı bir medyadaki kart dağıtımı, arz ve talep dengesiyle doğal olmayacaktır.
Yani belki de iş teklifinde bulunacak olanlar ikileme düşüyorlar diyorsunuz.
Burada normal bir düzen yok ki. Medya düzeni hiçbir zaman normalleşemedi, medyanın kendisi de hiçbir zaman normalleşemedi. Yani 28 Şubat’ı konuşuyoruz ama o zamandan bu yana 15 sene geçmesine rağmen, sistem değişmedi. Buna basın ve mülkiyet yasasındaki değişiklikleri de dahil ediyorum. Temel olarak, medyayı çoğulcu hale mi getirmek istiyoruz yoksa onu ele geçirmeye mi çalışıyoruz. Bu sorulara cevap verilmeden bana gelecek iş teklifinin bir anlamı yok ki.
Esas sorulması gereken bu olmalı diyorsunuz.
Temelde sorunlar başka. Türkiye bu konuları konuşmuyor ve Kovboylar’la Kızılderililer kavgası yapılıyor. Beni hayatı boyunca okumamış, izlememiş insanlar hakkımda yorum yapıyor. Benim yazı çizi ve üretim faaliyetlerimi bilmeyen insanlar, kendi siyasi düşüncelerine göre insan üzerinden söz söylemeye kalkıyorlar. Bir bilim adamı olarak temel dayanakları olmayan ve ayakları tabana basmayan bu eleştirilere de hayretler içinde bakıyorum.
Söz konusu gazeteden ayrılırken haklarınızı aldınız mı?
Benim hiçbir gazetede bu tarz bir kontratım ve mukavelem olmadı. Ben İstanbul Üniversitesi’nin hocasıyım ve yazı yazmayı da kürsüyü biraz genişletmek olarak görüyorum. O yüzden, işler istediğim gibi gitmediği vakit hangi gazetede olursam olayım kapıyı çeker çıkarım.
Çizdiğiniz çerçeveye göre, kalemiyle hayatını kazananlara nasıl bakmalıyız peki?
Ben köşe yazarlığı yapıyorum ve bu bir meslek haline geldiği vakit de bütün özünü ve niteliğini kaybeder. “Bu bir iştir, onu kaybetmeyeyim” dediğiniz vakit sorun yaşarsınız. O yüzden Türkiye’de arşivleri konuşturduğunuzda, bu işten alnının akıyla çıkacak adam sayısı çok azdır. Ben buna hiçbir zaman meslek olarak bakmam. İnsan yaptığı işten para kazanmak ister ama para kazanmak için yazı yazılmaz. Böyle bakmaya başladığında, ilkesiz, zamana ve zemine göre yazmaya başlarsın.
İyi ama bütün bedelleri hep yazarlar mı ödeyecek? Zamanında babanız Çetin Altan da çok eleştirildi, çok emek verdi, dahası ölüm tehditleri bile aldı.
İlkeli bir davranışın, kendi doğrularının peşinde koşmak yerine, pozisyon siyaseti yaparak yazı yazılamaz, yazılır ama kalıcı olmaz. Yazılarınız karşınıza çıktığı vakit yüzünüz kızarır ve kendi kendinize karşı huzurlu olamazsınız. Para kazanmak için yazı kullanılmaz. İnsan yazdığı yazının para etmesini arzular ancak kendi ilkelerinden de taviz vermek istemez. O yüzden de, yazılan yazılar üzerinden bir tartışma yapalım isterim. Kitaplar, duruşlar üzerinden yapılsın. Halk bu yazıları okumadığından, isabetsiz ve ilkesiz öngörülerde bulunan yazarlar ne yazık ki elemine olmuyor. Zaten yazarın işvereni, Türkiye’nin okuruna göre değil de reklam verene, askere ya da siyasetçiye göre tavır alıyorsa, o yazarın ilkeli yazma şansı olmaz ki.
O ilkesiz olan yazıları yazanların yüzdesi nedir?
O konuya da pek girmem, çünkü bir şekilde onları merak edenler, Türkiye’nin geçmiş sürecinde yaşanılanlarla ilgili kimin ne yazdığını, nasıl bir tavır ve duruş sergilediğini internetten görebilir.
Şunu merak ediyorum, kalemiyle hayatını kazanmaya çalışan nasıl para kazanacak? Bir çelişki yok mu?
Para almasın demiyorum. “Yazının işvereni var mıdır?” diye soruyorum. Adama mı yoksa yazıya mı para veriliyor? Ben başka bir tartışma yapıyorum. Tabi ki insan, emeğinin karşılığını alacak, bununla ilgili bir şey söylemiyorum.
Ülkemizde para adamı mı yazıya mı veriliyor?
Köşe yazarlığına bir meslek olarak bakmaya başladığımızda, bunun ilkelerinin belirlenmesi lazım, bazı unsurların saptanması gerek. Yazılanlar ve yazılamayanlar diye bir ayrım başladığı vakit bu bir sıkıntıdır. Kimler neyi yazar kimler neyi yazamaz diye bir liste yapıp, bunu bir şablon haline getirdiğinizde, sıkıntılı bir döneme girmişiz demektir. İnsanlar “Bu konuda ya da kişi hakkında daha kolay yazarım, kendi tarafımdaki adam hakkında yazmam” düşüncesiyle bir otosansür yapıyorsa, orada sağlıklı bir süreçten söz etmek mümkün olmaz. Türkiye’de pek çok yazar bunu yaşıyor.
Bu sorunların çözümüyle ilgili bir çaba gösterilmiyor mu?
Tabi ki hiçbir zaman gösterilmedi. Ve bugün de hala gösterilmiyor.
Basın tarihimizin son 40 yılı nasıl geçti peki?
Uluslararası sermayeyi aşamadığımız ve bu yüzden de bağımsızlığımızı yakalayamadığımız bir süreç yaşadık. Aslında ne yazık ki bu durum halen devam ediyor. Çok önemli bir cümle ama gözden kaçabiliyor; gazetelerin fiyatının üzerinde bir maliyeti var. Peki, bu parayı kim verecek? İşte yıllardır içinden çıkamadığımız açmaz budur.
