17 Kas 2011 09:54
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 13:00
12 DAKİKALIK ORGAZM! NEFES NEFESEYİM,KALBİM KÜT KÜT ATIYOR!
Hürriyet yazarı Ayşe Arman "orgazm"ı Kanyon'da cam bir evin içinde bakın nasıl yaşadı?
İşte Ayşe Arman’ın o yazısı...
12 dakikada orgazm
ORGAZM yaşıyorum. Bacaklarım titriyor, kalbim küt küt atıyor.
Nefes nefeseyim.
Heyecandan ölüyorum.
Beyinsel orgazm.
Bence orgazm duygusunun sırrı bu:
Her şey beyinde.
Kendimi seviyorum, kendimi beğeniyorum.
Her zaman olmuyor, şimdi böyle hissediyorum.
İyi bir şey yapmış olmanın hazzını yaşıyorum.
*
Bunca yıldır yaptığım gazeteciliğin, muhabirliğin, röportajların bana geri dönüşünü izliyorum. Sanki başka biriymişim gibi. Zevkten, mutluluktan uçuyorum.
Kendimle gurur duyuyorum.
*
Hadi sorun...
Durmayın sorun...
“Neden böyle hissediyorsun?” diye.
Çünkü bugün Kanyon’da cam bir evin içinde, beni yıllardır okuyan insanlarla buluştum.
Gazetede yazı yazan insan için “okur”, soyut bir kavram.
Kuyuya taş atar gibi yazıyorsun.
O taşın hangi suya değdiğinden haberin bile yok.
Seni okuyan kim bilmiyorsun. “Okur”, soyut bir kavram.
Ben işte o okurun cisimleşmiş halini gördüm bugün.
Hikâyelerini dinledim.
Aman Allah’ım nasıl bir hazdır bu!
*
Baştan alıyorum:
Minicik bir cam ev, halı büyüklüğünde.
İçi, çalışma odam.
Gelen geçenin gözü önünde, şeffaf.
Bu, Feride Edige’nin fikriydi, bir alışveriş merkezinin ortasına, Kanyon’a, bu çalışma odasını kurmak. Galata’da dükkânı olan Hiç Emel’le yaptık, Emel Güntaş benim arkadaşım. Kedi gibi dolanırım dükkânında. Neredeyse dükkânındaki her şey, bir arzu nesnesi benim için. Kilimler, masalar, tel dolaplar, objeler, kendi evime de ondan bir sürü şey aldım. Şahanedir, takside bağlar, ömür boyu öderim, rüyalarıma girer onun objeleri.
Ama tabii kendi evimden de bir sürü şey götürdüm. Tatiller sırasında topladığım heykeller, benim için önemli olan şeyler... Röportaj yaptığım insanlarla çekilmiş fotoğraflar, hepsi bir yerlerden sarkıyor, sevgilimin, Alya’mın, bütün ailemin resimleri, tavşanımız...
Yani o halı büyüklüğündeki evde, beni yansıtan her şey mikro kosmos olarak mevcuttu.
12’de açtık kapısını.
Önce “Kim gelir bu soğukta?” diye düşünüyordum, korkuyordum.
Yanıldım.
Geldiler.
Kalabalık geldiler.
O soğukta beklediler, görüşmek için, dertleşmek için, anlatmak için, dinlemek için...
Teker teker içeri girdi.
Soyut okur kavramını, beden olarak karşımda gördüm, ete kemiğe bürünmüş olarak...
Hepsiyle sohbet ettim.
Birlikte Polaroid fotoğraflar çektirdik.
İnanır mısınız, “Bir ücret ödememiz lazım mı?” diye soranlar çıktı.
Ne ücreti!
Yok öyle bir şey.
Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, her şey paraya endeksli!
Her şey için bir şey ödememiz gerekiyor.
*
Beni onların samimiyeti vurdu. İnsanların yüreklerini bu kadar açmaları...
Bu kadar “içeriden” hikâyeler anlatmaları...
Zaman sınırlıydı, her biriyle 12 dakika filan sohbet edebildik. Fakat o 12 dakika içinde, inanır mısınız hayatlarına dair en içten şeyleri öğrendim, başkalarına anlatmadıkları, anlatamadıkları şeyleri...
Kendimi sevmemin nedenlerinden biri de bu, bir şekilde insanlara dokunabiliyorum, nasıl yapıyorsun diye sormayın, bilmiyorum.
Neden bana anlatıyorlar, onu da bilmiyorum.
Onları önyargısız, yani yargılamadan dinlediğimi biliyorlar.
*
Şiddete mağduru çok kadın vardı.