İş adamları aslında akıllı ve zeki insanlar, elbette para kaybetmek için gazete patronluğu yapmazlar…
Sonuçta bir iş adamı için medya patronluğu yapmak muazzam bir üstünlük getiriyor. Ondan sonra doğrunun peşinde koşmak gerekiyor ama… Yahu doğru da para getirmezse, adam doğruyu söylerken para kaybediyorsa, çıkarlarıyla çatışıyorsa, neden doğruyu söyleyenin peşine gitsin. Gerçek gazetecilikte doğru para getirirken, bizde doğru kaybettiriyor.
Bazı isimler var biliyoruz; Fehmi Koru, Bekir Coşkun, Ece Temelkuran, Banu Güven, Can Dündar, Ruşen Çakır, Nuray Mert, elinden kalemi alınan, ekranda işine son verilen habercilerimiz. Bilinenler var, belki bilinmeyenler de var, hapishanede olanların sayısı da fazla. Bu büyük bir sorunsa, ki öyle görünüyor, o zaman medyanın şöhretli ve namlı isimleri neden ses çıkarmıyor?
Bir şekilde iş kaybetme riski arttığı vakit, bir doğrunun ve ilkenin peşinden koşma fikri ve güdüsü zayıflıyor. O zaman pozisyon siyaseti öne çıkıyor. Doğrunun peşinde koşmak insanların başına bela getiriyorsa nasıl olacak? Bence soruna, isimler üzerinden değil, Türkiye’de doğrunun peşinden koşmak insanların hak ettiği manevi getiriyi sağlar mı, bela mı getirir diye bakmak lazım. Mesela ‘Ahlaklı olun’ denir, ahlaksızlık daha büyük rant getiriyorsa, neden ahlaklı olsun adam!
O zaman ses çıkaramıyorlar…
Türkiye’de her zaman doğrunun peşinde koşmanın riski vardır. Çünkü doğrunun kendisi kazandırmıyor, kaybettirebiliyor.
Bu da genç gazetecilere kötü örnek oluyor ve o kısır döngü hep aynı şekilde devam ediyor.
Değiştirmek adına pes etmeden koşmalısınız. Ben bu yaşımda neden hala Avrupa Birliği üyeliğine girmemiz gerektiği konusunda konuşuyorum. Çünkü o zaman Türkiye uluslararası sistemin parçası olacak. Ancak ne yazık ki AB’nin istediği fiili reformları yapmıyor, aksine ona tavır alıyoruz. Türkiye’nin dünyaya entegre olmasına çalışmazsan, kuşaklar boyunca aynı şeyleri yaşayıp durursun. Halbuki dünyanın parçası olduğun vakit, ilke geliyor, kural ve denetim geliyor, herkes bulunduğu yerin padişahı olmak istediği vakit bu olmuyor. Onun için de gençler bundan bunalıyorsa ısrarcı bir şekilde değiştirmek için uğraşmalılar.
Siz bilirisiniz diye düşünüyorum. Uğur Dündar ne yapıyor, haberiniz var mı? Bir iş bulabildi mi?
Şu anda işi olmadığını biliyorum. Uğur Dündar gibi önemli bir haberci ne yazık ki köşesinde.
Türkiye’nin en önde gelen gazetecilerinden biri olan Uğur Dündar da işsiz. Demek ki Türkiye’de farklı bir süreç yaşanıyor. Normal olmayan bir süreç…
Bu her zaman böyle oldu. Ben de ciddi bir 28 Şubat mağduruyum. Orgeneral Çevik Bir, 20 yıldan beri yazı yazdığım Sabah gazetesinin patronuyla buluşup benden ve yazılarımdan ‘Rahatsız’ olduklarını söylemişti. Yani aslında rahatsız olanlar değişiyor ama basından rahatsızlık hiç değişmiyor. Ne acı bir durum.
Genelde dünyanın değiştiğini ama Türkiye’nin değişemediğini savunuyorsunuz, bunun nedeni ya da nedenlerini konuşalım mı?
Bunun bir sürü tarihsel nedeni var ama toplum yeryüzüne ayak uydurmaktan kazanç sağlayacağına inanmıyorsa, bu değişim zaten olmaz. Sanırım halk şu anda böyle düşünüyor. Toplumların kaderleri vardır, bazıları bu değişikliği yapar, bazıları da bizler gibi çok yaklaştığı halde geri döner.
Peki, biz hep böyle çalkantılı mı yaşayacağız?
Belirsizlik daha da büyüyor. Bir de bunlara sosyolojik olarak baktığınızda, her on yılda bir sosyolojik çevrimleri vardır Türkiye’nin. Ülke olarak, her on yılda bir önemli değişimler yaşarız. Mesela geride bıraktığımız 2000 – 2010 yılları son derece iyi bir dönemdi. Ancak bizi bekleyen 2010 – 20 dönemi sosyolojik olarak negatif durumların yaşanacağı bir süreç olacak gibi görünüyor. Siyasetteki büyük ikbal kavgası, adeta bir fetret devrindeymişiz gibi hissettiriyor. Bir reform, ileriye gitmek için değil de kendi yolunda gitmek adına yapılırsa yenileşme durur ve patinaj artar.
Bazen hepimiz çok umutlanıyoruz, bazen de umutsuzluğa kapılıyoruz bir anda. Mesela, geçende cennette arsa satanların ortaya çıkışı beni bir anda umutsuzluğa itti…
Önemli olan cennette arsa satımı değil, ondan alışveriş yapanın var olması. Ülke nüfusu genç deniyor ama 25 yaş üzerindeki nüfusun ortalama eğitim düzeyini aldığımızda bunların çoğunun orta ikiden terk olduklarını görüyoruz. Ülkede 23- 24 milyon insan çalışıyor, yüzde 60’ı mesleksiz. Bizim düzelmemiz ve ileriye gitmemiz için yeryüzünün lehimize esen rüzgarlarıyla sarmalanmamız lazım. Ancak ‘Buranın padişahı olma’ algısı bunu engelliyor.
Mehmet Altan, her türlü zor koşullara rağmen yazmaya devam edecek mi?
Ben bu tür bir yaşamın ve zorlukların göbeğinden geliyorum. Bu tarz şeyler beni engelleyemez. Hayatım boyunca başka bir şey görmedim ki zaten.
Telefonlarınız dinlendi mi?
Evet, telefonlarım dinleniyor. Geçen gün bunun belgesini çıkardılar. 2008’de MİT İstanbul Bölge Başkanlığı adımı ‘Pastör’ olarak değiştirip, numaramın dinlenilmesi için mahkemeye başvurmuş. Ne hikmetse mahkeme de buna çok hızlı ikna olmuş ve beni dinlemişler. Geçtiğimiz günlerde bunun belgeleri yayınlandı. Bu belgelerden anlıyorum ki, telefonlarım hala dinleniyor. Bu yüzden hem tazminat davası açtım, hem suç duyurusu yaptım. Bütün haklarımı kullandım, sonuçlarını bekliyorum.
Son yıllarda halkın tek eğlencesi televizyon oldu. Oradaki dizi kahramanlarının hayatlarını izlerken kendimizi unutuyoruz. Bir dönemin Latin Amerikası’nda, siyasetin en büyük kalkanı futbol olmuştu. Bir anlamda halkın pasifize edilmesi görevini günümüzde diziler mi üstleniyor? Dizilerle uyuşturuluyor muyuz?
Sanayi toplumlarında kentlileşme olgusu yoktur. Çünkü orada insanlar makineleşmenin doğal neticesi olarak bu adı almışlardır. Oysa ülkemizde kırsal kesimden kente göçlerin çok olması yüzünden böyle bir kavram ortaya çıkmış. Tabi ki bu tarz insanlar yaşam koşullarının getirdiği farkları aşmak ya da ekonomik imkanları yüzünden televizyona daha fazla bağımlı olmak zorunda kalıyor. Bir de kitap okuma ve tiyatroya gitme oranımızın düşüklüğünü eklersek, bunun pasifize etmekten ziyade doğal bir döngü olduğunu söyleyebiliriz. Kaldı ki bu durum yurt dışında da benzer şekilde ilerliyor.
Sizin takip ettiğiniz ve izlediğiniz diziler var mı?
Yani dinlenmek için evde olduğum zaman tüm dizileri takip ediyorum.
Televizyondaki açık oturumları izliyor musunuz? Sanki biraz danışıklı dövüş gibi sürdürülüyor.
O programlarla ilgili en hoşuma giden tespitlerden birini Cengiz Semercioğlu yaptı. Bizim, görüşlerini bildirmek için tartışma programlarına çağırıldığını zannettiğimiz 10 -15 kişiden oluşan bir liste yaptı ki, hepsi milletvekili olmuş. Böyle bakınca, bizde tartışma programları siyasete selam çakma mıdır yoksa fikir tartışması mıdır, bilemiyorum. Ayrıca Cengiz’in yazısında bir başka liste vardı ki o da şu anda tartışma programlarına katılan geleceğin muhtemel milletvekilleriyle alakalıydı. Çok güzel bir tespitti.
Uzun yıllardır İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde profesörlük yapıyorsunuz. Bu süreçte, öğrencilerinizin durumuna bakınca ülkenin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Bir şekilde bunu değerlendirme kriterlerinize göre sonuçlar değişebiliyor. Daha hayata dönük ama derinliğe ilgi duymayan yeni bir kuşak var. Baktığınızda, üniversitelerdeki gençler de genel sosyolojik yapıdan bağımsız değil. Ülke olarak sosyolojik bir genişleme içindeyiz ama o anlamda derinliği yitirme sürecini üniversiteler de yaşıyor.
80 sonrası apolitik gençlik imajı kırıldı diyebilir miyiz?
Buradaki mesele politizasyon değil, buradaki mesele merak. Hayata meraklı bir ruh haliyle bakmazsan yaşadıkların ve yaklaşımların değişiyor.
Ekonominin profesörü olarak Türkiye’nin ekonomik durumunu nasıl görüyorsunuz?
Türkiye’nin mevcut yapısı içinde olumlu bir şekilde attığı adımlar var. Ama bu konuda yavaş yavaş sınıra geliyor. Mevcut çeperler içinde daha olumlu yol almamız zorlaşıyor. Yapısal sorunlarımız gündeme geliyor, bu sorunları çözmeden ertelediğimiz ve yok saydığımız sürece de istediğimiz büyümeyi sağlayamayız.
İlk 10 ülke arasına girmeyi düşünürken, kötü de olabilir diyorsunuz…
Türkiye şu anda sadece ekonomi anlamında değil her açıdan çok belirsiz. Kırılganlığı ve yapısal sorunları olan bir yerde, her türlü sosyal ve siyasal çalkantı da ekonomiyi negatif etkileyebilir.
“İkinci cumhuriyet”in fikir babalığından, “Yetmez ama evet” kampanyasına uzanan bir geçmişiniz var. İçinde bulunduğunuz durum açısından AKP’ye karşı tavrınızda bir değişiklik var mı?
Benim siyasetten beklediğim, kişilerin ya da kurumların değil, ülkenin değişmesi. Bu olmadığı vakit bir şeylerin değişmesi adına bağırmayı sürdürüyorum. Siyaseti o kadar önemsememek lazım.
Peki, ülke olarak yeniden bir askeri darbe yaşar mıyız?
Cami ve kışla ikileminden bir türlü çıkamadık. Bu ikilemden çıkamadığımız sürece de her zaman bir rövanşist ters dalganın da olabileceğini düşünüyorum.
Ordu ve asker şu anda pasifize durumda değil mi?
Ordunun imajı geriletildi ama mevzuat 12 Eylül rejimidir ve dimdik ayaktadır. Biz 12 Eylül rejiminin getirdikleri çerçevesinde yaşıyoruz. Siyaset, bunu demokrasiyle yer değiştirmek yerine, ele geçirmeye çalışıyor. YÖK bunun en güzel örneklerinden biri.
Silahlar her an patlayabilir mi?
Eğer böyle bir rövanş söz konusuysa, demokrasiye geçmeyi kurumsal olarak hedeflemediğiniz vakit, bir başka rövanşa da imkan veriyorsanız bu zemin kendiliğinden hazırlanıyor demektir.
Eğitimde yapılan yeni değişiklik hakkında ne söylemek istersiniz? Gerçekten çocuk gelinler ve işçilerin sayısı daha mı artacak?