Dışarıdan bakıyorsun, hiçbir şey belli değil, son derece havalı, mutlu duruyor, sanırsın ki, böyle görünen bir kadına kimse fiske vurmaya cesaret edemez, ama öyle değil işte.
Bütün alt dişleri dökülmüş.
Ve nasıl zorlu hikâyeler.
Adam dövüyor, varlıklı, kültürlü bir adam ama dövüyor, ayrılsa bir türlü, kalsa bir türlü, ayrılıyor ama çocuğu var yapamıyor, dönüyor.
Şiddetin her türlüsüne katlanmak zorunda kalıyor.
Terapist filan değilim ama benimle duygularını paylaşıyor, fikir soruyor.
Kimi, evli ama aşk yaşıyor, bir şekilde anlıyorum, hissediyorum, nasıl ben de bilmiyorum onunla yasak aşkını konuşuyoruz.
Kimi, Kıbrıs’tan, kimi Mersin’den, kimi Bursa’dan...
Kimi, annesiyle yaşadıklarını anlatıyor, aralarındaki ilişkisi bağımlılık ilişkisi, babasız büyümüş, bir adama aşık, evlenmek üzere ama annesine haksızlık etmek istemiyor, anneyi de o ilişkinin içine sürüklüyor, bundan doğabilecek tehlikeleri konuşuyoruz.
Kimi, çok iyi eğitim almış, ama hayatta istediği ve hak ettiği sıçramayı yapamamış, anlatıyor.
Kimi, karısıyla ayrı yaşıyor, bir sevgili yapmış kendine, sebebini soruyorum, “Karım 18 yıl içinde şişmanladı, başka birine dönüştü” diyor, “Defalarca zayıfla dedim olmadı, yapamadı” diyor. Tam zannediyorsun ki, yeni sevgiliyle mutlu ama biraz sonra “Aslında ben galiba karıma dönmek istiyorum. Sevgilimle sürekli oraya buraya gidiyoruz çok da güzel ve bağımsız bir kadın ama galiba karımdaki samimiyeti onda bulamıyorum” diyor. “Peki o zaman yardım et karına” diyorum. “Nasıl?” diyor. “Bir insana zayıfla demek yetmiyor. Birlikte program yapın, organizasyon yapın. Ne bileyim al onu Osman Müftüoğlu’nun kliniğine Bodrum’a götür, belli ki bunu karşılayabilirsin. Bir ay uğraş, çabala, o eski kadını çıkar onun içinden...”
O gidiyor 40 günlük bebeğiyle çalışan bir anne geliyor, yanında dünyalar tatlısı dadısı. “Kıskanmıyor musun oğlunu bakıcı ablasından?” diyorum, bambaşka bir sohbete dalıyoruz. “Kıskanmamayı öğrenmeye çalışıyorum, çünkü benim annelik dışında da bir kimliğim var. Çalışmaya devam etmek zorundayım, ona ihtiyacım var” diyor.
Bir başkası geliyor “Terk etti beni sevgilim, kendime gelemedim dağıldım gitti” diyor. Terk edilmeyi konuşuyoruz, “Niye terk etti seni?” diye soruyorum, “Boğdum onu” diyor, “Sevgimle boğdum!”
Kimi, işsizliğinden şikâyet ediyor. Kimi, yeni projelerinden söz ediyor.
Kimi, yazdığı kitabı gösteriyor, benden yol göstermemi istiyor.
Kimi, “Seni tanımak istedim, gerçekten yazılardan tanıdığım kadar samimi misin, yoksa rol mü yapıyorsun, sırf bunu anlamaya geldim” diyor.
Kimi, “İstanbul’a yeni taşındım” diyor, “Sen nasıl bu şehirde var oldun bana yol göster” diyor.
Kimi, “Bütün sevgililerimle senin yüzünden kavga ettim, senin gibi açık olmalarını istedim, sinir oldular bana” diyor, “En sonuncusu da gitti köşe yazarı oldu” diye ekliyor.
Anlatamayacağım kadar bir çeşitlilik.
Vuruldum, çarpıldım!
Okurlarımla, onların açık kalpliliğiyle gurur duydum.
*
Ve her şey, orada, o küçücük çalışma odasında oldu.
Sadece 12 dakika içinde.
En çok da “duygular”ımızı konuştuk.
Hayatta ihtiyacımız olan şey bu galiba!
Çünkü hepimiz, bu hayat denen denizde yüzüyoruz bir şekilde, hepimizin kafası karışık ve aslında bizi önyargısız şekilde dinleyecek insanlara ihtiyaç duyuyoruz.