Burada temel sorunun tartışılmadığını düşünüyorum. 28 Şubat’tan rövanş almak diye bir şey var, bu çağa uymaya yönelik amaçlar olsaydı daha hayırlı olurdu. O dönemde kışla, cami anlayışından rövanş almak istiyordu. Siz 28 Şubat’ın izlerini sileceğiz diye geldiğiniz vakit, Türkiye’nin ihtiyaçlarına ve çağa uygun değişiklikler yapmalısınız. Siz de kışlanın mantığıyla hareket ederseniz, bu bir reform mantığı olmaz ve o dönemin izini silmiş olmazsınız.
Tüm bu koşturmalarınızın ötesinde Ümit Hanım’la olan evlilik hayatınız nasıl gidiyor?
Evlilikte önemli olan yaşadığınız aşkın, dostluk ve arkadaşlığa dönüşmesi ve onun korunmasıdır. Uzun zaman bunu sürdürebilmek de son derece keyifli.
Babanız Çetin Altan ve ağabeyiniz Ahmet Altan’la sık sık konuşup dertleşiyor musunuz?
Vakit darlığı yüzünden sıklıkla görüşmek mümkün olmuyor. Babamla mümkün olduğu kadar görüşmeye çalışıyorum ama Ahmet’le daha az görüşüyoruz.
Ülkenin ya da sizin içinde bulunduğunuz durumla ilgili olarak fikir alışverişinde bulunuyor musunuz?
Ağabeyim hissettiği tehlikeleri söyler. Ama babam, tabi ki bu konuda çok daha deneyimli ve Türkiye’nin gerçekleri üzerinden daha fazla endişeleri olabiliyor. Bu tarz karşılıklı endişelerimiz olduğunda, bunu karşılıklı olarak ifade etmekten çekinmiyoruz.
Meclis’te yer almak ister misiniz? Bildiğiniz gibi uzun yıllar önce babanız da orada görev yapmıştı.
Bu Meclis, 12 Eylül rejiminin siyaset kurumudur. Söz konusu siyasi partiler, seçim yasası, yüzde 10 barajı, Meclis İç Tüzüğü hep o dönemden kalma. Bir adamın kulu kölesi olarak özgürlüğümüzü kaybetmek, Türkiye’nin özgürleşmesine yardımcı olamaz. 12 Eylül rejimi Türk halkına siyaset olarak neyi layık gördüyse o yürüyor ve bunu değiştirmek üzere hiçbir ses soluk duymuyorum. Medyada da duymuyorum. Bir anayasa yapana kadar, Siyasi Partiler Yasası’nı konuşabilsek, Türkiye çok daha hızlı değişir. Siyaset demokratikleşmeden Türkiye nasıl demokratikleşecek?
Çok sayıda televizyon kanalı açılıyor. Bugün bir kanal açılsa ve kanalın başına geçmeniz teklif edilse, nasıl bakarsınız?
Bir şekilde düşüncelerimi ifade ediyorum. Ancak, bir televizyon kanalının başına geçmem istenirse de oturur görüşürüz.
Son kitabınızdan ve projelerinizden konuşalım.
‘Cami ve Kışla Parantezinde 28 Şubat’ adlı bir kitap çıkaracağım, eli kulağında. Ondan evvel de ‘Küresel Vicdan’ ve ‘Kent Dindarlığı’ adlı iki kitabım vardı. Şimdi bir ders kitabı üzerinde çalışıyoruz ve hayat devam ediyor.
Bu kitaplardan sonra Silivri yolu görünür mü endişesi duyuyor musunuz?
(Gülüyor). Yok canım, artık daha neler!
Mehmet Bey, daha önce pek çok gazete ve dergiye açıklamalarda bulunmanıza rağmen, en ayrıntılısını ve çarpıcısını medyaradar okurlarına yaptığınız için size çok teşekkür ediyorum.
Eskiden de olurdu da bilinmez miydi ya da son dönemde arttığı için mi yazarın çizerin ekmekleriyle ve özgürlükleriyle daha fazla oynandığını görüyoruz?
Bu sorunun cevabını verirken, bizde basının medyanın ortaya çıkışıyla Avrupa’daki çıkışını kıyaslamak daha doğru olacaktır. Avrupa’da gazete, burjuva döneminin bir buluşudur. Kilisenin mutlak monarşisine başkaldıran burjuvanın çabalarıyla doğmuştur.
Bizdeki ilk özel gazete ise William Churchill adlı bir İngiliz’in, kuş avı sırasında bir çocuk vurması ve sonrasında tevkif edilip içeri alınmasından doğan bir kargaşayla ortaya çıkmış. Adam çifte vatandaş olduğundan, Avrupa’nın baskısı üzerine serbest kalıyor ve bu sırada padişah, ondan özür mahiyetli olarak kendisinden ne istediğini sorduğunda, Churchill “Bir gazete çıkarmak istiyorum” diyor ve süreç başlıyor. Gazete önce çok satıyor ancak sonra satış düşünce William Churchill saraya gidip padişahtan destek istiyor ve gazete yarı resmi bir hal alıyor. Yani temel olan, gazetenin masraflarının halk tarafından ödenmesidir, padişah tarafından değil…
Ülkemizde durum nedir?
Biz en az gazete okunan ülkelerden biriyiz. Bu yüzden para ödemediğimiz bir gazeteden, özgürlük, çoğulculuk, eleştirel bakış, yorum ve analiz gibi başlıkları beklemek mümkün olmuyor. Her dönem buna rastlanıyor ama garip olanı, Türkiye’nin ileri demokrasiye geçmeye çalıştığı bir dönemde bu tarz eksiklerin göze batar bir halde çoğalması.
Öyleyse anlattıklarınız doğrultusunda düşünürsek, gazeteciler de bu durumdan çıkar sağlamak istiyor.
Kendisine ekonomik olarak çıkar sağlamak isteyenlerden ziyade, medyanın parayı nereden kazandığına bakmak lazım. Çünkü gazetelerin hali hazırda, satış fiyatının üzerinde bir maliyeti var. Halk bu farkı ödemediği vakit, bunu ödeyen egemen oluyor. Bu da zaman zaman asker, zaman zaman ilan veren, zaman zaman da bugün olduğu gibi siyaset oluyor. Evet, medyaya siyaset egemendir.
Yani zaman geçiyor ama sistem aynen devam ediyor…
Sistemin sağlıklı işlediği bir toplumda gazeteler, toplum adına devleti denetler, demokratik ilkelerden taviz vermez ve bunu çoğulcu bir şekilde gerçekleştirir. Eğer böyle bir toplum yapısı varsa, orada medya ve gazeteler özgürlük konusunda büyük bir adım atmış demektir.
Olayın temel çözümü, gazete okunması ve okurun gazetesine sahip çıkması değil midir?
Sahip çıkması için de gazetenin halkın dertlerini anlatması lazımdır. Yani siz sürekli yönetenlerle ilgili, ya da parayı verenler üzerinden bir yayın yapıyorsanız bir şeyler yanlış demektir. ‘Halk gazete almaz, okumaz’ diyerek belli kesimleri, köylüyü, işsizi haberlerin dışında tutarsanız sorun çözülmez, aradaki uzaklık artar. Geçtiğimiz günlerde gazetede önemsediğim bir röportaj gördüm. Tarımda mülkiyetle ilgili bir konu hakkındaydı, ancak sonradan baktım ki bu röportajın yayınlandığı sayfayı Tarım Bakanlığı satın almış. Belki de sorunların çözümü için böyle çalışmak lazım. Medya düzenini büyüteç altına alıp inceleyelim, bunun dışındaki tüm tartışmalar siyasi oluyor. Siyasi olduğu vakit de menziline varamıyor. Medyanın finansmanı çok önemli bir konu.
Bu süreç içinde siz de ne yazık ki nasibinizi aldınız ve bir şekilde çalıştığınız gazeteden ayrılmak zorunda bırakıldınız. Bu olay sonrası nedense ısrarla sizi arayanlar üzerinde duruldu. O dönemde bu çok konuşuldu, dahası Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ün aradığı da söylendi.
Valla bu konular geride kaldı. Arayan da oldu, aramayan da. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün beni araması haber midir? Ayrıca arayamaz mı? Neyse bu konuya tekrar dönmek istemiyorum. Dediğiniz gibi nedense ısrarla bu konu üzerinde duruldu.
İş teklifinde bulunan oldu mu peki?
Esas mesele medya düzenini konuşmak dendiği vakit, yani bunun söylenebilmesi için piyasanın medya üzerinde egemen olması lazım. Piyasanın, halkın egemen olmadığı bir medyadaki kart dağıtımı, arz ve talep dengesiyle doğal olmayacaktır.
Yani belki de iş teklifinde bulunacak olanlar ikileme düşüyorlar diyorsunuz.
Burada normal bir düzen yok ki. Medya düzeni hiçbir zaman normalleşemedi, medyanın kendisi de hiçbir zaman normalleşemedi. Yani 28 Şubat’ı konuşuyoruz ama o zamandan bu yana 15 sene geçmesine rağmen, sistem değişmedi. Buna basın ve mülkiyet yasasındaki değişiklikleri de dahil ediyorum. Temel olarak, medyayı çoğulcu hale mi getirmek istiyoruz yoksa onu ele geçirmeye mi çalışıyoruz. Bu sorulara cevap verilmeden bana gelecek iş teklifinin bir anlamı yok ki.
Esas sorulması gereken bu olmalı diyorsunuz.
Temelde sorunlar başka. Türkiye bu konuları konuşmuyor ve Kovboylar’la Kızılderililer kavgası yapılıyor. Beni hayatı boyunca okumamış, izlememiş insanlar hakkımda yorum yapıyor. Benim yazı çizi ve üretim faaliyetlerimi bilmeyen insanlar, kendi siyasi düşüncelerine göre insan üzerinden söz söylemeye kalkıyorlar. Bir bilim adamı olarak temel dayanakları olmayan ve ayakları tabana basmayan bu eleştirilere de hayretler içinde bakıyorum.
Söz konusu gazeteden ayrılırken haklarınızı aldınız mı?
Benim hiçbir gazetede bu tarz bir kontratım ve mukavelem olmadı. Ben İstanbul Üniversitesi’nin hocasıyım ve yazı yazmayı da kürsüyü biraz genişletmek olarak görüyorum. O yüzden, işler istediğim gibi gitmediği vakit hangi gazetede olursam olayım kapıyı çeker çıkarım.
Çizdiğiniz çerçeveye göre, kalemiyle hayatını kazananlara nasıl bakmalıyız peki?
Ben köşe yazarlığı yapıyorum ve bu bir meslek haline geldiği vakit de bütün özünü ve niteliğini kaybeder. “Bu bir iştir, onu kaybetmeyeyim” dediğiniz vakit sorun yaşarsınız. O yüzden Türkiye’de arşivleri konuşturduğunuzda, bu işten alnının akıyla çıkacak adam sayısı çok azdır. Ben buna hiçbir zaman meslek olarak bakmam. İnsan yaptığı işten para kazanmak ister ama para kazanmak için yazı yazılmaz. Böyle bakmaya başladığında, ilkesiz, zamana ve zemine göre yazmaya başlarsın.
İyi ama bütün bedelleri hep yazarlar mı ödeyecek? Zamanında babanız Çetin Altan da çok eleştirildi, çok emek verdi, dahası ölüm tehditleri bile aldı.
İlkeli bir davranışın, kendi doğrularının peşinde koşmak yerine, pozisyon siyaseti yaparak yazı yazılamaz, yazılır ama kalıcı olmaz. Yazılarınız karşınıza çıktığı vakit yüzünüz kızarır ve kendi kendinize karşı huzurlu olamazsınız. Para kazanmak için yazı kullanılmaz. İnsan yazdığı yazının para etmesini arzular ancak kendi ilkelerinden de taviz vermek istemez. O yüzden de, yazılan yazılar üzerinden bir tartışma yapalım isterim. Kitaplar, duruşlar üzerinden yapılsın. Halk bu yazıları okumadığından, isabetsiz ve ilkesiz öngörülerde bulunan yazarlar ne yazık ki elemine olmuyor. Zaten yazarın işvereni, Türkiye’nin okuruna göre değil de reklam verene, askere ya da siyasetçiye göre tavır alıyorsa, o yazarın ilkeli yazma şansı olmaz ki.