Ve aslında, ne anlatıyorsak, kendimize anlatıyoruz!
HAMİŞ: 3 gün daha, 12.00-16.00 arası ordayım, beklerim...
12 dakikada orgazm
ORGAZM yaşıyorum. Bacaklarım titriyor, kalbim küt küt atıyor.
Nefes nefeseyim.
Heyecandan ölüyorum.
Beyinsel orgazm.
Bence orgazm duygusunun sırrı bu:
Her şey beyinde.
Kendimi seviyorum, kendimi beğeniyorum.
Her zaman olmuyor, şimdi böyle hissediyorum.
İyi bir şey yapmış olmanın hazzını yaşıyorum.
*
Bunca yıldır yaptığım gazeteciliğin, muhabirliğin, röportajların bana geri dönüşünü izliyorum. Sanki başka biriymişim gibi. Zevkten, mutluluktan uçuyorum.
Kendimle gurur duyuyorum.
*
Hadi sorun...
Durmayın sorun...
“Neden böyle hissediyorsun?” diye.
Çünkü bugün Kanyon’da cam bir evin içinde, beni yıllardır okuyan insanlarla buluştum.
Gazetede yazı yazan insan için “okur”, soyut bir kavram.
Kuyuya taş atar gibi yazıyorsun.
O taşın hangi suya değdiğinden haberin bile yok.
Seni okuyan kim bilmiyorsun. “Okur”, soyut bir kavram.
Ben işte o okurun cisimleşmiş halini gördüm bugün.
Hikâyelerini dinledim.
Aman Allah’ım nasıl bir hazdır bu!
*
Baştan alıyorum:
Minicik bir cam ev, halı büyüklüğünde.
İçi, çalışma odam.
Gelen geçenin gözü önünde, şeffaf.
Bu, Feride Edige’nin fikriydi, bir alışveriş merkezinin ortasına, Kanyon’a, bu çalışma odasını kurmak. Galata’da dükkânı olan Hiç Emel’le yaptık, Emel Güntaş benim arkadaşım. Kedi gibi dolanırım dükkânında. Neredeyse dükkânındaki her şey, bir arzu nesnesi benim için. Kilimler, masalar, tel dolaplar, objeler, kendi evime de ondan bir sürü şey aldım. Şahanedir, takside bağlar, ömür boyu öderim, rüyalarıma girer onun objeleri.
Ama tabii kendi evimden de bir sürü şey götürdüm. Tatiller sırasında topladığım heykeller, benim için önemli olan şeyler... Röportaj yaptığım insanlarla çekilmiş fotoğraflar, hepsi bir yerlerden sarkıyor, sevgilimin, Alya’mın, bütün ailemin resimleri, tavşanımız...
Yani o halı büyüklüğündeki evde, beni yansıtan her şey mikro kosmos olarak mevcuttu.
12’de açtık kapısını.
Önce “Kim gelir bu soğukta?” diye düşünüyordum, korkuyordum.
Yanıldım.
Geldiler.
Kalabalık geldiler.
O soğukta beklediler, görüşmek için, dertleşmek için, anlatmak için, dinlemek için...
Teker teker içeri girdi.
Soyut okur kavramını, beden olarak karşımda gördüm, ete kemiğe bürünmüş olarak...
Hepsiyle sohbet ettim.
Birlikte Polaroid fotoğraflar çektirdik.
İnanır mısınız, “Bir ücret ödememiz lazım mı?” diye soranlar çıktı.
Ne ücreti!
Yok öyle bir şey.
Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, her şey paraya endeksli!
Her şey için bir şey ödememiz gerekiyor.
*
Beni onların samimiyeti vurdu. İnsanların yüreklerini bu kadar açmaları...
Bu kadar “içeriden” hikâyeler anlatmaları...
Zaman sınırlıydı, her biriyle 12 dakika filan sohbet edebildik. Fakat o 12 dakika içinde, inanır mısınız hayatlarına dair en içten şeyleri öğrendim, başkalarına anlatmadıkları, anlatamadıkları şeyleri...
Kendimi sevmemin nedenlerinden biri de bu, bir şekilde insanlara dokunabiliyorum, nasıl yapıyorsun diye sormayın, bilmiyorum.
Neden bana anlatıyorlar, onu da bilmiyorum.
Onları önyargısız, yani yargılamadan dinlediğimi biliyorlar.
*
Şiddete mağduru çok kadın vardı.
Dışarıdan bakıyorsun, hiçbir şey belli değil, son derece havalı, mutlu duruyor, sanırsın ki, böyle görünen bir kadına kimse fiske vurmaya cesaret edemez, ama öyle değil işte.