O ilkesiz olan yazıları yazanların yüzdesi nedir?
O konuya da pek girmem, çünkü bir şekilde onları merak edenler, Türkiye’nin geçmiş sürecinde yaşanılanlarla ilgili kimin ne yazdığını, nasıl bir tavır ve duruş sergilediğini internetten görebilir.
Şunu merak ediyorum, kalemiyle hayatını kazanmaya çalışan nasıl para kazanacak? Bir çelişki yok mu?
Para almasın demiyorum. “Yazının işvereni var mıdır?” diye soruyorum. Adama mı yoksa yazıya mı para veriliyor? Ben başka bir tartışma yapıyorum. Tabi ki insan, emeğinin karşılığını alacak, bununla ilgili bir şey söylemiyorum.
Ülkemizde para adamı mı yazıya mı veriliyor?
Köşe yazarlığına bir meslek olarak bakmaya başladığımızda, bunun ilkelerinin belirlenmesi lazım, bazı unsurların saptanması gerek. Yazılanlar ve yazılamayanlar diye bir ayrım başladığı vakit bu bir sıkıntıdır. Kimler neyi yazar kimler neyi yazamaz diye bir liste yapıp, bunu bir şablon haline getirdiğinizde, sıkıntılı bir döneme girmişiz demektir. İnsanlar “Bu konuda ya da kişi hakkında daha kolay yazarım, kendi tarafımdaki adam hakkında yazmam” düşüncesiyle bir otosansür yapıyorsa, orada sağlıklı bir süreçten söz etmek mümkün olmaz. Türkiye’de pek çok yazar bunu yaşıyor.
Bu sorunların çözümüyle ilgili bir çaba gösterilmiyor mu?
Tabi ki hiçbir zaman gösterilmedi. Ve bugün de hala gösterilmiyor.
Basın tarihimizin son 40 yılı nasıl geçti peki?
Uluslararası sermayeyi aşamadığımız ve bu yüzden de bağımsızlığımızı yakalayamadığımız bir süreç yaşadık. Aslında ne yazık ki bu durum halen devam ediyor. Çok önemli bir cümle ama gözden kaçabiliyor; gazetelerin fiyatının üzerinde bir maliyeti var. Peki, bu parayı kim verecek? İşte yıllardır içinden çıkamadığımız açmaz budur.
İş adamları aslında akıllı ve zeki insanlar, elbette para kaybetmek için gazete patronluğu yapmazlar…
Sonuçta bir iş adamı için medya patronluğu yapmak muazzam bir üstünlük getiriyor. Ondan sonra doğrunun peşinde koşmak gerekiyor ama… Yahu doğru da para getirmezse, adam doğruyu söylerken para kaybediyorsa, çıkarlarıyla çatışıyorsa, neden doğruyu söyleyenin peşine gitsin. Gerçek gazetecilikte doğru para getirirken, bizde doğru kaybettiriyor.
Bazı isimler var biliyoruz; Fehmi Koru, Bekir Coşkun, Ece Temelkuran, Banu Güven, Can Dündar, Ruşen Çakır, Nuray Mert, elinden kalemi alınan, ekranda işine son verilen habercilerimiz. Bilinenler var, belki bilinmeyenler de var, hapishanede olanların sayısı da fazla. Bu büyük bir sorunsa, ki öyle görünüyor, o zaman medyanın şöhretli ve namlı isimleri neden ses çıkarmıyor?
Bir şekilde iş kaybetme riski arttığı vakit, bir doğrunun ve ilkenin peşinden koşma fikri ve güdüsü zayıflıyor. O zaman pozisyon siyaseti öne çıkıyor. Doğrunun peşinde koşmak insanların başına bela getiriyorsa nasıl olacak? Bence soruna, isimler üzerinden değil, Türkiye’de doğrunun peşinden koşmak insanların hak ettiği manevi getiriyi sağlar mı, bela mı getirir diye bakmak lazım. Mesela ‘Ahlaklı olun’ denir, ahlaksızlık daha büyük rant getiriyorsa, neden ahlaklı olsun adam!
O zaman ses çıkaramıyorlar…
Türkiye’de her zaman doğrunun peşinde koşmanın riski vardır. Çünkü doğrunun kendisi kazandırmıyor, kaybettirebiliyor.
Bu da genç gazetecilere kötü örnek oluyor ve o kısır döngü hep aynı şekilde devam ediyor.
Değiştirmek adına pes etmeden koşmalısınız. Ben bu yaşımda neden hala Avrupa Birliği üyeliğine girmemiz gerektiği konusunda konuşuyorum. Çünkü o zaman Türkiye uluslararası sistemin parçası olacak. Ancak ne yazık ki AB’nin istediği fiili reformları yapmıyor, aksine ona tavır alıyoruz. Türkiye’nin dünyaya entegre olmasına çalışmazsan, kuşaklar boyunca aynı şeyleri yaşayıp durursun. Halbuki dünyanın parçası olduğun vakit, ilke geliyor, kural ve denetim geliyor, herkes bulunduğu yerin padişahı olmak istediği vakit bu olmuyor. Onun için de gençler bundan bunalıyorsa ısrarcı bir şekilde değiştirmek için uğraşmalılar.
Siz bilirisiniz diye düşünüyorum. Uğur Dündar ne yapıyor, haberiniz var mı? Bir iş bulabildi mi?
Şu anda işi olmadığını biliyorum. Uğur Dündar gibi önemli bir haberci ne yazık ki köşesinde.
Türkiye’nin en önde gelen gazetecilerinden biri olan Uğur Dündar da işsiz. Demek ki Türkiye’de farklı bir süreç yaşanıyor. Normal olmayan bir süreç…
Bu her zaman böyle oldu. Ben de ciddi bir 28 Şubat mağduruyum. Orgeneral Çevik Bir, 20 yıldan beri yazı yazdığım Sabah gazetesinin patronuyla buluşup benden ve yazılarımdan ‘Rahatsız’ olduklarını söylemişti. Yani aslında rahatsız olanlar değişiyor ama basından rahatsızlık hiç değişmiyor. Ne acı bir durum.
Genelde dünyanın değiştiğini ama Türkiye’nin değişemediğini savunuyorsunuz, bunun nedeni ya da nedenlerini konuşalım mı?