Bütün alt dişleri dökülmüş.
Ve nasıl zorlu hikâyeler.
Adam dövüyor, varlıklı, kültürlü bir adam ama dövüyor, ayrılsa bir türlü, kalsa bir türlü, ayrılıyor ama çocuğu var yapamıyor, dönüyor.
Şiddetin her türlüsüne katlanmak zorunda kalıyor.
Terapist filan değilim ama benimle duygularını paylaşıyor, fikir soruyor.
Kimi, evli ama aşk yaşıyor, bir şekilde anlıyorum, hissediyorum, nasıl ben de bilmiyorum onunla yasak aşkını konuşuyoruz.
Kimi, Kıbrıs’tan, kimi Mersin’den, kimi Bursa’dan...
Kimi, annesiyle yaşadıklarını anlatıyor, aralarındaki ilişkisi bağımlılık ilişkisi, babasız büyümüş, bir adama aşık, evlenmek üzere ama annesine haksızlık etmek istemiyor, anneyi de o ilişkinin içine sürüklüyor, bundan doğabilecek tehlikeleri konuşuyoruz.
Kimi, çok iyi eğitim almış, ama hayatta istediği ve hak ettiği sıçramayı yapamamış, anlatıyor.
Kimi, karısıyla ayrı yaşıyor, bir sevgili yapmış kendine, sebebini soruyorum, “Karım 18 yıl içinde şişmanladı, başka birine dönüştü” diyor, “Defalarca zayıfla dedim olmadı, yapamadı” diyor. Tam zannediyorsun ki, yeni sevgiliyle mutlu ama biraz sonra “Aslında ben galiba karıma dönmek istiyorum. Sevgilimle sürekli oraya buraya gidiyoruz çok da güzel ve bağımsız bir kadın ama galiba karımdaki samimiyeti onda bulamıyorum” diyor. “Peki o zaman yardım et karına” diyorum. “Nasıl?” diyor. “Bir insana zayıfla demek yetmiyor. Birlikte program yapın, organizasyon yapın. Ne bileyim al onu Osman Müftüoğlu’nun kliniğine Bodrum’a götür, belli ki bunu karşılayabilirsin. Bir ay uğraş, çabala, o eski kadını çıkar onun içinden...”
O gidiyor 40 günlük bebeğiyle çalışan bir anne geliyor, yanında dünyalar tatlısı dadısı. “Kıskanmıyor musun oğlunu bakıcı ablasından?” diyorum, bambaşka bir sohbete dalıyoruz. “Kıskanmamayı öğrenmeye çalışıyorum, çünkü benim annelik dışında da bir kimliğim var. Çalışmaya devam etmek zorundayım, ona ihtiyacım var” diyor.
Bir başkası geliyor “Terk etti beni sevgilim, kendime gelemedim dağıldım gitti” diyor. Terk edilmeyi konuşuyoruz, “Niye terk etti seni?” diye soruyorum, “Boğdum onu” diyor, “Sevgimle boğdum!”
Kimi, işsizliğinden şikâyet ediyor. Kimi, yeni projelerinden söz ediyor.
Kimi, yazdığı kitabı gösteriyor, benden yol göstermemi istiyor.
Kimi, “Seni tanımak istedim, gerçekten yazılardan tanıdığım kadar samimi misin, yoksa rol mü yapıyorsun, sırf bunu anlamaya geldim” diyor.
Kimi, “İstanbul’a yeni taşındım” diyor, “Sen nasıl bu şehirde var oldun bana yol göster” diyor.
Kimi, “Bütün sevgililerimle senin yüzünden kavga ettim, senin gibi açık olmalarını istedim, sinir oldular bana” diyor, “En sonuncusu da gitti köşe yazarı oldu” diye ekliyor.
Anlatamayacağım kadar bir çeşitlilik.
Vuruldum, çarpıldım!
Okurlarımla, onların açık kalpliliğiyle gurur duydum.
*
Ve her şey, orada, o küçücük çalışma odasında oldu.
Sadece 12 dakika içinde.
En çok da “duygular”ımızı konuştuk.
Hayatta ihtiyacımız olan şey bu galiba!
Çünkü hepimiz, bu hayat denen denizde yüzüyoruz bir şekilde, hepimizin kafası karışık ve aslında bizi önyargısız şekilde dinleyecek insanlara ihtiyaç duyuyoruz.
Ve aslında, ne anlatıyorsak, kendimize anlatıyoruz!
HAMİŞ: 3 gün daha, 12.00-16.00 arası ordayım, beklerim...