Bunun bir sürü tarihsel nedeni var ama toplum yeryüzüne ayak uydurmaktan kazanç sağlayacağına inanmıyorsa, bu değişim zaten olmaz. Sanırım halk şu anda böyle düşünüyor. Toplumların kaderleri vardır, bazıları bu değişikliği yapar, bazıları da bizler gibi çok yaklaştığı halde geri döner.
Peki, biz hep böyle çalkantılı mı yaşayacağız?
Belirsizlik daha da büyüyor. Bir de bunlara sosyolojik olarak baktığınızda, her on yılda bir sosyolojik çevrimleri vardır Türkiye’nin. Ülke olarak, her on yılda bir önemli değişimler yaşarız. Mesela geride bıraktığımız 2000 – 2010 yılları son derece iyi bir dönemdi. Ancak bizi bekleyen 2010 – 20 dönemi sosyolojik olarak negatif durumların yaşanacağı bir süreç olacak gibi görünüyor. Siyasetteki büyük ikbal kavgası, adeta bir fetret devrindeymişiz gibi hissettiriyor. Bir reform, ileriye gitmek için değil de kendi yolunda gitmek adına yapılırsa yenileşme durur ve patinaj artar.
Bazen hepimiz çok umutlanıyoruz, bazen de umutsuzluğa kapılıyoruz bir anda. Mesela, geçende cennette arsa satanların ortaya çıkışı beni bir anda umutsuzluğa itti…
Önemli olan cennette arsa satımı değil, ondan alışveriş yapanın var olması. Ülke nüfusu genç deniyor ama 25 yaş üzerindeki nüfusun ortalama eğitim düzeyini aldığımızda bunların çoğunun orta ikiden terk olduklarını görüyoruz. Ülkede 23- 24 milyon insan çalışıyor, yüzde 60’ı mesleksiz. Bizim düzelmemiz ve ileriye gitmemiz için yeryüzünün lehimize esen rüzgarlarıyla sarmalanmamız lazım. Ancak ‘Buranın padişahı olma’ algısı bunu engelliyor.
Mehmet Altan, her türlü zor koşullara rağmen yazmaya devam edecek mi?
Ben bu tür bir yaşamın ve zorlukların göbeğinden geliyorum. Bu tarz şeyler beni engelleyemez. Hayatım boyunca başka bir şey görmedim ki zaten.
Telefonlarınız dinlendi mi?
Evet, telefonlarım dinleniyor. Geçen gün bunun belgesini çıkardılar. 2008’de MİT İstanbul Bölge Başkanlığı adımı ‘Pastör’ olarak değiştirip, numaramın dinlenilmesi için mahkemeye başvurmuş. Ne hikmetse mahkeme de buna çok hızlı ikna olmuş ve beni dinlemişler. Geçtiğimiz günlerde bunun belgeleri yayınlandı. Bu belgelerden anlıyorum ki, telefonlarım hala dinleniyor. Bu yüzden hem tazminat davası açtım, hem suç duyurusu yaptım. Bütün haklarımı kullandım, sonuçlarını bekliyorum.
Son yıllarda halkın tek eğlencesi televizyon oldu. Oradaki dizi kahramanlarının hayatlarını izlerken kendimizi unutuyoruz. Bir dönemin Latin Amerikası’nda, siyasetin en büyük kalkanı futbol olmuştu. Bir anlamda halkın pasifize edilmesi görevini günümüzde diziler mi üstleniyor? Dizilerle uyuşturuluyor muyuz?
Sanayi toplumlarında kentlileşme olgusu yoktur. Çünkü orada insanlar makineleşmenin doğal neticesi olarak bu adı almışlardır. Oysa ülkemizde kırsal kesimden kente göçlerin çok olması yüzünden böyle bir kavram ortaya çıkmış. Tabi ki bu tarz insanlar yaşam koşullarının getirdiği farkları aşmak ya da ekonomik imkanları yüzünden televizyona daha fazla bağımlı olmak zorunda kalıyor. Bir de kitap okuma ve tiyatroya gitme oranımızın düşüklüğünü eklersek, bunun pasifize etmekten ziyade doğal bir döngü olduğunu söyleyebiliriz. Kaldı ki bu durum yurt dışında da benzer şekilde ilerliyor.
Sizin takip ettiğiniz ve izlediğiniz diziler var mı?
Yani dinlenmek için evde olduğum zaman tüm dizileri takip ediyorum.
Televizyondaki açık oturumları izliyor musunuz? Sanki biraz danışıklı dövüş gibi sürdürülüyor.
O programlarla ilgili en hoşuma giden tespitlerden birini Cengiz Semercioğlu yaptı. Bizim, görüşlerini bildirmek için tartışma programlarına çağırıldığını zannettiğimiz 10 -15 kişiden oluşan bir liste yaptı ki, hepsi milletvekili olmuş. Böyle bakınca, bizde tartışma programları siyasete selam çakma mıdır yoksa fikir tartışması mıdır, bilemiyorum. Ayrıca Cengiz’in yazısında bir başka liste vardı ki o da şu anda tartışma programlarına katılan geleceğin muhtemel milletvekilleriyle alakalıydı. Çok güzel bir tespitti.
Uzun yıllardır İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde profesörlük yapıyorsunuz. Bu süreçte, öğrencilerinizin durumuna bakınca ülkenin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Bir şekilde bunu değerlendirme kriterlerinize göre sonuçlar değişebiliyor. Daha hayata dönük ama derinliğe ilgi duymayan yeni bir kuşak var. Baktığınızda, üniversitelerdeki gençler de genel sosyolojik yapıdan bağımsız değil. Ülke olarak sosyolojik bir genişleme içindeyiz ama o anlamda derinliği yitirme sürecini üniversiteler de yaşıyor.
80 sonrası apolitik gençlik imajı kırıldı diyebilir miyiz?
Buradaki mesele politizasyon değil, buradaki mesele merak. Hayata meraklı bir ruh haliyle bakmazsan yaşadıkların ve yaklaşımların değişiyor.
Ekonominin profesörü olarak Türkiye’nin ekonomik durumunu nasıl görüyorsunuz?
Türkiye’nin mevcut yapısı içinde olumlu bir şekilde attığı adımlar var. Ama bu konuda yavaş yavaş sınıra geliyor. Mevcut çeperler içinde daha olumlu yol almamız zorlaşıyor. Yapısal sorunlarımız gündeme geliyor, bu sorunları çözmeden ertelediğimiz ve yok saydığımız sürece de istediğimiz büyümeyi sağlayamayız.
İlk 10 ülke arasına girmeyi düşünürken, kötü de olabilir diyorsunuz…
Türkiye şu anda sadece ekonomi anlamında değil her açıdan çok belirsiz. Kırılganlığı ve yapısal sorunları olan bir yerde, her türlü sosyal ve siyasal çalkantı da ekonomiyi negatif etkileyebilir.
“İkinci cumhuriyet”in fikir babalığından, “Yetmez ama evet” kampanyasına uzanan bir geçmişiniz var. İçinde bulunduğunuz durum açısından AKP’ye karşı tavrınızda bir değişiklik var mı?
Benim siyasetten beklediğim, kişilerin ya da kurumların değil, ülkenin değişmesi. Bu olmadığı vakit bir şeylerin değişmesi adına bağırmayı sürdürüyorum. Siyaseti o kadar önemsememek lazım.
Peki, ülke olarak yeniden bir askeri darbe yaşar mıyız?
Cami ve kışla ikileminden bir türlü çıkamadık. Bu ikilemden çıkamadığımız sürece de her zaman bir rövanşist ters dalganın da olabileceğini düşünüyorum.
Ordu ve asker şu anda pasifize durumda değil mi?
Ordunun imajı geriletildi ama mevzuat 12 Eylül rejimidir ve dimdik ayaktadır. Biz 12 Eylül rejiminin getirdikleri çerçevesinde yaşıyoruz. Siyaset, bunu demokrasiyle yer değiştirmek yerine, ele geçirmeye çalışıyor. YÖK bunun en güzel örneklerinden biri.
Silahlar her an patlayabilir mi?
Eğer böyle bir rövanş söz konusuysa, demokrasiye geçmeyi kurumsal olarak hedeflemediğiniz vakit, bir başka rövanşa da imkan veriyorsanız bu zemin kendiliğinden hazırlanıyor demektir.
Eğitimde yapılan yeni değişiklik hakkında ne söylemek istersiniz? Gerçekten çocuk gelinler ve işçilerin sayısı daha mı artacak?
Burada temel sorunun tartışılmadığını düşünüyorum. 28 Şubat’tan rövanş almak diye bir şey var, bu çağa uymaya yönelik amaçlar olsaydı daha hayırlı olurdu. O dönemde kışla, cami anlayışından rövanş almak istiyordu. Siz 28 Şubat’ın izlerini sileceğiz diye geldiğiniz vakit, Türkiye’nin ihtiyaçlarına ve çağa uygun değişiklikler yapmalısınız. Siz de kışlanın mantığıyla hareket ederseniz, bu bir reform mantığı olmaz ve o dönemin izini silmiş olmazsınız.
Tüm bu koşturmalarınızın ötesinde Ümit Hanım’la olan evlilik hayatınız nasıl gidiyor?
Evlilikte önemli olan yaşadığınız aşkın, dostluk ve arkadaşlığa dönüşmesi ve onun korunmasıdır. Uzun zaman bunu sürdürebilmek de son derece keyifli.
Babanız Çetin Altan ve ağabeyiniz Ahmet Altan’la sık sık konuşup dertleşiyor musunuz?
Vakit darlığı yüzünden sıklıkla görüşmek mümkün olmuyor. Babamla mümkün olduğu kadar görüşmeye çalışıyorum ama Ahmet’le daha az görüşüyoruz.
Ülkenin ya da sizin içinde bulunduğunuz durumla ilgili olarak fikir alışverişinde bulunuyor musunuz?
Ağabeyim hissettiği tehlikeleri söyler. Ama babam, tabi ki bu konuda çok daha deneyimli ve Türkiye’nin gerçekleri üzerinden daha fazla endişeleri olabiliyor. Bu tarz karşılıklı endişelerimiz olduğunda, bunu karşılıklı olarak ifade etmekten çekinmiyoruz.
Meclis’te yer almak ister misiniz? Bildiğiniz gibi uzun yıllar önce babanız da orada görev yapmıştı.
Bu Meclis, 12 Eylül rejiminin siyaset kurumudur. Söz konusu siyasi partiler, seçim yasası, yüzde 10 barajı, Meclis İç Tüzüğü hep o dönemden kalma. Bir adamın kulu kölesi olarak özgürlüğümüzü kaybetmek, Türkiye’nin özgürleşmesine yardımcı olamaz. 12 Eylül rejimi Türk halkına siyaset olarak neyi layık gördüyse o yürüyor ve bunu değiştirmek üzere hiçbir ses soluk duymuyorum. Medyada da duymuyorum. Bir anayasa yapana kadar, Siyasi Partiler Yasası’nı konuşabilsek, Türkiye çok daha hızlı değişir. Siyaset demokratikleşmeden Türkiye nasıl demokratikleşecek?
Çok sayıda televizyon kanalı açılıyor. Bugün bir kanal açılsa ve kanalın başına geçmeniz teklif edilse, nasıl bakarsınız?
Bir şekilde düşüncelerimi ifade ediyorum. Ancak, bir televizyon kanalının başına geçmem istenirse de oturur görüşürüz.
Son kitabınızdan ve projelerinizden konuşalım.
‘Cami ve Kışla Parantezinde 28 Şubat’ adlı bir kitap çıkaracağım, eli kulağında. Ondan evvel de ‘Küresel Vicdan’ ve ‘Kent Dindarlığı’ adlı iki kitabım vardı. Şimdi bir ders kitabı üzerinde çalışıyoruz ve hayat devam ediyor.
Bu kitaplardan sonra Silivri yolu görünür mü endişesi duyuyor musunuz?
(Gülüyor). Yok canım, artık daha neler!
Mehmet Bey, daha önce pek çok gazete ve dergiye açıklamalarda bulunmanıza rağmen, en ayrıntılısını ve çarpıcısını medyaradar okurlarına yaptığınız için size çok teşekkür ediyorum.